30 Kasım 2013 Cumartesi

ALFABEM


Toprakla uğraşıyorum ya.. Her yeni günde alfabeyi yeni söken çocuk edasındayım. Öğrenmenin üstünlüğü bir yana her bitkinin verdiği heyecan yaşanmaya değer gerçekten. Kalemimle toprağa dokunmaksa işin kaymaklı kadayıfı.  Toprak benim için kız oğlan kız hala. Onunla sevişebilmek her delikanlının harcı değil. Sevişmenin kendine has öncelikleri var.   Sevmek işin en başı.  
Toprağı anlamaya çalıştıkça depreşir arzularınız. Bu arzuyla yollar yürür, huzurun farkını yaşarsınız.
Toprağın dili başka, kültürü başkadır. Herkesin anlamasını beklemek hayaldir sadece. Zorla güzellik olmazmış. Aşk olmasa güzelliğin de on para etmeyeceğini söylerdi merhum Ozan. Of ki offf!..
Aşkla erişirsiniz huzurun en muazzamına. Bu tabiatla en şakrak türküleri dillendirirsiniz.
Toprağa haşinliği yükleyenler olur oysa. Toprağın hakkına, hukukuna samimiyetine şüpheyle yaklaşanlar vardır çoğu kez. Gerçeği, alın terini, sevginin karşılığını geciktirmeden hakça tahakkuk ettirendir oldum olası. Hayal değil gerçektir en azından.
Toprakla uğraşıyorum ya… Köylü-yüm-dür öyleyse.  Varsın başkaları en münevveri olsun yurdumun. Varsın en güzel tabloları en okullular yapıyor görünsün. Benim tablolarım kimilerinin hayallerine sığmaz kardeşimmm.  Benim resimlerim aşklarım kadar büyüktür ne haber... Her tarlaya kaç tablo sığar ölçmek gerek. Her tablo ölçeklerini zorlar belki de kimilerinin. Kalabalıklar farkına varmadan tüketir en asil olanı. Bilmeden satın alır her tabloyu. Altında imza gözükmese de resim yeter bize, işte o kadar.
Toprağa çizilen her resim nice yokluğu kurutacak oysa. Kaç âşık doğacak her resimde kim bilir.
Toprağı okumak gerek. Kürsülerden bilgiç söylemler sevmeye yetmez. Toprak mevzusu seyirlik olacak kadar basit de değil. Ellerimiz heyecandan titremeli toprak dendikçe. Dudaklarımız sevdanın ateşiyle çatlayabilmeli kardeşim..
Toprağın kızoğlankızlığından bahsettikçe niçin garip bakıyorsunuz? Niçin gözlerinizi çevirip burun kıvırıyorsunuz? Niçin tarlada okumuşluğuma aldırış etmiyorsunuz? Niçin çizilen tabloları alkışlamıyorsunuz?
Alkışları hiç de hak etmiyorum ben. Alfabeyi sökmeye çalışan çocuk edasındayım halâ. Kalemim kazma kürek.. Hey gidi hey!
Ben âşıklığın keyfini sürerken kentlerin yoksulu kimiler. Ah ki ah!  Terk edilen nice toprağı çalı çırpı bürüdü. Tek başına benim âşıklığım ne ki. Kaç boy resim yapabilirim bu cılız bedenle. Tutun ellerimden. Azıcık da siz anlayın şu toprağın dilinden. Siz de sevin sevebildiğiniz kadar. Severken sevinin olmaz mı? Kazmayla kürekle soyunun en ressamlığa. Orijinalliğini görün motiflerin, deneyerek en azından. Toprağa attığınız her çizikle avunun avutun bir diğer yandan.
Sevmeyenin anlamasını beklemem, anlamayanın sevmesini hiç düşünmem. Düşünmezken haykırırım en sevdalarımı. Düşünmediğim vakitler gam yüklü gemiler salarım okyanuslara. Şımarıklığım, avareliğim, köksüzlüğüm çoğalır saldıkça.  Bu salışla kalırım nefessiz.
Her nefes bir şenliktir aslında. Her nefes yepyeni tablodur. Ufuklara asılacak boy resmidir. Kısacası benim dilim topraktır. Tahsilim yine o.

Şimdi okullu olduk…. Alfabeyi söktüm ben. Sağlıcakla.

22 Kasım 2013 Cuma

DURUŞ



Ben anlattıkça tepeden bakışları artıyor kimilerinin. Sanırsın bir eli yağda bir eli baldaydı. Vücut dili ben sanayici oğluyum der gibi. Sevsinler seni kardeşim. Bu ülkenin çivisini  üretecek bir tesis yoktu. Yetmişli yıllarda üretilebilen gırgır süpürgesinin sayısı bile kayıtlarda apacık. Buzdolabı öyle, çamaşır makinesi öyle. Üstünü sarıp sarmalayacak bez üretilemiyordu imkansızlıktan.
Benim anlatımlarım senin gerçeklerin aslında. Benim yazdıklarım topyekün yaşadıklarımız. Senin bakışların  neyin de nesi. Aslı inkar yamultur insanı. Görmezlikten gelmek, yok saymak yepyeni sorunları bela eder başımıza.
Dokumacı ninelerimiz, iş bilen cefakar analarımız, çileleri göğüsleyen atalarımız olmasaydı zordu işler, ne haber!…
Cephelerdeki imkansızlığı, sıtmadan, tifodan, veremden daha nice hastalıktan ölen niceleri unutursak çaresizliğimiz çoğalır. Yalın ayak cepheden cepheye koşan, yarı aç, yarı tok, uykusuz bir neslin torunuyum ben. Onların tavrı övüncüm, öğünümdür her daim. Onların bu tavrıdır göğsümü kabartan. Onların kahramanlığıdır onca hikayeyi yazdıran. Unutmamak, unutturmamaktır işin aslı. 
İki kadeh atıp kaykılmak niye. Gece klüplerinde boy gösterip pozlar vermeyi büyüklüğün yanında kahramanlık mı sanırsın? Işıklı marka tezgahlarda kasılıp kendini tükettiğini fark mı bellersin.  Unuturken  herkesin unuttuğunu mu var sayarsın. Vah ki, vah! Ben vahlar çekerken, Çanakkaleyi, Dumlupınarı yeniden bir düşün istersen.
Ninemin sokağın havasını bile değiştiren, yağ kokan, ura kokan gözlemelerini unutmadım ben hala. Anamın aşlama çorapları gözümün önünden  gitmiyor hiç. İçirik dolu döşekleri hiç yok saymıyorum sen saysan bile. Öküz güttüğüm günlere olmamış gibi davranmıyorum. Ayva yaprağının suyunu çay niyetine nasıl yudumladığımı çok iyi biliyorum. Akbaşlı otundan medet umuşları gün gibi hatırlıyorum.
Ninemin gözlemesi mis kokardı miiisss! Yareni bir başka, ayranı tadındaydı. Kuru ekmeğin yanında bazlamanın tadı bir başkaydı. Ustaydı  eller, azimleri azmimdi. Onların yaşam biçimiydi belki de bizi biz yapan.  O azimle öğünürüm ve de güvenirim çok şeye.  O azimle sahip çıkarım geçmişe. Sağlım inekleri güden çocuklar gördükçe işte benim kahramanım derim. Koyun güden çobanları yürekten alkışlayıp madalyalar takmak isterim. Öğünlerin yavanlığı ülkemin yabanlığına sevketmez her daim. Gökdelenlerin ışıltısı yaşamın rengini kaybettirmez. Her yazıya oturuşumda anamın sözleri aklımdan hiç çıkmaz. “Ne oldum delisi” olmanın, “har vurup harman savurmanın” sonunu bilirim ben. Anamdan bilirim bunca sözü hatta onca hatırayı. Bundan gocunmam, gocundurtmam.. Üst perdeden vuranlara aldırmam, aldırtmam.
Kış gecelerinde eğlencelik diye tavalarda kavrulmuş nohutları hatırlarım sıcak sıcak. Un helvasını özlerim. Kendine has rengiyle iğdeleri, al yanaklı elmaları, gevrek ekmekleri rüzgarlar taşır bana yeniden. Anadolu toprağının köy kokan en doğal sütleri, ev peynirleri, cücem erikleri varsıllığımdır benim. İsim yapmış ithal ürünler unutuşlarımızın eseri. Unuttukça bozuluyor akıl sağlığımız. Unuttukça güçleniyor en markalar… Güçlendikçe güceniyorum ben. Kendinden olana burun kıvırmak ihanetidir insanın. Yabana tutunuş aldanışıdır yüksek duruşluların. Ah ki ah!
Üretmediğimizle esiri oluruz başkalarının. Üretmediğimizle bağlanırız bel bağlamadıklarımıza. Bel bağlanmayacaklara özendikçe çoğalır özentilerimiz. Burun kıvırıp tepeden baktıkça yok olur değerlerimiz. Üretmedikçe yaban kalırız öze.
“Kendim ettim kendim buldum/ Gül gibi sararıp soldum” türküsünün bu kadarcık sözü ne demek istendiğinin özeti belki de. 
Gökyüzü yüksek, yeller ıpılık, kırların kokusu tatlıdır. Gerçek olan hep güzeldir. Siz tepelerden baksanız da… Sağlıcakla. 

16 Kasım 2013 Cumartesi

GÖKMEN ÖKÜZ


Köylerde her mevkinin her tarlanın bir adı vardır. Adı olan sadece tarlalar mı?  Evin kedi köpeğinin, ahırdaki ineğin- öküzün hatta hatta tavuğun bile bir adı bulunur. Arazideki kimi yaşlı ağaçlar adıyla anılınca şıp diye bilinir. Dahası çeşmelerin, şırıl şırıl akan minnacık derelerin.
İsimler belirleyici, belleticidir. Olmasa anlatmakta, tarif etmekte zorlanırsınız. Kişileri tanımakta isim tek başına yeterli değildir. Hasanlar, ahmetler, ayşe ve fatmalardan onlarca olunca başka belirleyiciler devreye girer. Sülale  adı, lakaplar gibi. Köy yerinde hatta civarda “Bakkalların Halil” olarak daha iyi bilinirim mesela. Sade Halil deseler onca halil içinden bir çırpıda ayırmak zo mu zor.
İki öküzümüz vardı. Biri Gökmen diğerine Kabak derdik. Hayvanca hayvan adından söz edilince bilirdi. Gökmen cesurdu. Kabak nedense gevşekti her daim. İşine gelmediğinde ya da biraz zorlandığında yatıverirdi. Bunu birazda hinliğinden yapardı sanki. Kır eşekte çok iyi bilirdi  hinliği. Tökezlemiş gibi yapıp yatıverirdi. Dakikalarca kaldırabilirsen kaldır. Anam “huylu bu huylu!..” derdi. Ardından “kulağına ermesin sattırcen bunu” lafını diline dolardı.  Satmak yine de mümkün olmaz mecburen işe güce dehlerdi.
Velhasıl karakter yalnız insan da olmuyor. Hayvanlar da da oluyormuş. Avludaki Ak köpek komşunun tavuğunu, evdeki Kara kedi kümesten yumurtayı kapardı. Komşu şikayete geldiğinde,  niye geldiğini bilir, süklüm püklüm dururdu karşımızda hayvanca hayvan. Yaptığının kötülüğünü bilir, yinede vazgeçirmek mümkün olmazdı. Ah ki ah! Hayvanca hayvanda gördünüzmü karakteri.
 Kötüyü anlatmanın, örnek vermenin insaflıca olmadığını düşünebilirsiniz. Bu konuda cümleye hak veririm. Hatta düşüncelerine gönülden katılırım. Ama iyiyi örnek verirken kötülük göz ardı edilmiş oluyor. Hep iyinin güzelin, güzelliğin anlatımı insanı yanlış algıya sevkedebiliyor. Herşeye iyi gözle bakarken cin çarpar gibi çarpılıveriyorsunuz. Kabak öküzün gevşekliği, Gökmen öküzün cesurluğuyla yitip gidiyor. Kabak öküzün gevşekliği olmasa çok işleri alt ederdik oysa. Kır eşeği tanımamış olsak Adını Ablez koyduğumuzun kıymetini bilemezdik. Şimdi anladınız mı Gökmen’in cesurluğundan ziyade Kabak’ın gevşekliğinden dem vuruşumu? Koskoca profesörü bile çarpıveriyor hinler. Nasılda atıyor attırıyor kayışı. Of ki of!
Kabak öküzün gevşekliği Gökmen öküzün cesurluğuna yüklenirdi. Rahmetli babam Kabak öküzden taraftaki kayışı Gökmen öküzden yana kaydırıverirdi. Yan,i Kabak öküzün kuvvet kolu Gökmenden daha uzun kalırdı. Çek oğlum çek! Akşam ahırda bir tas arpa ona, bir tas buna. Hay daaaa! Gördünüz mü olanı. Hep böyle olurdu nedense. Bu yüzden haksızlık derdim Anama.. Huylu huyunu yapacak, Gökmenle aynı oranı alacak. Oldumu ya..  Şarkılar bile bu yüzden hayret ifade ediyor belki de.  “Neler oluyor hayatta” derken şarkının sözü; hayretin ifadesi mi, yoksa olanı sıradanlaştırmanın, bunlara alış demenin bir başka yolu mu bilmem ki. Ben de şaşırıp kalıyorum işte böyle. Neler birbirine karışmıyor ki hayatta. İnsan nelere şaşırmıyor ki.
Haketmediği halde kimlerin kuvvet kolu daha uzun düşündünüz mü hiç. Kim Kabak(!), kim Gökmen(!) farkeder misiniz? Aldırmayın siz yine de.  Neler oluyor hayatta deyip şaşırmak yeter de artar çok şeye.

Sahi birde bostan çardağımız vardı bizim. Oluk altı tarlasına kurmuştuk onu. Tarlanın yöneyi  kuzey batıya meyilliydi. Bu yüzden çardağın yarısı toprağa gömülü kalırdı. Üzeri çalı çırpı gibi eğreti şeylerle örtülüydü. İçinde ekmek torbası asılı dururdu. Esasen tek başına gölgelikten öte geceleri yaban hayvanlarından korurken yatmak içindi. Çocuksa düşlerime yıldızlar şahitlik ederdi.  Ağustos böceklerinin zırıltısına en çok da bu tarlayı beklerken bozulurdum. Uykuya daldığım anlarda Eçin adıyla bildiğimiz böceğin cırıltısıyla uyanırdım. Uyandığımı sanırdım ben belki de.  Nasıl hikaye ama… Sağlıcakla…

14 Kasım 2013 Perşembe

YAVAN MI YABAN MI?


Toprak avutur beni. Oyuncağım, ninnimdir oldum olası. Dost bellediğim oncasından, çok fazlasıdır yalnızlığımı unutturan. Cıvıltılı şarkıları, en gerçeğinden kaval sesleri, desen desen renkleri, şırıl şırıl akan suları emsalsiz profesörüdür dertlerimin. O bana canken, ben yaban kalırım çoğu kez. Kalırken utanırım da, utanmaz gibi davranırım yine de.
Yabanlığı, belki de en hafifinden yavanlığıdır bedenimin. Yavanlığım üzerine  sunumlar tertiplenip teoriler dahi ortaya konabilir birgün salon salon. Konur mu, konur!.... Anamın, “Yavan yavan konuşup durma” deyişi bunun en kuvvetli delilidir belki de.
Ben yaban kaldıkça artar yavanlığım. Ben yaban kaldıkça çoğalır hastalıklarım. Çoğalan hastalıklarda sürüklenirim doktor kapılarına. Her sürükleniş ölümüdür aklımın. Ah ki, ahh!
Varsın bozkırın bozlağı olayım ben. Varsın toprak koksun ellerim. Varsın şuh salonlarda muhteşem koltuklara değmesin kıçım. Varsın resimlerde yüz tenim çizgili kalsın hep. Hastalıklı olmaktan  çizgili olmayı yeğlerim ben. Durgun denizlerde derin sular(!) olmaktansa anadolu toprağında damla olmaya razıyım. Saf, arı, bir o kadar berrak.
Varsın dokunmasın kalemiyle dertlerime hiç kimse. Varsın uyduruk aşklar düzmeyi sürdürsün en şairler. Olmayan aşklarına sahte sevdalar uydurup uydurup dursun kimiler. Varsın en delikanlısı bile gündüzlerde uyum uyum uyusun. Varsın toprakta evcik oynayan çocuk edasında kalayım ben. Varsın ağarsın saçlarım, belim varsın bükülsün. Varsın birgün yeniden toprak olayım. Olurken oldurayım fena mı? 
Husumet peşinde değilim. Ona buna methiyeler düzmenin lakaytlığında hiç değilim. Yavanlığıma yaban kalışın öykünmesidir yüreğimin o kadar.
Öyküleri gerçek olanın avuntuları da gerçektir.  Aşkları, sevdaları, hüzün ve sevinçleri bile. Gerçek olan kimi yanıltır? Kim yanılmış olur ki!
Saf suyun tabanı gün gibi ortadadır. Ya derin denizlerin. Taş mı, kaya mı, balçık mı belirsiz. İşte bundan korkmalı derim ben. Korkarken korkuturum belki de. Belki de kendi öykülerimi orta yere koydukça yadırganırım. Toprağa olan düşkünlüğümü cümle cümle tarif ettikçe boşvermişliğin boşluğuna düşer dinlemeler. En çok da buna bozulurum.
Dinlemeler boşluğa düştükçe daha güçlü sarılırım toprağa ben. Bu sarılışla sevişirim günler boyu. Sevişmeyle unuturum insanca ihanetleri. Unuttukça dillenir dilimde duyulmamış en has türküler. Her türkü toprakla yoğrulmuş altın küpümdür aslında. Her türkü dilimdir, dileğimdir. Dilediğimdir duygu duygu bir diğer yandan.
Toprak avutur beni. Beş taşım, salıncağımdır. Sancağımdır bayrak bayrak. Yıldızımdır ışıl ışıl parlayan, parıldayan. Uyduruk efsanem değildir. Komşumdur, konuştuğumdur. En doğal gözüm, gözlüğümdür her daim.
 Toprak avutur beni. Sarar sarmalar bildik yaralarımı. Sakarlığımı saklamaz, kin tutup haklamaz durduk yerde. Varlığımın sembolüdür. Tok sözlülüğü güvencemdir. Bütün kusurlarıma rağmen dostça kalandır. Kolumdur, kanadımdır. Efeliğim efendiliğimdir. Heyt ki hey!

Toprak avutur beni. En aydınlar aydınlatmazken, aydınlığımdır. İşte bu yüzden dönüp dururum aynı mevzu etrafında. Bu yüzden siz sıkılırken, sıkılmam ben. Hem yavan hem yabanım belki de.  Bu yüzden “dost dost diye nicesine sarıldım!” der dururum. Derken “yuh” sesleriyle uykulardan uyanırım.  Kulaklarım duya duya hadi söyleyin. Yavan mıyım, yaban mı? Sağlıcakla..

13 Kasım 2013 Çarşamba

KUZEY-GÜNEY


İzmir-Ankara demiryolu bizim ilçeyi doğudan batıya bıçak gibi ikiye böler. Demiryoluna neredeyse paralel,  şehirlerarası karayolu da aynı biçimde uzayıp gider. İlçenin nüfusça yoğun üç mahallesi de demiryolu ve şehir geçiş yolunun güney kesiminde kalır. Şehir bu haliyle ekvator çizgisinin güneyi kuzeyi gibi. İnsanından bahsederken kuzeyde ve güneyde yaşayanlar olarak bile tarif edilebilir yakın gelecekte. Hatta iki kapı yerleştirilip vizeye bile tabi tutulabilir giriş çıkışlar.
Doğal ve coğrafi bir bölünme demiryolları tarafından gerçekleştirilmişken güney yakasına farklı bir ad koysak yerinde olur mu bilmem ki?.
Mahalli seçimler yaklaşırken aday sayılarını da çoğaltmış olur muyuz, oluruz. Güney ve kuzey belediye başkanları, karşılıklı yerel yöneticiler, demiryolu hattında buluşup ortak sorunların çözümü için görüşmeler de oluşturabilirler. Bayramlarda demiryolu çitlerinin aralığından insanlar karşılıklı el sallayıp şeker atabilirler. Bu esnada basın için ilginç görsel kareler de çıkabilir mesela. Uğurlanma ve karşılanmalarda duygusal anlar uzadıkça gözyaşları demir yolu hattında pek çok otsu bitkinin çoğalmasına bile neden olabilir. Olur mu, olur..
Doğal sınır hattı kendiliğinden oluşmuşken güneyin, kuzeyden ayrılmasının referandumu kalıyor geriye. Bunu da yapmak lazım mı, lazım. Lazım değil denirse kent merkezine ulaşım hatlarını gözden geçirmek gerekmez mi?.
Bir beldeye kara ve demiryolu bağlantılarının zenginlik katan, kolaylık sağlayan yanları mutlaka var. Bu zenginlik ve kolaylık şehrin insanlarına nefes aldıracak boyutta kalmalı. Kalmıyorsa teknolojinin kolaylıkları devreye sokulmalı.
Demiryollarını severdim. Yol boyu traverslerin üzerinde onca adım atıp şarkılar söylediğimde olmuştu. Uzayıp giden vagonlara hayaller, umutlar, sevdalar, hasretler, sevinçler, hüzünler yükleyip durmuştum yıllarca. Sevmiştim, sevinmiştim çoğu kez. Ya şimdi? Bendeki bedeni böldü ikiye. Yollarımı yordu, bağlar kurdu geçişlerime. Oldu mu ya!. Nerde benim sevmelerim. Nerde benim, benden bilmelerim?.
Bölmeyi, bölerken bölüşmeyi de düşünürdüm çoğu kez. Böylesine bölmeler yürekleri bölüyor ne acı? Bölmeler sınır koyuyor durduk yerde düşüncelere. Bağ kuruyor adımlara. Şimdi seçim zamanı. Kim çözecek ayak bağlarını. Sınır hatlarını kim kaldıracak?. Bütünleşme kapılarını kim çoğaltacak? Güneyle kuzeyin buluşmasını kim kolaylaştıracak? Kim batırıp çıkaracak, kim kaldırıp uçuracak görmek gerek. İnsanlar birkaç geçişe mahkûm olmuşken; sınır çizmeyen, kime, neye, hangi geçişi, hangi tür teknoloji öneriler arasına girecek duymak gerek. Duyarken sevinmesi gerek. Sevinmiyorsa, sevindirilmiyorsa ne anlamı olur ki söylemlerin.
Demirköprü sahasında başlayan sınır hattı Karakova’yı aşıyor. Aştıkça şaşıyor, şaşırıyor insanlar. Şimdi çözüm üretme vakti. Demiryollarını parmaklıkla kapatmak yetmez. Bunu yapmak kentin insanlarına işkencedir. Bölerken, bölüşmemektir.
Basit alt geçişler, demirden mamul küflenmeye meyilli üst geçitler bile yakışmaz artık bu kentin insanlarına. Daha çağdaş, daha görsel, daha çevreci projeleri ummak hakkıdır insanımızın. Basit alt geçitler insanımıza yaraşır gözükmüyor. İllaki alt geçitse trenler gitsin alttan.

Demiryolunun güneyinden kaç lise öğrencisi şehir merkezine geçiş yapıyordur. Kaç taşıt fazladan yol alıp yakıt tüketiyordur.  Hesapları çoğaltta çoğalt. Ya manevi boyutu? Düşünecek çok şey var. Önemli mi önemli. Sağlıcakla.

11 Kasım 2013 Pazartesi

HATIP DAYI KEL ABDULLAH


Anadolu kırsalında ilginç öyküler yaşanır. Yaşanan öyküler kış gecelerinde birer mizah konusu olup çıkar. Hele kış saati uygulaması da başlamışsa geceler gittikçe uzar. Uzayan gecelerde öyküler birbirine eklenir.
Komşu ilçenin Kızık Köyü’nde yaşayan Hatıp dayının öyküsü ders alınacak niteliktedir.  Hatıp, ormana hanımıyla odun kesmeye gider. Dört tekerli arabaya öküzler koşulur. Ormanın yolu tutulur.
Hatıp, sözü dinlenen, okumuş yazmışlığıyla çevrenin fikir babasıdır. Odun kesme, arabaya yükleme konusunda da pratik zekâsını konuşturmalıdır. Öküz arabasını ağacın altına yanaştırırken kendi kendine konuşur, aklıyla övünürmüş bir yandan. Kendi kendine “Akıl küpü Hatıp”  derken ormanlara sığmaz taşarmış. Hanımının “Hatıbım yapma, etme” demesi fayda vermemiş. Şu ağacı  “keserken arabaya yükleyeyim de cümle alem görsün” derken şişim şişim şişermiş. Ağaç öküz arabasının üstüne devrilecek, yerden yükleme zahmetine katlanmayacakmış. O iştahla sallamış ağaca baltayı. Ağacın yıkılmasıyla öküz arabası yerle bir olmuş.
Hanımı, başlamış dövünmeye. Dövünürken ağzına geleni söylemeye.  Dağların ayısı Hatıp derken ormanlar çınlamış.
Köy yerinde yaşananlar çabuk duyulur. Onlar daha köye gelmeden duyulmuş hadise. Geçmiş olsuna gidenler, olay nasıl oldu diye soranlar gittikçe çoğalmış.
Hatıp dayının adı o günden sonra akıl küpünden “Dağların Ayısı”na çıkmış.
Aklıyla öğünen onca insan vardır. En iyi ben bilirim diyen. Derken en yakınındakilere bile kulak asmayan. İkna etmek, fikrinden caydırmak zordur. Şimdi aklıma geldi. Anam “keçi inatlı” derdi böylesine. Bu söz inadında ısrar edenler için kullanılır herhalde. Hatta, ah edercesine “ inadı kurusun” sızlanışları bile olurdu anamın.
Öyküler deyip çoğulcu ifadeyle yazıya başladık ya. Ardını getirmek gerek. Yine komşu beldelerden Çerte’de Kel Abdullah yaşarmış. Köylerde kişiler en iyi lakaplarıyla tanınır. Çevrenin taktığı lakaba ister istemez alışır, benimser insanlar. Her lakabın kendince bir öyküsü de vardır aslında.
Kel Abdullah kırdaki işlerini görmek için çıkar. Azık torbasını sırtında taşıyıp durmamak için bir ağacın dalına asar. Öğün vakti gelir bakar ki torbada azık yok. Bir müddet ağacın altında öylesine kalır. Ağacın tepesinde karga yuvası olduğunu görür. Torbasındaki azığı karga, yavrularına götürmüştür. Bir hışımda tırmanır karga yuvasına. Boş torbaya yavruları doldurur. Ağaçtan aşağı iner inmez yuvaya dönen anne karga “ cark, cark”  diye şaşkın, bir o kadar telaşeli sesler çıkarıp feryat etmeye başlamış.
Kel Abdullah torbasını kargaya sallayıp; Cark cark! Edip durma boşuna“getir ekmeği, al yavruyu” demiş. Yavruların akıbeti ne olmuştur belli değil ama Kel Abdullah’ın bu yaşadığı da o gün bugündür kış gecelerini doldurmaya devam etmektedir.
Ekmeği elinden alınan onca insan vardır ki…. Sessiz sedasız, kıpırtısız, eylemsiz.

Öyküler bitmedi henüz. En iyisi yorumsuz bırakayım çok şeyi.  Ama yorum katmadan da çok yavan kalıyor anlatım. Bütün ayrıntıyı atlayıp karganın seslenişiyle ilgilenmek hoş olmasa gerek.  Yavrusunu yuvada bulamayan annenin feryadı her zamankinden farklılık arz etmez mi?  Normal vakitte “gak, gakkkk!” diyen karga, yaşadığı karşısında “cark, caark!” ettirmişiz normal değil midir? Sağlıcakla

10 Kasım 2013 Pazar

ŞIP ŞIP!



Cuma pazarında pılı pırtı tezgâhları dolup dolup taşıyor. Yazdan kalma mallar yok pahasına satılıyor. Al kardeşim al! Üç parçası beşe mi dersin dört parçası ona mı dersin al kardeşim. Nasıl olsa yaz bir daha gelecek. Etrafı tekstil boyalarının kokusu topyekûn kaplamış. Birazda pazarcı poşetlerine girip çıkmaktan mıdır nedir bilmem ki baygın bir koku var pazarda.  Bayacak, bayıltacak insanı. Tezgâh üstündeki pılı pırtı karıştırıldıkça daha da artıyor kokunun şiddeti. Hay Allah! Karıştırmakta da hakikaten belli bir yetenek oluşmuş çok insanda. Karıştır kardeşim..
Benim derdimse başka. Havalar soğumaya yüz tuttukça sigaradan dolayı elli yaş öksürüğü(!) artıyor. Burnumun doğarken bozulmuş ayarı. Soğuğu görünce şıp şıp! Kafaya şapka, buruna mendil lazım. Ayağa çorap, göğsü sıcak tutacak kazak, kaban lazım. Afillisinden boyun bağı, birde oduncusundan gömlek mi desem. Ama en önemlisi de mendil.
Bana göre soğuğu görünce yaşı ele veren en başta burun.  Farkına varmak zor. Ucundan düştü, düşecek. Arada bir çaktırmadan sümkürmek ya da silmek gerek. Sırf bu yüzden geçsin, bitip gitsin istemiyorum yaz. Paltoyu bugün giysem, yaz başına kadar çıkarmaktan korkuyor mu korkuyor insan. Yazlık pılı pırtı yok pahasına satılıyor ama ya kışlıklar?  Yazdan kışı hesap etmekte benim gibiler için zor mu zor. Yazın genişliğine kapılınca, zaman akıp gidiyor. Burun akmaya başlayınca anca ayılıyorsun.
Burnumdaki akıntıyı görenler “sümüklü” takacak alimallah. Hayal gücü yüksek olanlar, hatta çizim yeteneği bulunanlar benim burun yapısını karikatürize edip resmetmiştir bile. Eğer çizen varsa abartıya bile kaçtığını sanırım.  Böyle bir şey söz konusuysa soğuktan kaynaklı ikide gözyaşı koysunlar nolur. Giyim konusunda rüküşlüğümü cümle âlem bilir. Birde kışın getirdiği sıkıntılar başlayınca üşüyen adam portresine fakir kılıklı zenci portresi ekleniverir. Kışlık kostümler içinde beni tasavvur edenler çoğalmıştır sanırım bunca anlatımdan sonra. Gördünüz mü kendimi nasıl ele verdiğimi. Bu saatten sonra yazmaktan, anlatmaktan dönenin kalemi kırılsın. Daha ne diyeyim?
Oysa rahmetli hoca ye kürküm ye! Dememiş mi? Hem de onca yıl öncesinden demiş de, gel de anlat sersem kafama. Yazları kıştan, kışları yazdan bellemek gerek. Hatta modayı takip edip gömleğin düğmesinden kravatın iğnesine bakmak gerek. Bakmazsan, bakamazsan benim gibi süklüm püklüm kalmak var. Kalırsan Cuma pazarında dinelip ağzın açık çıkmak var. Hata-kudret bu kılıkla bir kapıya vursan dilenci sanıp kapı açmaz insanlar. Bir masaya varsan, ne derdin var diyen olmaz belki de. Bilmek için yaşamak gerek. Söze, öze değil, dize bakar kimiler.  Baktıkça dizelenir kalırsın kapılarda. Of ki, ooffff!
Gelmesin, bitmesin yazlar. Bir don, bir gömlek yeterde artar yazlara. Yıka yıka giy. Birazda yaktın mı güneşte teni tatilden dönmüş adam edasında dolanırsın orta yerde. Havan olur, fiyakan olur kardeşim.

Ellisinden sonra spor giyinmeye kalksan, hava şartlarında bünye el vermiyor. Giysen arkadan “dingilin giydiğine bak” diyorlar. Spor giyim ucuz mu? Servet ödüyor insanlar. Kışlık giyimde günceli öncelesen, of başıma gelenler. Ühhüüü, asgari ücretin kaç katı hesap çıkar adama. Gel de giy kardeşim. Kredi kartı hesabından bankalarla didişmektense Cuma pazarında ısrarla karıştırmak lazım kardeşim. Ben kendimi böyle ele verirken kürdanla diş kurcalıyor imajında kalıyor çoklar. Ben böyle derken ödün vermiyor fiyakadan kimiler. Kimi marka takılıyor kimi çarka. Bitmesin yazlar.. Bitmesin derken çoğalıyor burun akıntılarım. Şıp, şııııp! Sağlıcakla.