12 Aralık 2014 Cuma

TAKMA KAFANA


İnsanların acısını sorma, ifade etme biçimi üslubuyla, bilinciyle orantılıymış. Bir başka ifadeyle herkes kendi diliyle sorarmış acıyı. Bakmak öyle, görmek desen yine öyle.
Köylerin konuğuyum çok vakit. Konukluğum sürdükçe, duyarlılığım yazılara yelken açar oldum olası. Yıkılmaya meyletmiş, baykuş tüneği olmuş evleri gördükçe yalnızlığım çoğalır. Bu yalnızlıkla artar acılarım gün boyu günler boyu. Of ki of! Takma kafana diyenlere bozulurum küp küp. Sevinmeyi unuturum ay ay.  Üzülme diyenlere, sevinme bile diyemem nedense…
Evler köylere dönüşür, en ahşap yapıların içinde can bulur yaşam. Her yaşamın içinde onlarca öykü birikir, maniler dizilir ardı ardına. Manilerde sevdalar, hasretler, sevinçler halay çeker kendiliğinden. Düşler düşle çoğalırken eklenir her bir yaşama. Düşler yaşamdan çıkınca başlar en sıkıntılar..
Ayşe teyze ölmüştü dün. Ölürken düş kurmaya vakit bulmuş mudur dersiniz. Yaşamın içinde hangi düşü gerçekle buluşmadan uçup gitmiştir kim bilir? Köy bildiğim toprakta defnedilecekti bedeni. Arabamla koştum son görevi yapmaya. Ayşe teyze köy göçkünüydü. Göçtüğü köyde verildi toprağa. Üzüntümle boğuşurken arttı en acılarım. Ayşe teyzeden önce ölmüştü köyler. Evler yıkım yıkım yıkılıyordu. İskeleti sırıtıp kalmıştı çoğu evin. Kimsizliğin kimsesizliğin girdabında kaybolmuş yapılar. Benim acım büyümesinde kimlerin acısı büyüsün. Ben kime neye nasıl sevineyim. Acılarım katmerlenirken sevinmek neyin de nesi… Ben acılar yaşarken kim sevincin sarhoşluğuna düşer. Kim sevincin pazarını kurar.
Köyler sevincin pazarını kurarken öldü oysa. Tavuklar avlulardan ıradıkça rafa uzandı eller. Göçler düzdükçe bozladı toprak. Elli köy tavuğu en muhkem geçim kaynağıydı oysa. Geçimin, geçinmenin en alasıydı. Köyler öldükçe yok oldu en saf yoğurt. Gelin de siz sorun acımın hesabını. Benim şiir anlayışımla düzün en farklı dörtlükleri. Acılar benim boynumun borcu olmasın bir bir. Kentlerin konukluğundan sıyrılırken soyunun köylerin misafirliğine. Ölüşünü ölmeden görün bir kez daha.  Kentin karmaşasını arşınlarken köylerin yalnızlığını yüzünden okuyun. Gelinciği, kuş pidesini, karakavuğu, acı marulu, taşlıca alfatı, yaz elmasını, erik hoşafını, tarhanayı, köy ekmeğini, yumurtayı, tereyağını, kaymağı, teperotunu yeniden  keşfedin. Keşfederken yaşayacaksınız en acıları. Buruk hüzünlerin pazarında kalacaksınız. Kaldıkça benim dilimden, bakışımdan çoğalacak sorularınız sorgularınız. Sordukça vereceksiniz hak veremediklerinize. Gördükçe çoğalacak sevinişlerimiz.
Köyler öldükçe ölüyor sağlığımız ne haberrr! Köyler öldükçe yaşanmazlaşıyor kentler. En düzgün yollarda birbirine giriyor boyalı araçlar. Bu yüzden cevabını bulamıyor çocuklar onca sorunun. Tavuk mu yumurtadan yumurtamı tavuktan sorusuna şık bulamıyor işaretleyecek. Ne acı!.. Ölümleri gördükçe artar acılar. Gün gün alışır en acılara. Alıştıkça azalır sorular. Of, offf!

Bu yüzden erken olur ölümüm. Bu yüzden azalır uykularım. Bu yüzden inadına vururum tütüne kendimi. Vururken vurulurum yürekten. Vurulurken  can bulur “Deymen benim gamlı yaslı gönlüme” türküsü kulaklımda çınlar durur. Bir acı ki sorma gitsin.. Başımız sağ olsun. Takmayın kafanıza. Sağlıcakla.

23 Kasım 2014 Pazar

SABIR TAŞI

SABIR TAŞI

Toprakla uğraşılarım çok şey öğretti çok.  Öğrendiğimi sanmak yanılgıya düşürüyordur belki de. Türlü türlü bitkiler ekip biçiyorum ya.. Ekip biçtiklerimin yanında bin bir çeşit ot peydahlanıyor durduk yerde. Hiç emek vermediğim halde emek verdiklerimin yanı başında doğrulup yükseliveriyor arsızca. İstenmeyen bir durum yani. Kimi otların arsızlığı sabrımı zorluyor desem hiç yalan değil. Rüzgâr estikçe, yağmur vurdukça, güneş gördükçe nesli çoğalıyor. Hay Allah! Derken artıyor şaşkınlığım. Arsızla baş etmenin zorluğunu kestirmek mümkün mü, mümkün. Arsız otlar, terbiyeli bitki üretmekten vazgeçmeye zorluyor insanı. Vazgeçmeye niyetleniş ekmeğine yağ süreceğini bilirken, heba ediyorsunuz kimi vakit zamanı.  Zamanı heba ederken dikiliyor orta yere atasözleri. “Arsızın ekmeği bir dilim fazla olur” demişler mesela. Bu söz bile insanın mücadele azmini kırıyor durduk yerde. Kafanızı kurcalıyor saat saat, gün gün. Madem öyle “bırak” demek geliyor içinizden. Derken dikilip kalıyorsunuz öylece. Kaldıkça kayboluyor zaferler ne haber!
Rahmetli babam, kavun tarlasına mısır tohumu bile attırmazdı. Köken havasız kalır boğulur derdi. Eksek bile kökenin gelişim evresinde mısırı köklettirirdi. Biz onu köklesek de kaynaş otları boy atardı habersiz. Of ki of! Biz yorulmasak da çapalar yorulurdu en dar vakitlerde. Zerresi kalsa toprakta yeniden boy atardı. Bıkarken bıktırmayı bilmek gerekti. Yoksa, yoksa eksilirdi zaferler.
Gölge verenle vermeyeni ayırmak lazımdı. Faydalıyla, faydasızı da.  Ayırmak o kadar zor ki! Ayırmak öylesine zahmetli ki! Benim gücüm nedir ki? Sabrımın ölçüsü kaç dirhem bilmem ki? Bu noktada sorular çoğaldıkça mağlubiyet çukurunun kıyısına gidip gidip geliyor insan. Ne acı… İşbirliği, el birliği uçup gidiyor laf kalabalığında. Hey gidi hey!...
Zafer sahibi olmak isteyince yorulmayı göze almak gerek. İrfan sahibi olmak içinde okumak yazmak. Gördünüz mü iddialı lafları. Gördünüz mü yara deşen adamı. Hay Allah!...
İlkokul öğretmenim yazmaya en kolayından başlatmıştı. Sonra karmaşık bir sürü işaret. Zorundan başlatsaydı öğrenmem ne kadar zahmetli olurdu. Zoru görenin, zorlanacağı muhakkaktı. Hatta zorlayacağı da. Okuyup yazmasam düşüncem bile güdük kalırdı. Güdük düşünceyle edebi terbiyeden söz etmek mümkün olmazdı kardeşim!
Bizim dairede on kapıda on anahtar. Aman yarabbi! Şangır şangır maşallah. Anahtarları düğün yerine götürsen zile gerek olmaz sanırım. Ne yaparsınız ki bir anahtar bir diğer kapıyı açmaz yapısının gereği. Ya anahtar olarak edep, irfan hangi kapıyı açmaz ki. Dünyanın öbür ucunda bile kutup noktasıdır bence. Bu yüzden artıyor edebe, irfana karşı hayranlığım. Bu hayranlık içimi doldurdukça yüreğim genişliyor. Genişlerken daraltıyor kaynaş otları.
Okumayı öğrenmek için dinlemesini bilmek gerek. Bu noktada önem kazanıyor büyük dedemin hikâyeleri. Aklıma üşüşüyor gümbür gümbür sözleri. Edebi olmayan irfan, tek başına neye yarar ki? Bu yüzden gürülder kimiler. Bu yüzden yakıp yıkarlar. Bu yüzden gözyaşı emiciliği yaparlar. Offf, of!.. Oflarım ahlara denktir benim. Oflarım, ah etmenin bir başka sürümüdür açıkça. Yılgınlığımsa değildir asla.
Toprakla uğraşılarım çok şey öğretti çok!... Sabrı belledim önce. Beklemeyi belledim akıl hanemde. Beklerken gördüm nice arsızlığı. Beklerken, edebin kimilerinde yüklenmiş güçle yok oluşunu uzun uzun seyrettim. Ki onların edebi kıt irfanı zayıftı zaten. Vah ki vah! Beklerken çoğaldı umutlarım. Beklerken gördüm kaynaş otlarının son yıkılışını çok vakit.
İnsan okumasını öğrendikçe, dinlemesini bildikçe anlıyor çok şeyi. Anladıkça hikâyeler çoğalıyor dilinizde. En dramatik piyesler bile tane tane dillenip çıkıyor önünüze. Çıktıkça, sonbahar gecesindeki ayla, İlkbahar gecesindeki ayın ayırdın da oluyorsunuz. Biri gam, biri neşe diyorsunuz yazının bu noktasında. 

“Yine gam yükünün kervanı geldi” şarkısının ezgisi dilinizdeyken, sabır taşını göğsünüze yapıştırıyorsunuz, yorulsanız da… O kadar, o kadar işte! Nereden nereye…. Sağlıcakla.

6 Ekim 2014 Pazartesi

KUŞLARIN AYNASI


Ben ne kötüyüm. Ben ne fenayım!. Kötülüğüm insanlığı yakıyor, fenalığım en insani yanlarımı törpülüyor benim. Kim ne kadar yuhlar çekse azdır bana. Hatta yüzüme tükürse kimiler.. Tükürüklü suratı resimleyip sosyal medyaya koysalar mesela. Of ki of!
Bir itirafçıyı bulmanın sevincini yaşayın içinizde. Sevinirken sorgulayın beni. Kendi kendini ele veren zor bulunur bu devirde. Ele geçirmişken fenalığımın dedikodusuna durun siz.
Bugün onca telaşın arasında emektar traktörümün on iki numara çiftli pulluk ardında beş dekar tarlayı devirmeye soyundum. Kargalar, kuzgunlar, sığırcıklar, çobanaldatanlar sardı sürdüğüm tarlayı. Pulluk çizileri düğün alayı gibi kuşlarla dolup taştı. Onlar bile fenalığımı hatırlattılar her çizgide. Ürkek duruşları, şüpheci bakışları bunun işaretiydi, tamı tamına. Kuşlarla olan iletişimsizliğimi gördükçe tuşlarla olan iletişimim geldi gözlerimin önüne. Telefonun, laptopun, bankamatiğin, kumandanın tuşuyla kurduğum teması kuşlarla, insanlarla kurabilseydim keşke dedim içimden.
Kuramadığım için ıradı bayramlar kim bilir. Bu yüzden bayram olmaktan çıktı çoğu şey. İnsanla ağlamadım, insanla gülmedim. Tuşlara dokunmanın kayıtsızlığı sardı gün gün aklımı. Dokunurken dokundurtmadım insanlığıma. Of ki of!.
Kuşlar bile fenalığımın farkındayken, insanoğluna çaktırmadım kötülüğümü. Ben öyle sandım belki de. Beş dekarlık tarlada döndükçe sorular, sorgular çoğaldı beynimde. Tarttım, tartıldım kendi kendime. Televizyonun kumandasına dokunduğum kadar insanlığa dokunabilseydim keşke. Tutsağı olduğum boşlukları insani değerlerle doldurabilseydim. Ah ki ah!
İnsanın hatta dostların ürkekliğini gözlerime yapıştırdı kuşlar bugün. Yüzüme vurdular apaçık. Vurdukça utandım şairliğimden!. Duygularda harman savurduğumu sanırken duygusuzluğumu hatırlattılar. Güvensiz duruşuma ayna tuttular an an. Bu aynayla arifeden kuracağım bayramları. Kötülüğün tutsaklığını arife sularında yıkamanın gayretinde olacağım yıkayabildiğimce. Tuşlara dokundukça ıradığım ne varsa toplamaya gayret edeceğim. Sözüme de güvenilir mi benim bilmem ki.. Tuşların kurduğu tuzağı bir sözle yırtıp atabilir miyim ne dersiniz.
Şairin bahsini ettiği ovaları, yaylaları bile kirlettim ben. Düzlüklere nice engebeler ekledim ellerimle. Vah ki vah!

Ah kuşlar, hey gidi sığırcık, çobanaldatan. Sizi düşünerek, hayal ederek ve de nice soruyu tekrarlayarak uykulara dalacağım dalabilirsem. Sağlıcıkla..

13 Nisan 2014 Pazar

VERMEK Mİ, ALMAK MI?


Atasözlerinin tecrübe imbiğinden geçerek söylenmiş sözler olduğunu bilirim. “iyilik yap denize at, halk bilmezse Halik bilir” denmiş mesela. Sevecen ve iyi insan olmanın yolu da iyi niyetli eylemlerden geçer. Eylemsiz kalarak hangi iyiliği gerçekleştirmiş olabilir ki insan. İyilik yapmanın kalıplaşmış bir reçetesi var mı diye soran olsa ortaya koymak elbette ki zor. Kimin sözüdür, kim demiştir şu an hatırlamam zor ama “karşılıksız veriyorsak hiç bir şey vermiş olmazmışız” mesela. Karşılıksız verebilmek, üstelik en doğal biçimde bu eylemi gerçekleştirebilmek, insanın öncelikle kendine hizmet ettiğini bilmesinden geçtiğini sanırım. Topluma ve onun içindeki bireylere hizmet etmek, bu yolda gayret sarf etmek, insanın düşünce kalıbına yerleşmiş olmalı öncelikle. Nemelazımcılık bu düşüncenin yerleşmemiş olmasından olsa gerek.
İnsanın niyeti hizmet etmek olunca en kestirme, en kolay yollar kendiliğinden ortaya çıkıyor. Anam “Allah bilsin oğlum!” derdi. Bu söz en derin ifadeleri barındırırdı içinde. En derin anlamla iyi niyetli olmanın keyfi, huzuru, sevinci başkaydı. Kaybedildiği sanıldığı anda kazandığını görür insan. İyi niyet barındırmayanlar kazandık sanırken kaybettiklerinin farkında bile olamazlar, ne acı…
Yaşlıya yer vermek iyilik örneği mesela. Bu iyiliğin karşılığı en başta insanın içinde oluşturduğu huzur. Bundan ötesini beklemek iyiliği amacından saptırdığını bilirim. Bu güzel duyguyu kim tatmak isterse teşekkür bile beklemeden iyilik yapmayı denemelidir.
İyiliği düşündükçe insanın ruhu genişler. Aksine durum inadına içinizi karanlıklara sürükler durur. Doğruluk varken, eğrilik neden olsun. Yunus’un doğruluğu içinde oluşan hizmet aşkından olsa gerek.
Yüreğinde iyilik kalıpları şekillenmiş olan kişinin bünyesinde hangi sevgi haleleri eksik kalır? Tüm  bunları kendi yüreğimizde hissetmeden nasıl oluşur bilmem ki..
İçinde yaşadığımız çevredeki hatta dünyada ki insanların yokluğunu farz edelim anlığına  mesela. Düşündüğümüz hizmeti, iyiliği bu anlamdaki tüm insani değerleri başkalarının olmadığı ortamda nasıl dışa vurabiliriz. Of ki, of! Kendi adıma insan ot gibi kalır ot.. Böyle düşününce tek başına kaldığımız dünyanın anlamsızlığını bile kavrıyor akıl.
Öfkemizin bile insanların varlığında anlamı var.  Hizmetten, iyilikten, sevgiden bahsederken, öfkeyi cümlenin arasına sıkıştırmak ne kadar yersiz. Bir uçtan bir uca koşmak kadar yorucu aslında bu durum.  Sevgiyle öfke arasında yeldirirken bile anlaşılıyor başkalarının kıymeti. En azından ben öyle algılıyorum. 
Ayla güneşi kıyaslayın birde. Güneş tam olarak ışığın kaynağı. Aysa aldığı kadarını yansıtan. Şimdi, “Veren el, alan elden üstündür” atasözü çınlıyor kulaklarımda.  Bu sözle verici olmanın önemini daha iyi kavrıyor akıl.  Kavradıkça; sevdikçe sevileceğini, hizmet ettikçe hizmet göreceğinizi fark ediveriyorsunuz. Karşıt kavramları düşündüğünüzde olumsuzlukların çoğalacağının tahmininde zorlanmıyorsunuz.

Bu yüzden içimizdeki sevgileri çoğaltmanın, çoğalan sevdayla insana, insanlığa hizmet etmenin aşkını dışa vurmanın zamanı olsa gerek demeyi bir görev belliyorum. Bilmem haksız mıyım? Sağlıcakla…

7 Nisan 2014 Pazartesi

BABAMIN TEMBİHİ -ANAMIN DUASI

Gelecekte ne olacağını bilmenin imkansızlığını bilirim.  Bilemeyişin bilinciyle durarım dua bellediklerime. Hayırlısını dilemenin gücüne sığınırım her daim. Gönülden arzuladıklarımın olabilirliğini de olmayabilirliğini de hesaba katarım. Hesaba katmanın enerjisi iç huzurumu çoğaltır durur.
Her yazıya başlayışta ömrü bereketlensin anamı hatırlatmanın alışkanlığı oluştu. Bu alışkanlığın okuyucuyu ne kadar sıktığını tahmin etmek zor. Gerçek şu ki anaların davranış ve duruşlarının insan hayatında önemli bir yeri olduğu kesin. Ya da belli yaştan sonra onların bilgi ve tecrübesinin farkına varıyor belki insan. Bu varışla dile dolanıp duruyor anam.
Anam “Hayırlı yazılar yazsın Rabbim” derdi. “İyi insanlarla karşılaştırsın” diyerek dualar etmeyi ihmal etmezdi. Babam rahmetli kısaca “dikkat etmemizi” sık sık tembihlerdi. Bu tembihlerin, tecrübenin, tedbirin işareti olduğunu anlamak küçük yaşlarda en zor şeylerdendi belki. O yaşlarda tembihlerin sıkan, bunaltan çokça yanları olurdu. Anlamazdık, anlayamazdık neyin neden dendiğine. Ayrımında olamazdık belki de. Tembihlerin tecrübe imbiğinden süzülüp geldiğini ilerleyen yaşlarda anlıyor, anlayabiliyor insan.
Yaşadıkça , gördükçe, nice öyküleri okudukça  tembihin anlamını, farkını fark ediyor insan. Aslında gelecekte ne olacağını bilmemenin rahatlığı, iç huzuru oluşturuyor belki de. Bu huzur mutlu kılıyor insanı. Bu huzur inancın, dolayısıyla kabullenmenin kendisi olsa gerek.
Bu esnada Dr. Richard Carlson’un öyküleri gözlerimin önüne dikiliyor. Bir gün köyün çiftçilerinden biri bilge adama telaş içinde gelerek; Öküzüm öldü. Tarlamı sürecek başka hayvanım yok. Söyle bundan daha kötü bir şey gelecek mi başıma. Bilge; olabilir de olmayabilir de cevabını verir. Telaşla köyüne dönen çiftçi bilgenin aklını kaçırdığını söyler. Ertesi gün çift sürmek için başıboş gezen bir atı yakalar çifte koşar. Bilgenin haklı olduğunu düşünür. Tekrar bilge adamın yanına gider. Tekrar başına kötü bir şey gelip gelmeyeceğini sorar. Yine olabilir de olmayabilir de cevabını alır. Yine bilgenin keçileri kaçırdığını düşünür.  Sonra oğlu attan düşerek bacağı kırılır. Aynı soru, yine aynı cevap. Sonrasında köyün bütün erkekleri çıkan savaşa çağrılır. Büyük ihtimal herkes ölecekken, bacağı sakatlanan oğlan köyde kalan tek erkektir.
Bu sonucu önceden kestirmek zordur. Ama biz insanoğlunun istediklerimizin gerçekleşeceğine dair inanma meylimizle sıkıntı yaşar dururuz çoğu kez. Edindiğimiz huylarda bizim mutlu veya mutsuz olmamıza katkı yapar.
Bu sebepledir ki yazılarımda sevgi, sabır, anlayış, iyilik alçakgönüllülük ve huzur gibi nitelikli kelimeleri tekrar eder dururum. Her tekrar hatırlamak için, nitelikli davranışları yüzeyde tutmak için gereklidir. Aynı zamanda yüreği temizleyen, genişleten bir yoldur bir diğer yandan. Kötülük içeren niteliklere sarılanların hangi düzgün alışkanlığı olabilir ki… Edindiğimiz kötü ya da iyi huylar değil midir insanı belirleyen. Edindiği huylara göre iyi ya da kötü anılmaz mı insan.
Ailenin ebeveynlerin bu yüzden önemi büyük. Bize kazandırdıkları düzgün huylardan dolayı anamdan bahseder dururum. Yüreğimize yapıştırdıkları inançtan dolayı, en donanımsız yapılarına rağmen doğru kavramları belletişlerinden sayıklar dururum babamı. İnsan olmanın uzağında kalmaktan korkarım belleyişlerle. Bu yüzden şükreder dururum.

Babamın tembihlerini kulağıma küpe yaparken, anamın dualarına sımsıkı sarılırım. Sağlıcakla.  

5 Nisan 2014 Cumartesi

SIRAYI BEKLEMEK


Çocukluğum konuşma sıramı beklemekle geçti. O bekleyiş öğretti sabrı. Her bekleyiş yeni umutlardı oysa. Her bekleyiş aydınlıktı gepgeniş.  Sınıf içinde söz istemeye parmak kaldırış umut etmekti. Her umut yeniden soluklanmaktı. Her soluklanış  olgunluğa ulaşmaktı kim bilir…. Soluklanışlar başkalarına saygı duymaktı aslında. Saygı duyarken gördük saygısızlığı çoğu kez. Görsek de, sadece konuşmuş olmayı huy edinenlere gülüp geçtik elcümle. Dert etmedik, edinmedik bekleyişleri. Sıramızı beklemenin keyfine şükrettik.
Anam, “bırak konuşsunlar” derdi. Hatta, çok konuşanın çok yanılacağını ifade ederdi. Ederken “son gülen iyi güler” demeyi sözlerine eklerdi. Hey gidi hey! Hey gidi anam hey!
Biz sıra beklerken aklına geleni konuştu çoklar. Konuşurken yeltendiler en temiz dünyaları yakmaya. Soluksuz konuştukça arttı yüreklerinde karanlık odalar. Konuştukça salyalar savurdular avurtlarından. Yayılan her salya kendi insanlıklarını öldürdü oysa, ne yazık…
Ölen insanlığı gördükçe çınlar kulaklarımda en muhkem sözler. “Söz gümüşse, sukut altın” derdi anam mesela.  Of Of!. Söz gümüşse sukut altın. Söze bak söze. Şu anam akıl küpü, şu anam sır küpü sır!
Ne de kızardım “konuşup durma” dediğinde. Dilimden fırlamaya meyilli her kelimeyi soluklanışlar hapsettiğinde, nasıl da bunalırdım kimi vakit. Nerden bilirdi, kimden öğrenmişti böyle sözleri bilmem ki anam.
Gümüşü kapmaya meyilliler altını kaçırdıklarının farkına bile varamadılar. Ayrımında olamadılar en yakıcı, en yıkıcı kelimelerin. Kazandık sanırken kaybettiklerinin, konuşurken konuşulmadıkların hesabında olamadılar. Vay ki vay!.
Ben hala sıradayım. Ben hala soluklanmadayım. Ben hala sukuttayım. Dilliyken, dilsizim. Sözün ustasıyken sözsüzüm. Ben hala sabırdayım. Bu yüzden en mutluyum, kim bilir.. Ben sabra sığındıkça ertelemesizdir iç huzurum.
Anamın sözlerinden dem vururken babamı es geçtiğim sanılmasın. En uzun nutukları babam çekerdi. Her istediğim öğüt uzun nutuklara dönüşürdü. O nutkunu uzattıkça en kestirme yolları bulurdum ben. Zor yollar bu yüzden kestirme kalırdı. Öğütle öğünmeyenler hamlığın, soluksuzluğun, karanlığın yolcusu oldular. Ne yazık..

Dostların ve büyüklerin öğütlerine kapalı kalanlar soluklanmadan konuşmaya ne kadar meyilli…Başkalarının düşüncelerine kapalı kalanlar, kendilerini geliştirmek için hangi istek ve arzunun içinde olabilir ki. Dedemin, babaannemin, velhasıl büyüklerimin sevgileri yüreğimde gün geçtikçe büyüyor bu yüzden. Sözleri nutuğa dönüşse de daha fazla dinleyebilseydim keşke. Keşke onlar konuştukça hep sırada kalıyor olsaydım ben. Eksiklerimi onların öğütleriyle yamayabilseydim. Nutuk saydıklarımdan nice ayrıntıyı kaçırmışımdır kim bilir? Ah edişlerin, keşkelerin faydasızlığını düşünürken, düşünüyor olmanın yarattığı hoşlukları bilirim. Bilirken yeltenirim bildirmeye. Düşünürken yüz vermem aldanışlara. Yüz vermezken doluşur yüreğime altın küpleri. Öğütlerle doldurduğum küpler ne zengin şimdi. Boş küpleri gördükçe dolduruyorum gözyaşı şişelerini. Şeytanla yoldaşlık edenlerin eşeledikleri külü gördükçe doluyor şişeler. Bu da benim gibi nicelerin insanlığı herhalde. Eşeledikleri külün tahliline soyunmayanlar hangi aydınlığın yolcusu olabilir. Ah ki ah!... Tahminlere göre insan günde elli bin düşünce üretebilirken kül eşelemeyi sürdürenlerin oranı nerede kalır ki?  Ben hala sıramı bekliyorum. Sağlıcakla..

5 Şubat 2014 Çarşamba

İKRAM YARIŞLARI


Dedemin nesli derken ebemin masallarından bahsederim hep. Hatta anamın mutfak araç, gereçlerinin evriminden, kış kurutmalık sebzelerinden dem vurur dururum. Bu vuruş iyiye mi kötüye mi diye de kendi içimde ölçüler tutmaya çalışırım. Duygular, düşünceler arasında gelgitler yapar durur. Hangisi eğri hangisi doğru karıştıkça apışır kalırım.
Büyük dedemin ölümünü hatırlarım bir de. O günlerde komşular arasında var olan sosyal dayanışmayı bugün gibi hatırlarım.  Cenaze evine yapılan ikramları, okunan kuranları çocuk hafızam nasılda kaydetmiş.  Komşu köylerden taziyeye gelen misafirlerle ilgilenmek bile komşulara düşerdi. Hiç kimse cenaze sahiplerinden ikramda bulunmasını beklemezdi. Aksine herkes ikramda bulunmanın gayretinde olurdu. Ağlayışlar sessiz sedasız, içten içe kalırdı.
Güncel uygulamalar nasıl da farklılaştı. Bu farklılaşma karşısında hangisi doğru hangisi yanlış şaşırıp kalıyorum nedense. Cenaze namazına katılanlara düğünlük yemekler  ikram etmezse ayıplanacak duruma geldi. Of Allah’ım!… Bu konuda usta aşçılar görevlendirmeye başladı cenaze sahipleri. Günlerce hastalıkla mücadele edilmiş, masraflar çekilmiş ekonomik olarak yıpranmış pek çok cenaze sahibi ikramda bulunabilmenin telaş ve masrafın kaygısına düşüyor artık. Düşmese ayıplanacak alimallah. Günah işlemiş algısı oluştu, oluşacak.
Geçtiğimiz günlerde bizim mahallede oturan güney doğulu bir komşumuz vefat etti. Laf lafı açtı, konu güney doğudaki cenaze defin ve sonrasındaki uygulamalara geldi. Taziye çadırı kurulup taziyeler burada kabul edilirmiş. Hatta bir hafta boyunca taziyeye gelenlere konu komşu ikramda bulunurmuş. Kesintisiz kuranlar okunurmuş. Tıpkı büyük dedemin ölümünde olduğu gibi. 
Trakya’da düğünlere katıldım. Düğün sahibi gelen gidenin ağırlama telaşında bile kalmıyor. Sadece hoş geldin demekle mükellef. Gerisi komşuların omuzlarında. Kahvaltısından, yemeğine kuş sütü eksik yani. Sonrası bırakın köyleri kent merkezlerinde bile sürüp giden akraba günleri. Akrabalar akrabalığın huzurunu yaşıyor, yeni nesiller birbirine yakın olmanın keyfini sürüyor. Hay Allah.. Ben en yakın akrabalarımın çocuklarıyla karşılaşsam tanıyamaz durumdayım. Ne acı!
Bu konularda iddia öne sürecek donanımda olmadığımı ifade edeyim.  Dünle bugün arasında yaptığım karşılaştırmalarda gördüğüm zıtlıklar kafamı karıştırıyor o kadar. O karışıklıkla klavyenin tuşlarına basıyorum.
Büyük kentlerin ilçe belediyelerinde gördüğüm bir başka uygulamadan bahsetmek isterim bir de. Hangi evde düğün var, hangi evde cenaze var. İlçe belediyesi düğün çadırını, çay ikram aracını kurup elemanlarıyla ikram hizmeti sunuyor. Cenazeler de de aynı uygulama sürüp gidiyor. Bence sosyal destek.   Ne de, güzel uygulama..
Geçtiğimiz haftalarda Koşu ilçelerimizden Emet’in köylerinden birinde cenaze namazına katıldım. İlçe müftüsü orada hazır. Telkinler, vaazlar.. Nerede, hangi köyde cenaze varsa müftü bey mutlaka orada olurmuş.. Alkış tutmak geliyor içimden.
Şimdi benim kafamda bile doğru-yanlış, haram- helal kavramları birbirine karışık. İlim sahipleri yanlış uygulamaları ifade edip toplumu aydınlatmak durumunda değiller mi? Geleneklerimiz, örfümüz, kültürümüz hatta dini değerlerimiz gıdım gıdım şekil değiştirmiyor mu? Algılar farklılaşmıyor mu? Değişen algıyla yanlışlar doğruyla yer değiştirmiyor mu?
Yanlışlarımız konusunda kim, hangi kurum, hangi müessese toplumsal bilinç oluşturacak. İfade ettiklerim konusunda bir yanlışım varsa kim beni bilgilendirecek. Örfümü âdetimi, geleneklerimi, hatta dini inançlarımı kim bana yeniden anlatacak.
Özellikle cenaze evinden ikram yarışına girildiği nokta da kim doğruları haykıracak. Donanımlı olanlar öne çıksın. Sağlıcakla

31 Ocak 2014 Cuma

AĞACA TAKILAN UÇURTMA


Muhtar adayıyım ya, halkla ilişkiler artarak devam ediyor. Bunca yıl okuduğum, dinlediğim öykülere yenileri ekleniyor. İçinde insanın olduğu her öykü heyecan verdiği kadar düşündürüyor. Kimi zaman en derin üzüntülere sevk ediyor. Düşünmenin yanı sıra üzülmek, insan olma sorumluluğunun gereğidir bildiğim kadar. Hissiyatın ortaya koyduğu değerdir bir diğer yandan. Düşünmek top yekûn sevmektir. Sevmediğimiz hangi şeyi düşünmeye değer buluruz?..
Her seçim süreci hep böylemi olurdu acaba? Benim içinde olmadığım süreçler aynı şekilde mi işlerdi ki? Hay Allah! Meğer içinde olmadığın süreçlerde insan davranışları üzerine neler kaçabiliyormuş. İyi ki içindeyim ben. Bugüne değin kaçırdığım çok şeyi öğrenip kavrama fırsatını yakalamak, şans olsa gerek. Karakter tahlilleri de eşantiyon gibi. Topladığım eşantiyonlar, en muhkem yerlerde madalya misali asılı duracak.
Mahalle de muhtar adaylığım söz konusu olunca ilk basımı 1970 yılında yapılan Fakir Baykurt’un Anadolu Garajı adlı kitabındaki “Köy Mührü” adlı öyküsü aklıma geldi. Bu öykü hatırladığım kadarıyla “Muhtar oldu burnu büyüdü. Önceleri yerle birdi. Saygılıydı. Burnu büyüdü, kocaman şimdi!” diye başlıyordu. 
 Yetmişli yıllardan kulağıma küpedir. Burnun büyümesinden, saygının terk edilmesinden korkmuşumdur hep. Bu korkuyla edebimizi, ahlakımızı, kültürümüzü insanlığımızı bezemeye çalıştık çok şükür. Alt yapısı zayıflar, etiketin etkisiyle kendilerinden geçtiler. Her geçişte yeni dolap çevirmenin yollarına koyuldular. Ne kötü.. En erdemliler şer korkusuyla yeri geldi “gık” demediler, diyemediler.
Ahmet Yaşar Çakmak hoca gibi donanımlı insanlar da bu konuda sayfalar dolusu yazılar yazdı. Okuyan, okumasını bilenler onun yazdıklarını da kulağına küpe etti mutlaka. “İdareci-Yönetici Dediğin…” adlı yazısında bakın nelere yer vermiş.
Müslümanların işlerini üstlenip de onlar için çalışıp çabalamayan hiçbir idareci onlarla cennete giremez.(Müslim, iman 229 sayfa 311)
Yazının bir başka bölümünde İbn-ni Mübarekten alıntı yaparak “ İdareciler halkın çobanıdır. Çoban kurt olursa sürü nasıl güdülür?.” Notunu eklemiş. Efendimiz Sav den şu sözü nakletmeyi unutmamış. “Allahım! Her kim milletin işinden bir vazifeye tayin olunur da onları meşakkate düşürürse, Sen de onu meşakkate düşür!
Aman Yarabbi!.. Gördünüz mü işin hassasiyetini. Mührü ele geçirmek için zulmü makul görenler, dedikoduya meyledenler, yalan dolanı diline pelesenk edenler hangi meşakkatin içinde, hangi gaile kuyularındadırlar bilmem ki….
Muhtarlığa adayım ben. Yüreğimdeki hassasiyet, okudukça artıyor, korkularım daha da çoğalıyor. Bu çoğalmanın iyiye işaret olduğunu biliyorum. Bu çoğalmanın toplumsal hizmette yarar sağlayacağını hissediyorum. Hissetmeyenleri kör kuyularda kendi kör dövüşleriyle baş başa bırakıyorum.
Yurdunu seven ve onun sorunları üzerine düşünen biri olarak toplumsal hedefler bireysel hedeflerimizin çok önünde olacaktır. Bu gaye ve amaçla aydınlanmayı, bu maksatla aydınlatmayı benimsedik. Bu benimseyişle hedefler koyduk önümüze. Düşleri düşledik, fikirler öne sürdük. Derdimiz bir çiğnem sakızla avunmak, avutmak değil, ya da topitop yalatıp kandırmak değil, çok yönlü kalkınmışlığı sağlamaktır.

Muhtarlığa adayım ben. Ağaca takılan uçurtmaları unutmadım. Hatta sekseklerim, saklambaçlarım, körebelerim, çelik çomaklarım hala avuçlarımda. Avuçlarımın diğer yarısında toplumsal hayaller, özlemler, beklentiler. Dahası bir çırpıda sayabileceğim en yüce değerler. Hüner büyük gözükmek değil. Hüner bir tık da olsa insan olmaktan uzak kalmamak. Uçurtmanın daldan kurtulması da önemli mi önemli. Sağlıcakla.

10 Ocak 2014 Cuma

AÇIKGÖZ!


Bizim köye ilk radyo 1959 yılında “Açıkgöz” lakaplı merhum tarafından getirilmiş. İlkler önemlidir. İlk lüks denen aydınlatma aracı da 1965 te köyden ilk “alamancının” gidip izne dönmesiyle gelmişti. Of Allah’ım, bu da neymiş. Radyonun geliş öyküsünü, yaşananları bire bir yaşamam imkânsız. Çünkü tarih olarak daha doğmamışım bile. Ama büyüklerden çokça dinleyen birisiyim ben. Merak da olunca insanda hatıralar kendiliğinden birikiveriyor. Yıllar sonra anlatma görevi de yine bize düşüyor.
Adama boşuna “Açıkgöz” dememişler. Fakat gezmiş ki görmüş.  Görmüş ki radyoyu satın alıp köye getirmiş. İlgi odağı olacağını, radyoyu satın alırken keşfetmiş belki de.  Vay be… Helal sana Açıkgöz..
Bataryalı, lambalı bişey. Goca köylü karşısına geçip uzun uzun seyretmiş.  Radyonun birleşme noktalarına gözünü yaslayıp, içindeki konuşanı görmeye bile çalışanlar olmuş. Cık cık! çekenler mi, dudak bükenler mi, ibretle seyredenler mi, karşısında esas duruşta duranlar mı, hatta şeytan icadı sanıp korkudan titreyenler mi, yüzünü örtüsüyle bürüyenler mi, ve havle çekenler mi hangisini sayayım bilmem ki.. Aslında köye yeni olan bu aygıtı seyredenlerin yüz hatlarını kafamda üç aşağı beş yukarı tahayyül ediyorum ben. Resmetme becerim olsa net biçimde ortaya koyacağım görüntüyü.
Ben böyle saydıkça bu süreci yaşamamış, tasavvur etme zahmetine katlanmayanlar benim insanıma cahil, görgüsüz, geri kalmışlık anlamına gelecek pek çok damgayı vurmasından korkarım. Hatta acıma hissiyle bakanlar bile çıkabilir. Bu ön yargıyı taşıyacak olanlara peşin peşin ülkemin tarihi sürecini okumalarını tavsiye ederim haddimi bilerek.
Açıkgöz’ün iki oda evi günlerce dolup dolup taşmış. Bakmış olmayacak evin penceresine çıkarıp sesini de açarak camdan yayınları dinletmiş. Bu esnada değmeyin Açıkgöz’ün keyfine. Yan taraftaki sedire bağdaş kurup, gurum gurum kurulmuş. Sepetine, bohçasına öteberi koyup radyo dinlemeye gitmiş insanlar. Of ki of!
Ne yalan söyleyeyim benim çocukluğumda da doğru dürüst giysi yoktu be!.. Öyle atletmiş, gömlekmiş, pantolonmuş nerde kardeşim. Baş aşağı dokuma fistan yeter de artardı üst başa. Belki de kolaylıktı bilmem ki..  Ayakta da kaynatma denen lastik. Çamaşır kili, baş kili, tuz gibi şeyler deve yükleriyle gelirdi nerden gelirdiyse. Sinemaymış, tiyatroymuş bunları hayal bile edemezdiniz.  İnsanım kıt imkânlara rağmen ihtiyaçlarını kendisi üretirdi, üretebildiği kadar. Düğünlerde orta oyunları olurdu seyirlik. Kız kaçırma, mera satma, şeytan, deveci gibi oyunları değişik türlerde sergilerdi köyde yeteneği olanlar.
Birde ayıcılar gelirdi çocukluğumda bizim köye. Hem de taaaa Hayrabolu’dan.  Hayrabolu bizim köy hattını düşünüyorum da şaşırıp kalıyorum. Köy köy dolaşmaları aylarını, belki de yıllarını alıyordu ayıcıların. Koca karıların (!) nasıl yattığının farkına o ayılar sayesinde varmıştık biz.. Hay Allah…Ayıcıların yerini farklı cihazlar aldı şimdi. Seyirlik, ibretlik karmakarışık hem de..
Karışıklık içinde öküzün yemini yiyip dananın yerine yatanların farkına bile varamıyoruz artık. Gördünüz mü uygarlığı. Gördünüz mü geldiğimiz noktayı. Az buçuk tasavvur ettiniz mi benim insanımın çektiği çileyi. Çekilen çileleri düşündükçe kumru gibi susup kalıyorum ben. Şaşıyor, şaştıkça apışıyorum. Benim gibi şaşıranlar ha bire oyun isteği gönderiyorlar feesten(!). Oyun oynayacak derman  yok ki bende.. Neyse, bu da ayrı mevzu aslında.
Bu dermansızlık içinde hangi ateşli yazılar dökülür kalemimden. İçi bütün aşklardan, sevdalardan,  şen şakrak türkülerden, dillenmiş bülbüllerden, mutluluktan nasıl haber salarım.
Hal bu ki aşk deyince, sevdadan dem vurunca, uygarlıktan söz açılınca kıvılcımlar çakardı gözlerimde.  Yıllar beklentileri törpüler mi? Bekledikçe kırılır mı ümitler bilmem ki. Umutlar kırıldıkça ahlaksızlığın hükmünde kalınmasından korkarım bir yandan.  Yaşamak yormamalı insanımı.  Umutlar korunmalı gün gün.  De! …. Nasıl, nasıl!?

Fistanla geçen çocukluğumun mükâfatını görmeliyim ben. Göremiyorsam, gecikiyorsa sorun yine bende mi dersiniz? Gecikmenin hikâyesi her önüme çıkana alkış tutmaktan mıdır? İlerleme yolunda ilkleri görmek hakkım değil mi sizce? İlkleri başkaları mı sürer hep piyasaya. Ben söğüşlenecek adam durumunda kalmaya mahkûm muyum? Ne dersiniz?  Sağlıcakla.