Hasbel kader büyük kentlerden uzak anadolu kırsalı da denebilecek orman köyünde dünyaya gelmişim. Bu bir takdir, aynı zamanda kader de sayılabilir. Cümleler böyle başlayınca pişmanlığı veya şikayeti varmış ya da yüreğin de özenti mamulü “ahlar, keşkeler” yaşıyormuş fikri çıkarılmasın. Coğrafi şartlar, insanın donanımlarını şekillendirir. Doğa şartlarının hormonsuz gerçekciliğinde olgunlaştık biz. Yılanı, çıyanı, kurdu kuşu tavşanı, börtü-böceği yerinde, alanında tanıdık. Hava şartlarını tenimizde hissederek bildik. Tabiatın duruluğunu da, vahşiliğini de görüp yaşayarak belledik. Yaşam mücadelesini alkışlara hatta ödüllere layık biçimde verdik. Yumurtayı, unu, sütü, ekmeği, meyveyi marketten alma cılızlığında kalmadık!..
Sabanla ektik, orakla biçtik.
Gözlerimiz düşlere göz gezdirirken buğulansa da, yaşadıklarımızın hüzün yüklü
güzelliği yüreğimizde bozulmadan öylece duruyor kardeş.
Un poşetini marketten kapıp
gelenle, su değirmeninde öğütüp gelenin gözlem ve izlemleri aynı olamaz. Ceza’nın şarkısında diyor ya “Fark var, benimle senin aranda
kocaman bi” diyerek devam ediyor. Biz farklılığı yaşadık yeğenim. Ne yaparsınız
ki anlatmak da bana düşüyor. Biraz da gevezeliğim üstümde ya.. Maksadım, bu tür
iddilarda bulunarak “hır” çıkarma niyetinde değilim. Mesele durumun tespitidir
o kadar.
Geçenlerde gördüm mahalle
bakkalına “tam buğday ekmeği” soruyor
insanlar. İnsanlar dediğim, benim gibi
kırsalın kaçkınları! Ayaküstü muhabbetle; tansiyondan, şekerine, kolesterolünden,
vitamin noksanlıklarına bir sürü dert.
Öf, öff! Anamın bu türden dertlerini biz hiç duymadık.
Arkeolojik kazılarda yedi binlik
yıllık buğday tohumu bulununca
bayramlık sevinçler oluşuyor. Kimi “ata tohumu” diyerek bayrak sallıyor.
Biz
kosayla, orakla buğdayı biçer tarlada destelerdik. Bol rüzgar alan
tarlalarda destelerin üzerine yumruk kadar da olsa taş bastırırdık. Güneşin altında beklerdi deste. Beklerken
bile beslenirdi aslında. Sonra bir bir harman yerine taşır, çakmak taşlı
dövenlerle sürerdik. Sonra harman yerlerinde yabayla seç ederdik. Rüzgarın insaf ve becerisiyle savurup, daneyi
samanından ayırırdık.
Eee, uzatma anlat!… süreç iki
cümleyle bitirilecek cinsten değil ki yeğenim.
Dere sularında veya köyün akar çeşmelerinde buğdayları yıkardık. Sergilere serip güneşin altında
kuruturduk.
Bu arada kendiliğinden meşhur yöre türküsü dilime dolandı bak . “A buğdeyim buğdeyim/ sereyim gurudeyim/unut diyosun bana/ ben nasıl unudeyim” Melodisi nasıldı? … türkülerde durduk yere türkü olmuyor ki!
Sonra bulgurluğu, kara kazanlarda
kaynatmaya, nişastalık olanı ıslanmaya bırakılırdı. Ekmeklik un olacaklar
hayvan derisinden yapılmış dağarcıklara doldurulup merkep sırtında su değirmenlerine öğütülmeye giderdi. Değirmenler akarsu ve dere
kenarlarında olurdu. Bizim köyün sınırlarında Çınarlı dere üzerinde kurulu
Kırbağ mevkisinde Öküscünün Değirmeni,
Değirmen başı dediğimiz mevkinin altında
Davutların değirmeni vardı. Değirmisaz Köyünde Kara Süleymanın Değirmeni,
Dereli köyünde Patlak Hasan’ın Değirmeni. Yaa! Kimler hatırladı...
“Değirmen nöbeti kapma” yarışında
olurdu insanlar. O köy, Bu köy! Sabahın
seherinde ön sıraları kapmak için merkeplerle, kağnılarla yollara
düşülürdü. Her yolun kendi içinde birikmiş
hikayeleri vardır da anlatmaya zaman ve zemin ister. Değirmenin çarkına vuran suyun beyaz köpüğü
bile ak unlar gibi insanın yüreğine dolardı. Hele Patlak Hasan'ın Değirmeninde çarkı çeviren suyun kükürt
kokusu ciğerlere dolardı.
Un
tozu, insanın ağzına yüzünü boyardı. Ertesinde taze unlar ipeksi el
eleklerinde (ince elek derdi anam) elenerek odun ateşiyle ısıtılmış köy fırınlarında buharı üstünde
ekmekler, soğanlı yağlı pideler, haşhaşlı, susamlı ekmek lokumları.. Ye babam
ye! Çırpınırdı Karadeniz! Sağlıcakla
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder