6 Ekim 2017 Cuma

SÖZLEŞ ME!..

                SÖZLEŞ ME!

Yedi bin yıllık kadim bir medeniyetin izlerini taşıyan bölgemizin doğal güzelliklerinin yanında zengin kültürel mirası da vardır. Giyim kuşamdan yeme içmesine, coğrafi yapısından iklimine, kendine has özellikleri göze çarpar. Çarpar da bunları koruyup kollayamamaktan dert yanarız çoğu kez. Yanarken, kendimizi saf dışında tutarız nedense. Koruyup kollamakta kişisel eksiğimiz yokmuş gibi davranırız. Bu davranış şekli sürdükçe çok şey çorba olur birbirine karışır. Karışanı birbirinden ayırmak zahmetli ve oldukça çetrefilli iş kardeşim.
Çorbalarımıza bakın tek tek. Tarhanasından tutmacına, mercimeğinden oğmacına say da say. Her birisi ilaç gibi ilaç. Sıcacık yumuşacık.  Hamur işleri, dolmaları, tatlıları, et yemekleri her biri lezzet küpü. Yeme de yanında yat derler ya, tam o türden.  Dar iklim şartlarına göre yetiştirilen toprak ürünleri harikadan öte. Bunun içindir ki büyük kentlere kilo kilo, torba torba ürün gidiyor. Hatta yurt dışına bile. Amatörce yapılan üretimler hakikaten bir anlam taşıyor, değer buluyor. Domatesi, patatesi, kavunu, karpuzu, boncuk fasulyesi,  börülcesi, elması, armudu, eriği, şeftalisi, zerdalisi ağız tadı ağız. Bize düşen ne? Bu güzel coğrafya da geleneksel de olsa üretimi sürdürmenin yanında yerel tohumlarımızı koruyup kollamak. Var olan topraklarımızı elimizden geldiğince işlemek. Kentlerde kaldırım eskitmekle, Havuz başlarında, çınar altlarında boşa lakırdı yapmanın yaramıza merhem olmayacağını bilmek gerek.  Hayatı anlamlandırmanın yolu üretimden geçer üretimden. Üretmek zenginliktir. Üretmek kahramanlıktır. Üretmek bir şeye dokunmak, el atmaktır, ülkemize arka çıkmaktır cancağızım. Kılını kıpırdatmadan duaya durmak haybeye kürek sallamaktır. Durmak duraksamaktır. Duraksamak geri kalmaktır. Sohbetlerin bile şekli değişir ürettikçe, kelimeler anlam bulur bir demet maydanozda. Hey gidi hey!
Geçenlerde bir müdürümüz kaymakamla köy ziyaretlerinden bahsetti. İbretle, can kulağıyla dinledim.
Köylü anne kaymakam beye oğlunu evlendirememekten dert yanar. Kaymakam bey, “sana inek, koyun verelim besle, büyüt, çoğalt sat oğlanı evlendir.” Ne güzel…
Benim de derdim burada başlıyor der anne. Bunların hepsi bende fazlasıyla var.  Tam da bunun için oğluma eş olmak istemiyor kızlar.
Haydaaa! Gördünüz mü zurnanın zırt dediği yeri. Kızlar inek sağmayacak, yattığı yerden dizi seyredip hayaller kuracak. Ya oğlanlar?  Masa başında boş boş oturup kısa donla sahil sahil dolaşacak. Vay be! Nerde bu yoğurdun bolluğu?
Muhtarım ya! Dün komşu babalardan biri geldi. Elinde kareli defter yaprağından koparılıp elle yazılmış bir kâğıt. İmzaya geldim dedi.  Baktım büyük harflerle atılmış başlık. “EVLİLİK SÖZLEŞMESİ” Pek çok maddi şeyler sıra sıra dizilmiş. Uf uf! Hatta bir maddesinde umre ziyareti konulmuş. Umre olunca hac hepten farz kardeşim. Keşke oda yazılsaydı….
Yüreğim cız etmedi desem yalan olur.
Hanım gözlerimde büyüdü. Bir kez daha teşekkür etmek istedim bana güvendiği için. Bir değil bin ömrüm olsa feda etmek istedim yoluna.  İşim yoktu, aşım yoktu. Arabam yoktu, katım yoktu.  Tam kırk yıl önce çıktık yola. El ele, kol kola, yürek yüreğe. Çok şükür yarabbi. Birlikte olmanın huzuruna vardık her daim. Yeri geldi gün yirmi dört saat çalıştık. İçtiğimiz suyun, yediğimiz ekmeğin tadını aldık. Sözleşmeler gönlümüzde, sözleşmeler yüreğimizdeydi hep.  Yürekleri birleştirmenin zenginliği yetip arttı çok şeye.
Çok şey değişmiş çok. Kuru kâğıda bakıp bakıp, sözleşmedeki hangi maddenin yerine getirilip getirilmediğinin hesabına dur gün gün. İç huzurumu kalır insanda kardeşim. Hangi sevgi bağı yerli yerine oturur. Olmayan bağla hangi mutlu haneler oluşur. Tavşanlı toprakların yüzde altmışı atıl duruyor. Kırsaldaki nüfus yüzde sekiz. Köyler boşaldı.  Marketlerde her şey paketlenmiş hazır. Ye iç eğlen, gez toz. Nasıl olsa elde evlilik sözleşmesi. Zenginlik gani.

Düşünmek, düşündürmek gerek.Sözleşmeli evlilikler ülkemize hayırlı olsun... Sağlıcakla.

2 Ağustos 2017 Çarşamba

TAKI TÖRENİ


Hayat sınavlarla dolu. İnsanın sınavları olduğu gibi devletlerinde sınavları oluyor tabi. Bazen yanlışlar doğruları silip süpürüyor.  Sonuç hüsran, karamsarlık hatta bir koca çıkmaz olarak karşımıza dikiliyor. Başarısızlık cesaretsizliğimizi torpilliyor.
Umutsuzluğu oldum olası sevmem. Sabrın bir ucunda umut bekler durur. Umudun tükendiği noktada cesaret biter. Hay Allah!.. Yazı tam bir sunum gibi başladı ya.. haydi hayırlısı.
Ben konuşmaya başlayınca  anam tam anlayamadı mı, “ deli bu oğlan deli derdi”  Hal bu ki pek çok ilerleme deli saçması gibi görünen fikirlerden çıkmıştır.  Edisona  ilk başta kendi karısı deli damgasını vurmuştur.  Onun için deliliği peşinen kabulleniyorum. Evet ben bir deliyim. Deliliği kabullendiğime göre yavaş yavaş yumurtlamaya geliyor iş. Koro halinde “ hadi yumurtla, yumurtla!” diye tempo tutulursa daha kolay olacak ağzımızdaki baklayı çıkarmak.
Nihat Mermer’in  bir oğlu oldu ya.. Pideci esnafımız kuşbaşılı pide takmış oğlana. Takmış mı takmış. Sosyal medyada paylaştı gördük. Resimle de ispatlı kanıtlı. Alkışlamak lazım esnafımızı. Takmayabilirdi. Esnafımızın gösterdiği incelik benim hoşuma gitti şahsen. Bundan hoşnut olmayan da olabilir mi olabilir.. Kuşbaşılı pide de olur mu diyen varsa kardeşimize gidip bir fındık altın taksın. Hatta bir fazlası. Hadi görelim.
Tarım ve hayvancılık alanında  bocalayıp duruyoruz. Sorunlar bir türlü bitmiyor. Bakanlar, müsteşarlar, müdürler gelip geçiyor. Destekler, primler vallahi gırıla. Hatta hibeler. Of of! Devlet bu alanda bir şeyler yapıyor mu vallahi yapıyor. Yapmıyor diyen yalan söyler. Dönüm başı mazot desteği, kilo başı buğday desteği, buzağı desteği, kilo başı karkas desteği. Yem bitkileri desteği, tohum desteği daha neler neler.  Özel İdareler tarafından yapılan destekler desen bir başka. Say da say. Bu desteklerin hesabının içinden çıkmak da ayrı bir bürokrasi meselesi. Bunların hesabını tutmaktan tarımcılar üretim aşamasındaki üreticiye bilgi desteği sunmaya fırsat bile bulamıyor desem yeridir.
Çek bir çay daha… kaç para?.  Bizim meydandaki kahveci Hüseyin’de eksiksiz noksansız bir lira.  Sütün litresi yuvarlak hesap bir lira. Buğday kilosu 80 kuruş. Etin kilosuysa elli liraya vardı varacak. Uf uf! Et yemeyen çocuklar saf olur saf.  Sütsüz lifsiz de olmaz. Hepsi de lazım yani sağlıklı yaşam için.
Bugünler de halk arasında sıkça konuşuluyor. Kurbanlık fiyatları uçmuş. Gitmedim görmedim pazardaki durumu ama konuşulan bu. Konuşulanlar beni bile ürküttü desem yeridir. Bakanlık dişi sığır kesimini yasakladı. Doğrumu doğru. Üretici et fiyatlarını görünce dişi sığırı çoktan çıkardı bile elinden. İddia ederim bütün önlemlere rağmen kesilecek. Yeni bir damızlık arayışı sürecini yaşayacağız ülke olarak.  Bir kısır döngü ve çaresizlik velhasıl. 
Çare?...  Gayet basit …. Çare saha da.  Çare birazcık gözlem yapmakta. İneğinden günlük 20 kilo süt alan  üretici yedirip içirdikten sonra 600 lira kazanacak. Çık masrafları sonuç zarar. Erkek hayvanı besleme zorluğundan daha 6 aylık olmadan elinden çıkarıyor üretici. Kim alıyor besici. Sonuç et fiyatları tavan. Tavan yapan et fiyatları karşısında süt ineğini satmak daha karlı geliyor üreticiye.
Kaldır kardeşim üreticiye desteği. Desteği sadece süte ver.   Hayda! bu da nerden çıktı deyip hop oturup hop kalkan süt birliği başkanları bile olur. Kapıma bile dayanırlar mı dayanırlar. Söz ağızdan çıktı. Geri dönüşü yok. Daha iyi fikri olan varsa hodri meydan söylesin.  Söylerlerse de niye bu vakte bekledin diye sorarlar adama.
Sütün alımını yapan mandıracı ya da kurum, kuruluş, şirket her kimse devlet bunlara belli destekler sağlamalı. Vergi indirimi, elektrik indirimi vb.  Bunun karşılığı sütün alım fiyatını yüksek tutmalı. Üretici destelenecekse sattığı sütün alım fiyatıyla desteklenmeli. Sütten para kazanıldığını gören üretici ister istemez dişi sığıra yönelecek. Bu yönelme hem damızlık artışına hem hayvan sayımızın artışına  vesile olacaktır.
Teknik detaylar uzmanların işi. Benim gördüğüm desteklerin şekli tarım ve hayvancılıktaki gelişmeye engel kardeşim.

Takı töreni… herkes sıraya. Sağlıcakla

31 Temmuz 2017 Pazartesi

HESAP GÜNÜ

Yazmak kolay iş değil. En edepli, en gerekli, en doğru şeyleri yazsan da negatif tarafından yapışıp bir yerlere sürüklemek isteyenler çıkıyor. Pattadanak ortaya konacak şey değil yani. Belli birikim ve tecrübe istiyor. Yazdıklarımız genel yararın ötesinde küçük çıkarlara dokunabiliyor kimi zaman. Olsun, genel yararı görünce yazmaya kaptırıyor insan. Kaptırınca su gibi akıp gidiyor çok şey. Hey gidi hey! Yazıyorsun da ne oluyor?  Bilmem.. Okumak yazma işi biraz da alışkanlıktan öte hayat tarzı herhalde. Ne işe yarıyor? Ona da siz kafa yorun artık.
Har vakti harman vakti.   Yalk arabayla sap çektiğim, dövenle harman yaptığım günler aklıma düşüp düşüp geliyor. Geldikçe geriliyorum. Gerildikçe gerilmenin sıkıntısı basıyor. Bastıkça üşüşen ne varsa bastırmaya yelteniyorum.
Çiftçilik zor iş. Ha deyince başlanacak, altından kalkılacak iş değil kardeşim.
Sabanla çift sürmeyen traktörle iş görmenin keyfini süremez. Kavurucu sıcağın altında bir çift öküze bağlanmış dövenin üzerinde saatlerce çember çevirmeyen biçer döverin anlamını kavrayamaz. Kavranmadığı için tonlarca gıda her gün heder oluyor ya. İş gücü, emek uçup gidiyor gün gün. Çanakkale de askerlerin kumanyasını her gün önlerine koysan yine değişmeyecek savrukluk. Varlık yıllarının yokluk yıllarına dönüşebileceğini aklına getirmeyecek çok kimse. Ye babam ye! Yemediğinle öğün üstelik.
Çiftçiliğin zengin bir mazisi var aslında. Yoksa dört çocuğa bakması zordu anamın. Her birinin düğün derneğinin hakkından gelemezdi yoksa babam. Ailenin yaşamına ortak olurduk her birimiz. Şimdi öyle mi? Refaha alışık nesiller büyütüyoruz kardeşim. Devir değişti!  Değişirken değiştik vesselam. Onun için herkes masa başı diyor ya.  Başların başı olmak için kimiler ihaneti bile göze alıyor ya! Benim ellerim nasırlıyken onların elleri yumuşacık ya! Ben tarlada başak toplarken kimileri dolarla  tek mi çift mi oynuyor ya! Of of!
Helal süt emmiş(!), yatı, katı makamı olan eş arıyor kızlar. Oğlanlar desen yine öyle. Toprağı olsa? Iıh! Toprak karın doyurmuyor, doyurması için terlemek lazım bir de.. Katalog imamları durup dururken çıkmadı demek ki.. Huyu huyuna boyu boyuna.. Yazının bu noktaya geldiği anlarda  klavyeme hüzün, dilime acılar yapışıyor. Acılarımı gördükçe küçümseyenler artıyor.
Buna da kader deyip geçiştiriyorum.
Ben toprağın kuyumculuğunda buram buram terlerken betondan konaklar edindi kimiler. Onlar ayaklanırken ben ayaklanamadım. Hayır diledim hayra yordum gidişatımı. Şükrü tespih yaptım gün gün dilime. Yanaşmalar, düzen(!) içinde düzgün gelir elde ederken okumuş çocuklarımızı yaşam savaşında bıraktık. Çok şükür yine de.. binlerce şükür.. Bıyık altından kıs kıs gülenlere denecek sözü ar edinirim kendime. Neyse…
Bakışını değiştir hayat değişsin diyor bazıları. Ne var bakışımda?
Kimileri çınaraltında pinekleyip dedikodunun belini kırarken üretimin peşindeyim. Havuz başında laklak yapan kalabalıklara rağmen güneşin altında ekindeyim. Ülkemin kaygıları kaygım, sevinci sevincim.  Biz kese kağıdında umut biriktirmiş insanlarız. Bunca birikimden sonra nasıl değiştiririz bakışı. Localara hocalara nasıl yanaşırız? Yanaşanları gördük. Gördük de ihaneti tanıdık.
Boş duran boşluktadır. Toprakta eşinmeye devam. Varsın ürettiğim buğdayın kilosuna seksen kuruş değer biçsinler. Varsın benim alın terimden para kazansın kimiler. Varsın benim çocuklar yeter çeker yaşasın. Varsın sahillerde tatil yapmanın zevkine varmasınlar. Varsın onlara miras bırakacak katlarım olmasın. Bıraktığım insanlık yetsin sadece. Hesap günü hakkın günü olacak nasılsa.

Sağlıcakla

12 Mart 2017 Pazar

UZAK KÖYLER



Her birimizin geçmişinde köye dair anılar vardır. Tarım toplumundan şehir toplumuna adapte olmaya çalışan insanların köye dair anıları kimi zaman depreşir gelir. Yılankavi sokaklar, ahşap evler, çatısında duman çıkan bacalar, avlu kapıları, kapılarda tokmaklar, yenice doğmuş kuzu sesleri, büyükbaş böğürtüleri, folluğa yumurtasını bıraktığını haber veren çil çil tavuklar. Uzaktan uzağa bağıran horozlar. Bayramlar, haftayı dolduran düğünler. Sabanla çift süren analar babalar. Döğenle harman süren kadınlar. Çamaşır kazanları, bulgur - buğday sergileri, pekmez kazanları. Dokuma tezgâhları, yüklükler, sütlükler, sergenler, odaların tavan altını dolanan raflar, kireç kokusu.. Arılar kuşlar, yağmurlar, toprağın kokusu.. Çeşmeler, gelinler, genç kızlar. Say da say!.Geleneksel kırsal yaşam kültürüne dair ne varsa say kardeşim. Saymaktan zarar gelmez. Saydıkça hatırlarız çok şeyi. Saydıkça yitip gidenleri, gitmeyenleri ölçüye vurma vakti gelir. Unuttuğumuz çok şey depreşir gelir derinlerden kim bilir. Kaydettiklerimizin, kaybettiklerimizin yanında ölçüsü nedir bilinmez ama düşünmek güzeldir yine de.
Kaybettiklerimizi gördükçe kaydetmediklerimizi kayda koyulur insan. Hatta bu konuda yüksek lisans/doktora tezleri hazırlanmalı artık. Geleneksel kırsal yaşama dair ne varsa kayıt altına alınmalı. Alınmazsa? Kökümüzü unuturuz kökümüzü. Kökümüz tarihimizdir. Tarihimiz geleceğimizdir.
Tavşanlı’nın Sesi Gazetesiyle köylerde yaptığımız tarih ve kültür çalışması gazete arşivinde öylece duruyor. Kayıt düşme adına yapılmış önemli bir çalışma. Ciddi zaman ve emek verilmiş bir çalışma. Bu çalışmaya birileri sahip çıkmalı, kütüphane raflarına girmesini sağlamalı. Köylerin mimari karakterinden, kültürel karakterine pek çok içeriği içinde barındıran bu çalışmayı tarihsel bir görev olarak ortaya koymalı kurumlarımız.
Geçenlerde Başbakanlık Baş danışmanlarından biri kültür sarayındaki sunumunda Avrupa’nın mimari dokusu üzerindeki konulara yer verdi. Hatta ülkemizle kıyaslama yaptı. Durum vahim yani. Mimari doku ne kadar önemli oysa. Kültür dokusu ne kadar kıymetli. Tarih ne kadar mühim. Bu kıymetin değerini önemsemezsek, dikkat etmezsek vay halimize. Hem de vay ki vay!
Geniş bir alanı kaplayan dağlar, ovalar, ve sular bağlamında çok farklı özellikleri olan İlçemizin kırsal tarih ve kültürü daha fazla yok olmadan sahip çıkılması lazım. Halk kültüründen folkloruna kayda geçirmemiz lazım. Bunları canlı ve diri kılmamız lazım.
Önemli bir gerçeğimiz ki, kırsal yaşamın modern insan yaşamına uymadığı yönündeki psikolojik algılar bu konudaki çalışmaları güdükleştiriyor. Çözülen köy nüfusu özentiyle kentlerin varoşlarını oluşturuyor. Köylerin iç ve dış göçle boşalması sonucu köyler hatta evler ölüyor. Asri yaşamın hevesine kapılan insanımız köye dair ne varsa yok ediyor ya da kendiliğinden yok oluşa gidiyor. Yalan diyen varsa ilçemin 9-10  km çevresindeki köylere gidip bir baksın. Bu yok oluşla tarih kayboluyor, kültür ölüyor kültür. Tarım ve hayvancılık ekonomisin sürmediği, genç nüfusun terk ettiği köylerde haraplaşma son sürat devam ediyor. Korkarım ki çok yakın zamanda pek çok köy arkeolojik harabeye dönüşecek.
İşte bunun için “Örnek köy” projesi diyoruz. Bunun için kırsal yaşam ve kültürünün korunması gelecek kuşaklara taşınması önemli diyoruz. Her köyün bir müzesi olmalı diyoruz. Her köyde kırsal mimariyi yaşatacak örnek evler seçilip korunmalı diyoruz.
Bunu yaparken yaşanan sürece değer verme, belgeleme, dikkat çekme, koruma ve daha önemlisi geleceğe taşıma, taşırken kökü unutmamak söz konusudur.
Geleneksel yaşam bir değerdir. Bu değere gönülden sahip çıkmak tarihsel sorumluluğumuzdur.

Orda bir köy var uzakta… Sağlıcakla.

19 Şubat 2017 Pazar

ISPANAKLI BÖREK


Rahmetli babam öleli tam on sekiz yıl oldu. Anam yaşıyor. Doksana merdiven dayadı.  Fakat yaşlılık zor. Kendi kendine “derlerdi inanmazdım” der gibi bakışları. Onların varlığında koşar adım giderdik köylere. Babam gittiğinde ıradı köyler. Sessizleşti köye dair çok şey.  Adımlarımız seyreldi, evler çoktan ölmeye başladı adımlar seyreldikçe.
Şenliği, şamatası, neşesi bitti, geleni gideni tükendi köylerin. Komşuluğu tanıdığımız köyler gün gün ıssızlaştı. Yüzde sekize inen köy nüfusu da buna işaret etmiyor mu? Komşuluk kardeşten ileriydi. İleri baktıkça geri düştü kimi değerler. Hey gidi hey! Bırak komşuyu kendi ana babasını, hısım akrabasını tanımıyor çoklar. “İn- cin top atıyor” derdi anam. Hele köylere bu anlatım çok uyuyor. Postacılar evrak teslim edecek kimse bulamıyor kardeşim.
Bizim köyde üç dört tane ekmek fırını vardı. Vallahi nöbete dururdu kadınlar. Fırına birkaç odun koymak fırın da ekmek sırasını kapmak demekti. Ekmekten önce pideler pişirilirdi. Soğanlı tereyağlı türlü türlü… Hatta kızartma tepsileri.. Of of!  Soğanın tereyağının, domatesin kokusu birbirine karışır fırından taşıp köyün yarısını kaplardı. Fırının harı pidelerin pişmesine göre ayarlanırdı.
Fırın önünde görmek lazımdı anamı. Birini fırından alır altına şöyle tap, tap! Diye vurunca ekmeğin ağırlığından ses tonundan pişgenliğini şıp diye anlardı. Senin anlayışını seveyim ana!.. “Pek güzel oldu ekmeğim” diyerek kendince gururlanır keyif duyardı. Severdi anam hamur işlerini. Pastayı keki bilmezdi ama böreğin haşhaşlısı, kıvrımlısı, katmerlisini döktürürdü valla. Anası genç denecek yaşta ölmüştü anamın. Oktay usta diye biri de yoktu o devirde. İnternet desen yine öyle. Babamın başucunda duran radyodan arkası yarınlara kulak kabarttığı olurdu o kadar. Babamsa saat başı ajanslarını hiç kaçırmazdı. Saniye Can’dan türkülere eşlik ederdi kimi zaman anam. İçli türkülerde dalar dalar giderdi. Diyeceğim o ki hayatın içinde yaşadılar, yaşadıkça çok şey öğrendiler çok. Yufka açarken görseydiniz anamı. İş görmenin keyfini yaşardı resmen. Şimdi hanelere hazır yufka giriyor artık. Ne kolay. Bizim kolaylığımız başkalarının zorluğu olsa gerek. Bu da ayrı mevzu aslında. Kolaylıktan tadını alamıyoruz çok şeyin yalan mı?
Anam doksana merdiven dayadı.  Maşallah deyin siz yine de. Hastalanır filan, senin yüzünden oldu deyip haşlamasın beni. Nazarın taşı çatlatacağına inanır çünkü!. Uğraştığı tüm işler bedenen yorsa da sağlıklı bıraktı belki de anamı. Çünkü uğraşılar rehabilitasyon gibi kardeşim. Yoğurduğu ekmek, yaptığı börek nar gibi kızardı mı bütün yorgunluğu giderdi. Marketten hazır ıspanaklı böreği alıp öne koyanla, anamın psikolojisinin bir olması imkansız. Bir işi becerip ortaya koymanın lezzeti farklı.
Yazılı ya da sözlü notu okunan öğrenciyi düşünün. İyi not alınca “ben aldım”, kötüsünde “öğretmen verdi” demez mi? Marketten hazır almakla, evde yapmanın psikolojik yansıması farklı yani.
Anam yazının kahramanı olmayı sürdürecek bugün. Yazdıklarımı duysa içten içe keyiflenir belki ama “yazıp durma” diye de haşlar beni. Bir gecede bir çift çorap örerdi anam. Ördüğü çoraplar sımsıcak sarardı ayaklarımızı. Kazaklar boy boy, desen desen yine öyle. Dünyaya açıldıkça çin malları ele geçirdi pazarları. Giysiden kırtasiyeye, oyuncaktan güvenlik sitemlerine hatta gıdaya. Cuma pazarında yıllardır boya kokuları arasında giysileri alt üst ediyoruz. Haberlere konu oluyor kimi ürünler. Kansorejen madde uyarısı kısaca. Kentleşmenin getirdiği stres ve sıkıntılar tuzu biberi çok şeyin.
Bir anamı düşünüyorum, bir Ana Kucağı programına katılan kızları. Hazıra atladıkça becerilerimiz törpülendi, ufkumuz daraldı be!.  Daraldıkça öldü anamın dünyası. Öldükçe yaşatmaya çalışsam da nafile.

Alternatif Radyoda bir türkü. “Dertli ne ağlayıp gezersin burda/Ağlatırsa mevlam yine güldürür” diyerek uzayıp gidiyor…Sağlıcakla.

11 Şubat 2017 Cumartesi

ŞİMDİ OKULLU OLDUK!


Köylerin gezginiyim ya.. Bu yüzden gezerken gezmeyi aynı anda düşünmeyi öğreniyor insan. Hatta birçok matematiksel işlemlere bile dalıp çıkıyorsun. Onu al ötekine vur, topla –çıkar, böl- çarp hatta geometrik hesaplara gir çık. Coğrafya ve tarih bilgisinin yanında insana ballı kaymak oluyor velhasıl. Hatta ekonomi bilgisi bile gelişiyor insanda. Dahası yöreye ait kültür birikimi oluşuyor ki, sorma gitsin. Bunları sayarken “adam kendini filozof sanıyor” diyenler çıkabilir. Hatta “bu da kimmiş” deyip yazıyı okumaktan cayanlar olabilir. Olur mu olur. Derdimiz kendimizi filozof ilan etmek değil. Bazı gerçeklere yolculuk etmek o kadar.
Bölgemizle hatta kendi köyümüz kentimiz, mahallemizle ilgili tek tek yazılı ya da sözlü sınava tabi tutsalar inanın tökezleriz. Öğretmenin karşısında ık- mık eden çocuk edasında kalırız. Ne kötü..
Başarı bilmekten geçer. Bilmek merakla, azimle, çalışmakla olur. Görmekle, bakmakla olur. Kısacası zahmet çekmeden define bulunmaz kardeşim. Gördünüz mü lafı! Filozof gibi. Hay Allah!
Çocuklar beş yaşında okuma- yazmayı söküyor. Maşallah doğuştan akıl küpü şimdikiler. Bu sevindirici mi sevindirici. Sonrası? Sonrası üzerine düşünmek kafa yormak lazım.
Matematikten korkardık. Coğrafya işkence haline gelirdi. Otlukbeli savaşının sebep ve sonuçlarını öğretmen kitaptan okur,(!) anlat deyince apışır tarih dersinin saati bitmezdi. Of of!
Kızılırmak’ın doğduğu yerden döküldüğü alanlara, uzunluğuna varan yazılı-sözlü soruları karşısında bunalırdık. Bunalırken boş boş bakardık. Her gün gözümüzün gördüğü Eğrigöz Dağı’nın yüksekliğini sorsak yöre sokaklarında vallahi çoğumuz apışırız. Ama Esra’nın, Zuhal’in proğramında kim kimden elektrik alıyor, Acun’un adasında kim ne yapıyor sorun cevabını “şıp!” diye alırsınız. Hatta dizilerin saat ve günlerini bir çırpıda sayalım el birlik. Hadi sayalım. Sayalım da görsünler. Medya için anket olsun hem…
Bu yüzden eğitici uğraş önemli mi önemli. Matematikten korkmamalı çocuk, coğrafya işkence olmamalı, fizik, kimya sevimli kılınmalı. Biyoloji için can atmalı çocuklar. Edebiyat iple çekilmeli. Resim deyince doğa gözlerinin önüne dikilmeli. Mekanik deyince cisimlerin dayanımı sevindirmeli. Dersten ipi kırmanın hesabını yapmamalı hiç kimse. Yılışıklık yaparak not kapılmamalı. Adamcılık oyunlarıyla avantajlı konuma şıp diye yükselmemeli. Bu konular aslında apayrı mevzu da. Yeri gelince mecburen dalıp çıkıyor insan.
Eğitici uğraş dedik başka noktalara dalıp gittik. Sobiye oynarken ikişerli, üçerli beşerli saymaları öğrenmiştik biz. İp atlarken, seksek oynarken bedenimizi geliştirdik. Kırda bayırda dolaşırken doğayı ve canlıları tanıdık. Rüzgâr yönlerini belledik. Topraktaki kili, kumu, kireci gördük. Deredeki balıktan kurbağaya, sürüngeninden uçanına ne varsa bildik gözledik. Uçurtmalarla rüzgârın, su kabaklarıyla suyun kaldırma gücünü fark ettik. Avludaki tavukları yemledik, kurka basıp yavru çıkarmalarına şahit olduk. Üç taşlar, dokuztaşlar oynardık. Bunların matematikle, coğrafyayla fenle ne ilgisi var diyenler olabilir. Çok ilgisi var çok. Hayal gücü gelişiyor en başta. Hayal gücü kısıtlanan çocukların başarısından bahsetmek zordur zor. Coğrafyanın gezi düşüncesini çocuğa veremezsek tarih güdük kaldığı gibi ilgi zayıflığı da olur. Hangi ressamımızın resimleriyle buluşturduk çocuklarımızı ya da hangi şairimizin şiirleriyle. Resmin coğrafyayla, kültürle, doğayla ne yakın ilişkisi var oysa. Şiir desen yine öyle. Anket yapsak çoğu çocuk resmin fotokopi, şiirin bir yerlerden alınan kopya olduğunu düşüncesi çıkar.
Belediyemiz sosyal, kültürel etkinliklere yer vermeye çalışıyor. Okullarımız bu işin neresinde? Tiyatro, resim, şiir, müzik, folklor etkinliklerinin tam olarak içinde olmalı okullarımız. Hepsinin içinde bütün dersler var. Çocuklarımız okulların dışına taşabilmeli taşırılmalı. Tarihi okullarımız anlatsın bize. Resmi göstersin, şiiri belletsin. Tiyatroyla bir kilo leblebinin maliyet hesabını göstersin. Köylerimizi anlatsın bir bir. Hatta hikâyelerimizi. Her köye ait tablolar her köye ait şiirler biriktirsin. Her köyden, yöreden yaşlılarla sohbet günleri oluşturulsun. Türküler çoğalsın, yaşanmışlıklar yeşersin. “Her yer okulsa”, göstermek lazım. İşin sosyal sorumluluk yanı da çabası.

Nereden nereye… Hadi hayırlısı. Sağlıcakla

7 Şubat 2017 Salı

OYUNLARI BOZMAK


Şu okul şarkıları çın çın eder durur kulaklarımda. Ben okul şarkılarını mırıldandıkça “Çocuk bu çocuk!” der Anam. Angaralı Durguttan şıngırdaklı türküler okusam ne der bilmem. Ya da dilini bile çözemediği hiçbir zaman da çözemeyeceği hafif batı müziği fırlatsam n’olur? Bakışında hangi ifadeler belirir kestirmek zor. Adı bile “hafif”le başlıyor baksana. Hafiflik anama göre değil kardeşim. Dokuz sekizlik yöre türkülerinin içi bile yaşanmışlıklarla doludur. Hele Kütahya türküleri tavırlıdır, ağırdır. Zeybeği desen yine öyle.
Hatırlayın okul şarkılarını. Erken yatarım, erken kalkarım diye başlar bir tanesi. Hakikaten erken yatar, erken kalkardık biz. Sabah ezanıyla başlardı anamın ayak tıpırtıları. O tıpırtı arasına yüksek sesle ilahiler serpiştirirdi. İlahinin melodik esintisiyle uykulardan uyanırdık. Horanda ilahi tedavisiyle sabah sofrasına toplanırdı.  Sabah sofrası da ne ki,  tarhana sofranın kralı. Görev taksimi, iş- güç kesintisiz devam ederdi. Göbeğimize güneşin doğduğunu hatırlamam velhasıl.
Ya şimdi?. Gevşedik kardeşim.  Mide bağırsak sistemi sıkıştırmasa yirmi dört saat yatağından çıkmayacak çok insan var. Gözlemleyin, yalansa yalan deyin.Gün yetmiyor, iş bitmiyor.. Gevşekliğin rehavetinde rahatlıktan medet umar hale geliyoruz. Gevşemenin sağlık yönünden faydaları mutlaka vardır. Gevşekliğin asla!. Toplumumuzda gevşeklik gösteren insanlara lakap bile takıldığı olmuştur. Takılan bu lakap toplumun bir ceza yöntemidir de. Gevşeklik göstermeye meyilli olanlara örnek olsun diyedir bir diğer yandan bu ceza.
Yapılacak işler listesi uzun. Ailemiz adına, köyümüz, kentimiz, ülkemiz hatta coğrafyamız adına işler çok mu çok. Bizim gevşememizi ya da gevşekliğimizi fırsata dönüştürmeye kalkan başka coğrafyalar var. Gevşeklik esaret olup çıkar karşımıza. Sonrasını tahayyül etmek zor olmasa gerek.
Dünya coğrafyası mevsimleri bilmezken dört mevsim biliriz biz. Çiçeklenen ağaçları, yeşillenen yerleri tanırız. Kışlarda biriktirirken bereketi, yazlarda çağım çağım çağlarız. Göz kırpan idare lambasını tanıdığımız kadar on dört numara gaz lambasını biliriz. Yüz mumluk elektrik ampulünün aydınlığını keşfederiz. Keşfederken yeni keşiflere hazırlanmak şiarımız olmalı kardeşim. Güneş minare boyu yükselirken idare lambasının şavkına mahkûm olmamalıyız. Sambanın hafifliğinde değil, zeybeğin tavrıyla yüreklenmeliyiz.
Derelerin şırıltısında dört mevsimin huzurunu gönlümüzde tutarak, durmanın ölümden beter olduğunu bilmeliyiz. Hey gidi hey!
Durunca poyraz bir çırpıda yıkar adamı, lodos çarpar!..
Yayla tümsekleri, ovalar, bu toprak buluşma noktamız olmalı. Ormanlar oğlak melemesiyle, ovalar kuzu sesleriyle daha şen olmaz mı? Olur kardeşim. Toprak mutemedimizdir bizim. Güneş hava su zenginliğimizdir.
Bir türkümüz vardır ve türkülerimiz ders gibidir ders. Güzeldir, anlamlıdır. “O tepeden bu tepeye oyun olur mu?” diye başlayan türküyü siz de hatırlarsınız. Sonraki sözleri malum.

Coğrafyadan coğrafyaya oyunlar oluyor.  Gevşedikçe oyunlar artar. Türlü türlü, boy boy. El ele verirsek değişir çok şey. Uzaktan oyun oynama cesaretini bulamaz hiç kimse Her birimize iş düşüyor şimdi. Hafifliğin, gevşemenin zamanı değil. Durmanın hiç değil. Nefeslenmekse çalışmakla olur. Oyunları bozmaksa…Sağlıcakla.

29 Ocak 2017 Pazar

KOL BAĞI ŞEKER-BİTLİ HELVA



Yatıp kalktıkça biraz da yaş ilerledikçe, çocukluk günlerim selvi kavaklar gibi gözlerimin önüne dikiliveriyor.  Pekmez savuran analar, bulgur kaynatan bacılar, buğday yıkayan kadınlar film şeridi gibi sıra sıra geçiyor.  Pekmez kazanı da bulgur kazanı da rastgele ateşten indirilmez birbirlerine kıvama gelip gelmediği konusunda danışırdı insanlar. Pekmezin köpüğü, bulgurun pişmişi kazan çevresinde kendilerince oyun kuran çocuklara düşerdi ilk. Hem göz hakkıydı hem ilk sabi çocuklar tattığında bereketinin artacağına inanılırdı. Her evde çamaşır kazanından pekmez ve bulgur kazanına her boyu bulunurdu. Hatta kazan enikleri bile. “Kazan eniği” deyince eni boyu ölçüleri kendiliğinden bilinirdi. Şimdi “ kazan eniği” sorsan güler çok kimse. Hatta evlerde kazan kalmadı kazan. Endüstri aldı götürdü çok şeyi. Bahçelerde kütür kütür erikler, asmalarda altın rengi üzümler, kışlara has küp küp turşular. Kış gecelerinin ikramıydı karlı pekmezler. Patlamış mısır, kavrulurken odaya kokusu yayılan nohutlar. Çatı arasına serilmiş muşmulalar, elmalar, ayvalar. Külde gömülerek pişirilmiş ayvalar sıcacık haliyle kış hastalıklarını bile tedavi ederdi. Kokuları evlere sinerdi. Perşembe günleri konu komşuya mutlaka hediye verilirdi. “Küreci Elması”nın yağı kabuğuna vururdu. Kütürt! diye ısırınca kendine has kokusu da tadı da içimize akardı. Cücem eriğinin hoşafı, haşhaşlı böreğin yanında şıra gibiydi şıra. Ye babam ye! Her gıdanın damak şaklatan bir güzelliği vardı velhasıl.
Sonraları güveyiler kayınvalidelerine yörede “kaba şeker” diye bilinen Konya şekeri getirmeye başladı. Çocuklara renk renk türkülere bile konu olan halkalı şekerler. Bizim yörede halkalı şekere kendilerince bir isim takılmıştı, Kolba (kolbağı ) şeker. Bilezik gibi çocukların kollarında gezerdi şekerler. Çocuk dayanamadığı an kolundan çıkarıp yerdi. Yanaklar şeker boyasından görünmezdi. Boyaları kattığımız gün mü değişti çok şey bilmem ki..  Bir de “bitli helvası” çıktı kayınvalidelerin. Helvacı Burhan hala yapıyor bunu ama ne kadar müşterisi var sormak lazım. Çikilota paketleri sanırım daha revaçta şimdi. Velvasıl kaba şekerden, bitli helvaya ordan çikilotaya. Gelişmek diye buna denir herhalde. Meyveler desen boy boy renk renk vakitli vakitsiz yurt dışından ithal. Küreci elmasının kökünü kuruttuk. Nohut Amerikan, makarna İtalyan. Buna can mı dayanır. Dayanmıyor işte. Şekeri ayrı, kolesterolü ayrı, böbreğin taşı, karaciğerin, kalbin ritmi ayrılaştı. Başkalaştı çok şey kardeşim. Sağlık bozuldukça yeni ilim dalları aranıyor. Hastane koridorları tıklım tıklım. Doktorlar yetmiyor sıra almaya. Of of!
Çocukların uçurtma uçurmaya, seksek, dokuz kiremit oynamaya vakti yok vakti. İp atlasa.. I-ıh! İllaki tablet… İçinde türlü oyunlar. Oyunların içinde türlü türlü tuzaklar kim bilir. Vallahi gözleri kadar ruh dünyaları bozulacak çocukların. Hani okulların bahçelerinde oyun alanları. Nerde kaldı kendimize has oyun çeşitlerimiz? Tablet yarışları aldı başını gidiyor.  Obezite çağın hastalığı olma yolunda. Hımbıllık başımızın belası.  Hata kudret çocuğa su istesek duymazlığa vuruyor işi. Tekrarlasak, “kendin alamıyor musun” diyecek. Sübhanallah!..

Modernlik adı altında o kadar şey yuttuk ki…. O yüzden çocuk kalmak istiyorum belki de. Ben çocuk kalmayı sürdürdükçe gülüyordur kimileri kıskıs. Gülüşleri fark ettikçe gamlanıyorum. Gamlandıkça dertlere karıyorum. Kardıkça türkülere vuruyorum kendimi. Bu bulgur bıldır ki bulgur diye diye kendimi avutuyorum.  Eskilere dalıp dalıp gidiyorum. Daldıkça geri kafalılığımı yüzüme vuruyor kimiler. Hatta öne sürdüğüm en ileri düşlere bile  “hadi ordan” dercesine tepki veriyor masanın başındakiler. Ne yaparsınız ufkumuz bu! Hastane önünde incir agacı/ doktor bulamadı bana ilacı. . Sağlıcakla

22 Ocak 2017 Pazar

AŞKIN KÖŞKÜ



Aklım erdiğinde hatırladığım resimler arasındadır evimizin yarım yamalak hali. Uf uf, ne evdi ama. Dillendirdiğimiz türküler kadar gerçekti her şey. Sevdalar, hasretler, acılar, ağıtlar, yokluklar, ölümler, doğumlar sevinçler umutlar hepsi iç içeydi. Tüten bir bacası vardı evimizin. Pencerenin kurumuş cam macunu çatlağından rüzgâr hücum ederdi içeri. Rüzgârın hışmını kesmek için öteberi gererdik geceleri cama. Saç sobanın kızaran karnı içimizi ısıtırdı içimizi. Sobanın öfkesi geçtikçe kaplardı ortalığı serinlik. Sobanın üstünde her daim var olan güğümün cızırtısı içlerde müziğin ritmi olurdu. Ortaya kotarılmış, tahta kaşıklar saldığımız çorbanın dumanı hep üstünde olurdu. Mis gibi kokardı çorbalar kardeşim.
Anamın beni kenarları yamulmuş galvaniz kaplı leğende yıkadığını hatırlarım bir de. Sabunun gözü nasıl yaktığını taa o günlerden bilirim. Özel mayalanmış toprakla sıvanmış duvara kireci sürdük mü aylarca temizlik kokardı evler.
Yazlık dediğimiz bölümde kirişle pamuk atar yün çırpardı anam. Döşeklere, yer minderlerine doldurdu mu bir de, huzurlu uykular çekerdik. Komşuya boş gidilmez, boş gelinmezdi. Of of!
Evimizin hemen altından Hotanlı deresi akardı. Kimi zaman bu dereye “Kaydırma” denen tuzak kurardık. Balıklar içine girdimi çıkamazdı. Balık, bayramı olurdu sofranın.
Hapmış antibiyotikmiş bilmezdik, tanımazdık. Ihlamuru, adaçayını papatyayı, akbaşlıyı kaynatır içerdik. Giysilerimiz bile ev dokumasıydı. Endüstri ürünü hiçbir şey bulunmazdı evde. Hepsi topraktan kendi ürettiğimizdendi. Huzurluyduk, mutluyduk.
Ya şimdi? Köyde tüketilen yumurta bile endüstri ürünü. Evler sanayi ürünü maddelerle kaplı. İçerdeki ozon gazı dışarı çıkacak delik bulamıyor kardeşim. Özel aşı yaptıranlar bile en basit grip salgınına maruz kalıyor. Hastaneler dolup dolup taşıyor. Operatör doktorların elinden bıçak düşmüyor bıçak. Psikiyatri kliniklerinin önü tıklım tıklım. Doğumlar normal değil. Her ne kadar ömrün uzadığı ifade edilse de çoklar mutlu değil. Mutsuzluk hepimizi kasıp kavuracak bir gün. Birkaç yaşına yeni girmiş çocuk bile sinir küpü sinir. İsteğini yerine getirtmek için hop oturup hop kalkıyor. Vardan da yoktan da anlamıyor, anlatılamıyor.
Beş- altı yaşlarımızda üretimin bir ucundan tutmasını öğrenmiştik biz. Bu yüzden bilirdik varlığı yokluğu belki de.
Şehre göçen üretimi unutuyor son yıllar nedense. Emekli olan Osman amca birkaç aileye bakmak zorunda olduğundan dem vuruyor. Ama geride bıraktığı toprağına el sürmüyor. Çınar altında oturmakla, havuz başında tünemekle olmaz ki bu iş. Ya da her gün dere boylarında olta savurmakla geçiştirilmez ki gerçekler. Vakıfların el uzattığı aileler kendi gerçekleriyle yüzleşip kendi imkânlarını fırsata cevirseler çok şey değişecek çok. Böyle şeyler yazınca sevimsiz de buluyorlar insanı. Sen kendine baksana kardeşim deyip üstüme yürüyecekler bile çıkar içlerinden. Oysa örnek alacakları o kadar çok şey var ki..Çalışmayı ibadet belleyip yapışacakları o kadar çok iş var ki.. I-ıh hazırı beklemek en kolayı. Heres şehirden kaçmak istiyor kimse köye dönmüyor kardeşim. Devletin sunduğu onca imkana, köylerde yaptığı onca yatırma rağmen hem de.

Bugünün kahramanı kendisi için de olsa bir üretimin ucundan tutandır, tutturandır. Aylaklığın esiri olanlar camilerin çehresine bile zarar verebilecek olanlardır. Üretimsiz, kıpırtısız öylesine duranlar yüzünden bıçak gün gelip dine dayanacak korkarım. Elimizde imkânlar varken hilekârların oyununa düşmemek gerek. Elimizdeki topraklar başlı başına üretim sahasıdır. İnsan demek aşk demektir. Aşkı olmayanın köşkü olmazmış. Sağlıcakla.