21 Aralık 2024 Cumartesi

UNLUK ÖYKÜLER

Hasbel kader  büyük kentlerden uzak anadolu kırsalı da denebilecek orman köyünde dünyaya gelmişim. Bu  bir takdir, aynı zamanda kader de sayılabilir. Cümleler böyle başlayınca pişmanlığı veya şikayeti varmış ya da yüreğin de özenti mamulü  “ahlar, keşkeler” yaşıyormuş fikri çıkarılmasın. Coğrafi şartlar, insanın donanımlarını şekillendirir. Doğa  şartlarının hormonsuz gerçekciliğinde olgunlaştık biz. Yılanı, çıyanı, kurdu kuşu tavşanı, börtü-böceği yerinde, alanında tanıdık. Hava şartlarını tenimizde hissederek bildik. Tabiatın duruluğunu da, vahşiliğini de görüp yaşayarak belledik. Yaşam mücadelesini alkışlara hatta ödüllere layık biçimde verdik. Yumurtayı, unu, sütü, ekmeği, meyveyi marketten alma cılızlığında kalmadık!..

Sabanla ektik, orakla biçtik. Gözlerimiz düşlere göz gezdirirken buğulansa da, yaşadıklarımızın hüzün yüklü güzelliği yüreğimizde bozulmadan öylece duruyor kardeş.

Un poşetini marketten kapıp gelenle, su değirmeninde öğütüp gelenin gözlem ve izlemleri aynı olamaz.  Ceza’nın şarkısında  diyor ya “Fark var, benimle senin aranda kocaman bi” diyerek devam ediyor. Biz farklılığı yaşadık yeğenim. Ne yaparsınız ki anlatmak da bana düşüyor. Biraz da gevezeliğim üstümde ya.. Maksadım, bu tür iddilarda bulunarak “hır” çıkarma niyetinde değilim. Mesele durumun tespitidir o kadar.

Geçenlerde gördüm mahalle bakkalına  “tam buğday ekmeği” soruyor insanlar.  İnsanlar dediğim, benim gibi kırsalın kaçkınları! Ayaküstü muhabbetle; tansiyondan, şekerine, kolesterolünden, vitamin noksanlıklarına  bir sürü dert. Öf, öff! Anamın bu türden dertlerini biz hiç duymadık.

Arkeolojik kazılarda yedi binlik yıllık buğday tohumu bulununca   bayramlık sevinçler oluşuyor. Kimi “ata tohumu” diyerek bayrak sallıyor.

Biz  kosayla, orakla buğdayı biçer tarlada destelerdik. Bol rüzgar alan tarlalarda destelerin üzerine yumruk kadar da olsa taş bastırırdık.  Güneşin altında beklerdi deste. Beklerken bile beslenirdi aslında. Sonra bir bir harman yerine taşır, çakmak taşlı dövenlerle sürerdik. Sonra harman yerlerinde yabayla seç ederdik.  Rüzgarın insaf ve becerisiyle savurup, daneyi samanından ayırırdık. 

Eee, uzatma anlat!… süreç iki cümleyle bitirilecek cinsten değil ki yeğenim.  Dere sularında veya köyün akar çeşmelerinde buğdayları yıkardık.  Sergilere serip güneşin altında kuruturduk. 

Bu arada kendiliğinden meşhur yöre türküsü dilime dolandı bak . “A buğdeyim buğdeyim/ sereyim gurudeyim/unut diyosun bana/ ben nasıl unudeyim”   Melodisi nasıldı? …  türkülerde durduk yere  türkü olmuyor ki!

Sonra bulgurluğu, kara kazanlarda kaynatmaya, nişastalık olanı ıslanmaya bırakılırdı. Ekmeklik un olacaklar hayvan derisinden yapılmış dağarcıklara doldurulup  merkep sırtında su değirmenlerine öğütülmeye  giderdi. Değirmenler akarsu ve dere kenarlarında olurdu. Bizim köyün sınırlarında Çınarlı dere üzerinde kurulu Kırbağ mevkisinde Öküscünün Değirmeni,  Değirmen başı dediğimiz mevkinin altında  Davutların değirmeni  vardı.  Değirmisaz Köyünde Kara Süleymanın Değirmeni, Dereli köyünde Patlak Hasan’ın  Değirmeni. Yaa!  Kimler hatırladı...

“Değirmen nöbeti kapma” yarışında olurdu insanlar.  O köy, Bu köy! Sabahın seherinde ön sıraları kapmak için merkeplerle, kağnılarla yollara düşülürdü.  Her yolun kendi içinde birikmiş hikayeleri vardır da anlatmaya zaman ve zemin ister.  Değirmenin çarkına vuran suyun beyaz köpüğü bile ak unlar gibi insanın yüreğine dolardı. Hele Patlak Hasan'ın  Değirmeninde çarkı çeviren suyun kükürt kokusu  ciğerlere dolardı.

Un  tozu, insanın ağzına yüzünü boyardı. Ertesinde taze unlar ipeksi el eleklerinde (ince elek derdi anam) elenerek odun ateşiyle ısıtılmış köy fırınlarında buharı üstünde ekmekler, soğanlı yağlı pideler, haşhaşlı, susamlı ekmek lokumları.. Ye babam ye! Çırpınırdı Karadeniz! Sağlıcakla

Hiç yorum yok: