9 Kasım 2016 Çarşamba

DİLSİZ DİNLERKEN


Her iki dedem güngörmüş insanlardı. Anlatmaya başladıklarında dilsiz dinlerdik. Saatleri tutar, zihnimizde harman ederdik sözlerini. Savaşlara, yokluklara, dair anlatımlar ibretlikti. Hikaye ve masalların doğruluğa sevk eden yanları vardı. Onlar anlattıkça bir olmanın sırrına ererdik. Bir olmak, birbirimizin acısına süs olmaktı. Fikrin harmanında acıları bölüşmekti. Kader ve kederde ortaklaşa davranabilmekti. Sıkıntı anlarında kucaklaşabilmekti. Birbirimizin elini tutabilmekti.  Dost uyusa da düşmanın uyumadığını bellemekti. Anlattıkça anlardık çok şeyi. Hey gidi hey!..
Gözler uzaklara dalar, Balkanlardan, Trablus’tan, Kore’den Arap yarım adasından,  Çanakkale’ye, oradan Dumlupınar’a uzayıp giderlerdi.  Giderken dostu düşmandan ayırt etmeyi ihmal etmezlerdi. Vatan sevgisi dillerinde duaydı. Dualar öğün aşıydı kısaca.  
Bizi bizden çalmalara uyanık kalmamızı sağlamaktı her kelam. Üst başları eski olsa da sözleri yeniydi. Referans noktaları belliydi. Hak kokardı, hukuk kokardı, kitap kokardı, vatan kokardı anlatımları. Onlar anlattıkça şekillenmişti çok şey. Onlar anlattıkça güveçte pişer gibi pişti duygularımız. Pişerken pişirildik. Yarenlerle oyun arkadaşlığından öte kan kardeşi ilan ederdik birbirimizi. Kardeşliğin gereklerini yerine getirmenin gayretinde olurduk. Birbirimizin ellerini öyle tutardık ki, benim kanım onun, onun kanı benim damarlarım da dolaşıyor gibi olurdu. Komşunun işi benim, benim işim komşunundu. 
Hal böyleyken kapıldık ayrılık rüzgârlarına. Usul usul ve sessizce esen rüzgârla düşürdüler ayrı. İpe sapa gelmez düşünceyle ele avuca sığmayan tavırlara büründük. Önce hanelerde odalara ayrıldık sonra ibadethaneleri bölüştük. Neresinden tutmaya kalksam bölük börçük kardeşim.. Başımızın üstünde yer verdiklerimiz, yemeyip yedirdiklerimiz vurdu ilk darbeyi. Şeytanla yol arkadaşlığına koyulanlar tüm değerlerimizi ütüp gitmek istedi. Üterken yıkmak… Bizim biz olmamızı hazmedemeyenlerin değirmenine su taşıdılar durduk yerde.. Biz büyürken üzerimize olmayan, dar gelen ne varsa bir bir geride bırakırken haddini bilmezlik de ne... Kandırılmış insanlar hortladı gecelerin orta yerine. Bizden bildiklerimiz bize saldırdı. Düşmanın eliyle olmasa bile düşmanın diliyle düştü bombalar. Düşerken düşürmeye meylettiler. Of ki, of!
İnancımız, imanımız tamdı bizim. Örfümüz yerli yerindeydi. On yılda on beş milyon genç yarattık her yaştan marşları söyleyerek her bir yurttaşla öğünmüştük. Ya şimdi? Güven tükendi güven. Bizi bizden ayırdılar. Her güne yeni şüphelerle uyanır olduk. Ayarları bozuldu kimilerinin. Aylardır kalemimi ısırıyorum ayarı bozulanları gördükçe. Atalardan aldığımız öğütle insanlığın acısına ağıtlar yakarken, Gazze de, Türkistanda her nerede zulüm gören varsa acısını içimizde biriktirirken merhametsizlerin hışmına uğradık durduk yerde. İçimizdeki merhametsizlerin dehşet zindanlarını kavrayamadık. Kavradıklarımızın mermi dolu yüreklerini bilirdik de, bağrımızda zemin tutanlardan şüphe dahi etmezdik. Soframızda oturanların ekmeğimizi bölüşenlerin kardeş kanı içmeye niyetlendiğini bilemezdik.
Ey bu memleket için can veren yiğitler! Bu nokta da en azından sizi selamlamadan, adınızı bir kez olsun anmadan bu yazı çok eksik kalırdı çok.. Toprağınız da sizin kadar engin olsun.
Yarasa kılıklılara geçit vermediniz ya! Yiğitliğinizle bizlere örnek oldunuz ya!
Şimdi dedemin hikayelerini, anılarını, anlattıklarını yeniden hatırlama vakti. İkinci dünya savaşından beri kendi topraklarında savaş görmeyenlerin bölgemizdeki ayak oyunlarını bilmek bellemek gerek. İçimizdeki işbirlikçilerini tanımak gerek.
Karakoç üstadın dediği gibi; Olmalı gardaşlık Lale gül gibi/Resulü Zişanla Cebrail gibi/Bizi bize düşman edip el gibi/Bu hale koyana gardaş mı deyim.

Kime gardaş diyeceğimizin, kimi dost belleyip sarılacağımızın farkına vardıracak şuur ve bilincin içimize dolması dileğiyle. Sağlıcakla

2 Kasım 2016 Çarşamba

TABİAT DESTAN


Köyden göçerken unuttuk rüzgârın sesini. Derenin şırıltısını şehrin, şehirlerin karmaşasında yitirdik. Bulutların geçişini fabrika dumanlarına karıştırdık. Hey gidi hey!
Çocukluğum köyümüzün ormanlarında geçti. Yamaçlarında kay kaylar yaptık. Ağaç yapılı arabalarla eğimli yollarında yarışlar düzdük yarenlerle. Üşenmeden yokuş başına ağaç yapılı arabayı bir daha bir daha taşıdık omuzlarımızda heyecanla. Kuş yumurtalarını okşadık ağaç dallarında.  Yuvadan yenice uçmakta olan cingil kuşunun heyecanını avuçlarımızda hissettik. Çimenlerde güreş tuttuk kaygısızca. En koyak türküleri biz söyledik avaz avaz. Sıra kayalar dizdik devirmecesine. Ayrığı tanıdığımız kadar kuş ibiğini belledik. Ormanları adım adım bildik, yöre isimlerini yüreğimize kazıdık. Tozlu yollarda lastik ayakkabıyla koştuk kardeşim. Çorabın yamasını gördük, lastik ayakkabının arkası yırtılınca iğneyle diktik. Çimenlere uzanıp bulutların geçişini seyrettik. Rüzgârın sesine türküler mırıldandık. Şırıl şırıl akan manzarasıyla nefes kesen derelerde avucumuzla balıklar tuttuk. Akbaşlıdan öte ağrı kesici kullanmadık. Kısacası tabiata dokunduk, kokladık, hissettik. Şiirler söyledik, şiirler biriktirdik.
Doğumlar gördük, ölümleri belledik tabiatın göbeğinde. En patika yollarda sektirmeç oynadık. İp atladık, seksekte gözle ayak arasında uyum oluşturduk. Çelik çomağın farkını yaşadık. Havanın, toprağın nemini belledik. Rüzgârın gücünü keşifle, ağaçtan pırpırlar yaptık. Dere yataklarına çarklar kurduk su gücüyle dönen. Çam filizinden kaval, dut ağacından zurnalar düzdük müziğe dair. Ekmeği taaa tarladaki buğday başaktayken belledik. Gecelerde uzayın genişliğini keşfe koyulduk. Bahçe işlerin de baş elemandık. Ne zenginlik kardeşim, ne genişlik.
Ya şimdi. Üzülüyorum şimdiki çocuklara. Üzülüyorum bizim zenginliğimizi yaşayamadıkları için. Yaşayamadıklarının farkında bile değil zavallılar. Kibrit kutusunun içine hapsedildiklerinin farkında değiller. Köylerde özel idarelerin kurduğu plastik oyun gruplarına bakıp bakıp keyifleniyor köylüler. Ne büyük kötülük oysa köyün olmayan çocuklarına. Yollar asfalt, sokaklar kaldırım değmeyin keyfe. Oyun alanlarını bile çim saha istiyor herkes. Oyuncunun hası toprak sahalardan çıkıyor oysa. Çocuğun çevikliği patika yollarda yürümekle gelişiyor. Engebeli arazide yürümekle atikleşiyor çocuk. Oyuncakları kendisi keşfettikçe ve de imal ettikçe ufku da zekâsı da fark atıyor. Serbest dalda oyun gibi dağda bayırda yürümek. Yürürken keşfetmek..  Of of!... Ekmekle kaynağı arasında bağı koptu çocuklarımızın. Her zaman derim, tabiatla, doğayla toprakla, rüzgarla, yıldızla bulutla, yağmurla, börtü böcekle bağı koptu çocukların bağı. Arkadaş grupları  bile azaldı gün gün. Hayal güçleri zayıfladı koptukça kopardıkça. Çocuk psikolojisi ana bilim dalları oluştu belki de. Kibrit kutusuna hapsolan çocukta psikoloji mi kalır kardeşim. Hem duyusal hem duygusal hastalıklar çoğaldı. Keşke plastik kaykaylar yerine doğalında kalsaydı her şey. Çocukların dikkat eksikliğinden bahsediliyor bir de. Tabiat hem duyusal, hem duygusal, hem bilimsel pek çok bozukluğu tedavi eder oysa. Balıköy yöresinden naylon ayakkabılı kızın sportif başarısı tesadüf değildi geçtiğimiz yıllarda. Doğadan ıradıkça akıl sağlığı bozuluyor çocuklarımızın. Şehirlerde toplandıkça aylakçıların sayısı artıyor. Artan haylazlar sayesinde şehir parklarının adı haberlere konu oluyor.
Pek çok kentte olduğu gibi ilçemizde de” Bahçeli evler” vardı.  Nerde şimdi bahçeli evler?. Kültürümüzde bağın bahçenin önemi büyüktü oysa. Ah ki ah!. Bu konu geniş, bu konu derin. Bu konu önemli, bu konu hassas. Edilecek o kadar söz var ki.. Kısacası tabiat sağlık. Tabiat duyu, tabiat duygu. Tabiat destan, tabiat zenginlik.  Çocuklarsa geleceğimiz.
 Doğa, çamurla ,tozla, kırlardaki otla, gökyüzüyle, dizlerdeki sıyrıkla çok şey kazandırır çok. Sonu sonsuzluğu kavrar insan.

Çocukluğunuza dönün, döndürün çocuklarımızı. Şimdi zamanı. Sağlıcakla

22 Ekim 2016 Cumartesi

FASULYE SIRIĞI



Şu anamın okul görmemiş haliyle ettiği laflar yaş ilerledikçe kulaklarımda çın çın ediyor. “Fasülye sırığı olmak” deyimini ilk anamdan duymuştum. Bir işin ucundan tutmamız gerekirde ağırdan alırsak; “Fasülye sırığı gibi dinelip durma” derdi. Suçluluk duygusuyla koşar işin ucundan tutardık. Hay senin okul görmemiş yüzünü seveyim Ana. Birde okul görseydi n’olurdun bilmem.
Fasulye sırığı herkesçe bilindiği üzere fasulyenin sarılıp yükselmesine imkân sağlar. Bunun haricinde bir faydası yoktur. Sahi babamın yaptıklarından bilirim çardağın üzerine gölge olsun diye atardı kimi zaman bu sırıkları. Aslında dayanak olması da bir faydadır ama dayanak olmak tek başına yeterli olmayabiliyor demek ki.
Günlük hayatta karşılaştığım, gözlediğim o kadar çok fasulye sırığı var ki, sorma gitsin. Fasulye sırıklığı yetip artıyor adama. Bir partiye oy verdi  ya, oy verdiği parti geri maada tüm işleri halletmeli onun için. Sıcak sudan soğuk suya elini sokmamalı artık. Hay Allah! Şehrin tüm sokaklarını belediye süpürmeli yere atılan sigara izmaritinden, çitlediği gündöndü kabuğuna kadar. Fasülye sırıklarına her ay düzenli iaşe temin edilmeli. Yakacağı kömüre kadar verilmeli. Ufacık aksaklık olsa bir ucundan tutmanın yanına sokulmamalı. Feryat figan…. Of of!
Zenginlik durup dururken olmuyor. Zenginliğin kaynağı insanın kendisi değil midir. Allahın takdirinin olduğuna da inanırım aslında. Sen fasulye sırığı gibi dikil, bereket bolluk ara. Yok kardeşim yok!..Biraz beceri zenginliği için de gayret edecek insan. En fazla bin metre uzaklıktaki okula servis arayan çocuk, üstünde marka taşıyan genç, karıncayı görünce sandalyenin tepesine tırmanan ufaklık, pepeyi tanıdığı kadar konu komşusunu tanımayan afacanla hangi zenginlikleri yaşarız şaşarım. Deymeyin çocuğum uyusun, deymeyin çocuğum gezsin. Değmeyin çocuğum yesin. Hadi gezsin. Hadi yesin. Yesin kardeşim… nasıl olsa sadece fasülye sırığı lazım bize.
Bireylerin gidişatı kötü, hali berbatsa devlet de içi boş kap olma yolundadır. Bilmem yanılıyor muyum? Bireyler donanımlı yurttaş olma yolunda kendini geliştirmeye hazır ve meyilli olacak ki, bir işin ucundan tutulsun. Böyle derken haksızlık etmemek adına ifade etmek lazım. Donanımlı, fasulye sırıklığından öte gayretli insanlarımız var mutlaka.. Bunlara da teşekkürü borç bilirim kendi adıma.
İlim adamları ilim için, köylüler üretim için, tüccarlar ticaret için, el işi erbabları alet edavat için hepsinden önemlisi el birlik ülke için gayret ederse çok şey değişir çok. Bu gayretler eksildikçe topal tilkiler etrafımızda dolanır durur kardeşim. Üç kıtada at koşturmuş aslanların dolaştığı yerlerde tilkilerin cirit atmasına gönlümüz razı değilse fasulye sırıklığından öte işler düşmeli herkese.  Bunu hissetmeli bilmeli cümle. Laf ebeliği çözüm değil her daim. Erleri cepheden cepheye koşarken, çoluk çocuğunu büyüten, toprağını işlemek için çırpnan, gücü yettiğinde cepheye destek veren analar nerde şimdi. Dizilerin kritiğini yapanları gördükçe sıkılıyorum kardeş. Bu sıkkınlığımı üreten bir kısım hanımlar azaltıyor bir nebze. Lafın belini kırmak için günden güne seğirtenleri fark ettikçe uykularım kaçıyor. Kaçan uykular yazılara sertlik olarak giriveriyor.
Madenler kum ve kükürtle karışınca içinde altın, gümüş var gibi görünürmüş. Oysa…?  Soru çalarak üniversitelere, ordan da kurumlarımızın can alıcı noktalarına karışan kükürtler ayıklanıyor şimdi. Bunlar fasulye sırığı bile değiller aslında.

Neyse.. Değmen benim gamlı yaslı gönlüme. Sağlıcakla.. 

7 Eylül 2016 Çarşamba

TIK TIK!


Gün olur gündüz olur. Gün iner akşam olur. Devri alem. Dönme dolap. Ne dersen de... Kimi vakitsiz kimi vakitli gelir geçer. Acılar, ağıtlar, düğünler, bayramlar. Kimi iner kimi biner. Kimi diker, kimi biçer. Kimi doğal, kimi suni.  Kimi çağdaş! Kimi ilkel. Kimi dost kimi düşman. Kimi huzurlu kimi huzursuz. Kimi dilli kimi dilsiz. Kimi canlı, kimi cansız. Kimi çalışkan, kimi üşengeç. Kimi odun kimi kalas. Kimi kuş, kimi kafes  Kimi cin, kimi şeytan. Kimi saf kimi akıllı. Mühimdir oysa çok şey. Bu topraklar candır, vatandır bir diğer yandan. Sırtına güneşin vurduğu pişkin insanlar vardır. Sıcaktan tere bulaşmış yiğitler vardır. Ölen vardır, öldüren vardır. İnat vardır, inatsız vardır. Sarıklı vardır sarıksız vardır. Sarılan vardır sarılmayan vardır. Say da say kardeşim! İnsaflı vardır insafsız mesela. Dinlisi vardır dinsizi. Of Allah’ım of!...
Şu topraklar ne güzel oysa. Doğa ipeksi çarşafının altından gülümsüyor her daim. Gülümserken kimleri güldürmeyecek ki. Arılar, kuşlar, karıncalar kırlangıçlar, güller, bülbüller. Salkım söğütler, dal budak salmış ferahlatan çınarlar. Filize durmuş tür tür fidanlar. Çoklara inat üşengeçlik bilmeyen toprak.  Her şeye sakinlik ve sukünet veren iklim. Şu doğa esas duruşta selama duruyor kardeşim. Çalış, çabala, ye iç eğlen, gez, toz. Alavereye dalavereye gerek yok. Şifreli banknotlardan medet  ummak neyin nesi. Şifreler karşısında dokuz takla atmak hangi hukukun habercisi. Kimi bağ buduyor kimi bağcı.  Kimi yol kesiyor, kimi kafa. Kimi dine düşman, kimi düşmana dost. Ne istiyorsun kardeşim! Zaman içinde zaman yaratmak, saman altından su yürütmek, ayarsız saat gibi zırlayıp durmak kimin hayrına. Kimden kimlerden yanasın bilelim. Sebillerim yok oldu sıkılmaz eşkıyalar  yüzünden. Değerlerim alt üst oldu. Annelerin elini öpemez olduk günahlarınız yüzünden. Kendi garibine bakmaz oldu komşular. Selamları esirgettiniz ondan bundan. Farklı saflarda, yanlış tesbih çektirdiniz onca insana. Ezbere çok şey okuttunuz genç filizlere. Bu toprağın ayarlarını sinsice bozmaya durdunuz.
­-Hele sabret derdi Anam, Sabır….
Sabır dedikçe, Muazzez Ersoy’un dillendirdiği
Bana sabret diyorsun/ Ben sabır taşı mıyım/Döndürüp duruyorsun/ Değirmen taşı mıyım. Şarkısı kulaklarımda çınlıyor. Sabrı taştı ülkemin sabrı. O yüzden sızlanmaya gerek yok. Vefasızlar kadar vefalılar vardır bu topraklarda. Yaratılan enkaz er geç temizlenecektir. Bu topraklara kemend atmaya kalkanlara Rabbim fırsat vermeyecektir.
Müessese içinde kendi müessesini kurmaya yeltenenler huzur bulamayacaktır. Bu toprakların bir sırrı mutlaka vardır. Bu sır  en çok da tevekküldür. Yürekteki azme yarenlik etti mi tevekkül, korkma der anam sabır derken. Bu yüzden güvenirim anamın dediklerine. Bu yüzden babamın anlattıkları küpedir kulaklarıma.

İçim daraldıkça imdada yetişir her söz. Azim ve tevekkülle daralan içim genişler. Genişledikçe kaplar yanımı huzur. Bu huzurla eğilirim kitaplara. Bu huzurla kurarım en güzel düşler. Düşlerken düşünürüm. Düşünürken vurur klavye tık tık!.... Sağlıcakla 

SEYRE DEVAM

Gece göğünü yıldızlar kaplayınca hayaller çevreler etrafımı. Bir gaye bir emel olunca hayaller eksik olmaz yürekten. Hatıralar depreşir,  başkalarının hatıralarından dersler çıkarırsınız. Çalışırsan kazanmanın gerçek olacağını bellersiniz zaman geçerken. Çünkü çalışmak bekadır, gelecektir. Sonsuzluktur bir diğer yandan. İbadet aşkıyla çalışanların eseridir çünkü çok şey.
Farkına varamadığımız boşluklara düşüveriyoruz çok kez. Öylesine öldürüyoruz ki zamanı sorma gitsin. Bu boşluk içinde emeller suya düşüyor, hayaller rafa kalkıyor. Kalkarken, kalkınmanın olmayacayağını unutuyoruz.  İstirahatlar tembelliğe sürükleyip gidiyor yığınları. Tembelliğin sonu hüsrandır. Kötürüm olmaktır, ölmektir esasen. Haylazlığımı gördükçe “şeytanı sevindiriyorsun” derdi Anam. Hay sen çok yaşa emi Ana. Nasılda istikametler çizmişsin, işaret etmişsin vakti zamanında.
Zaferlerin öncesinde çalışma vardır, birikim vardır. Bugün askerimizin sınır ötesinde sürdürdüğü harekâtlarda göğsümüz kabarıyorsa öncesinin hazırlığıdır bizi mutlu eden. Yoksa, yoksa…..
Yazmanın hangi noktasında olursam olayım Anamın sözleri çın çın ediyor kulaklarımda. Yazmaya başlamaya göre.
-Bir baltaya sap olmak lazım derdi mesela. İş görmek, işe yaramak kısacası. Ortalıkta şallak mallak dolaşmakla, güzel giyinip fing atmakla sürmez bu hayat derdi bir diğer yandan. Tuz torbasından bahsederdi. Tuz torbasının da kendince hikayesi vardır ya, neyse. “Kendisine faydası olmayanın” der devam ederdi Anam..
Bunları yazarken gece göğünün yıldızları göz kırpıyor insana. Nice derinliğe daldırıp çıkarıyor durduk yerde. Milyarlarca yıldızdan birinin duraksadığını düşünmek bile korkutuyor insanı. Ülkemdeki her bireyi yıldız gibi düşünerek birinin duraksamasının hangi aksamalara yol açacağının ölçüsüne duruyor insan.
Azim diyorum içimden sessizce Azim..Ülkenin bekası için el birlik azmetmek gerek. Azim ezici olunca engeller ümitsiz kılmaz insanı. Bayrağın dalgalanışı bile farklı olur gönderde kardeşim.
Ay çalışıyor, güneş çalışıyor gök çalışıyor, yer çalışıyor. Birazcık didinmek bize kalıyor. Didinmezsek şer geri durmaz, yutuverir alimallah. O yüzden idrak etmek farkına varmak, fert fert düşünmek lazım.
Farkına varmamak ayrılık sevdalarına sürükler insanı. Milli şairimiz bakın ne diyor: Kurt uzaklardan bakar dalgın görürmüş merkebi, Saldırırmış ansızın yaydan boşanmış ok gibi.
 Dalgınlığımız esaretimiz olup çıkar. Çıkarda çıkmazlarda boğuluruz.
Akif yukarıda şiirinin devamında şöyle sesleniyor.
Lakin, aşk olsun ki aldırmaz da otlarmış eşek
Sanki Tavşanmış gelen, yahut kılıksız köstebek!
Kar sayarmış bir tutam ot fazla olsun yutmayı!…
Hasmı, derken, çullanırmış yutmadan son lokmayı!...
Bu yüzdendir ki, uyanık olmak durumundayız. Fert Fert ibadet aşkıyla. Bu dünya da gözü kapalı olanın ahrette de kapalı olurmuş. Hatta oradaki şaşkınlığı  ziyadeymiş. Yüreğimizde kahraman bir neslin kanını taşıyorsak, gece göğünü seyre devam. Sağlıcakla

3 Nisan 2016 Pazar

AYLARDAN NİSAN



Çiğdemler çoktan geçip gitti. Ben kendimi kırlara atmadan, atamadan hem de. Dilini bildiğim menekşeleri şehrin parklarında gördüm. Fırsat bu fırsat,  çoklar görmezlikten gelirken fısıldıyorum kulaklarına dostluğumu. Egzoz dumanına bulanmış tenlerini ıslak süngerle silmeye niyetleniyorum bir vakit. Kendimi suçluyor sorguluyorum sessiz sedasız. İnsan yüzünden kirlenen ne varsa suçunu omzuma yükleniyorum. Bu yüklenişle ağırlaşıyor bedenim. Bu yüklenişle insanlık adına güme giden ne varsa gün yüzüne çıkarmaya niyetleniyorum.
Yoz güvercinler bile anlamış olmalı niyetlenişleri. Her sabah avucumdan bulgur yemeden camdan geri durmuyorlar çünkü.
Bolluk pazarlarda, market raflarında cirit atıyor. Bolluğa alışmışken, kıtlıktan söz eden çarpılır desem yeridir.
Tarihi hikâyeler dinlemiş olan ben, cephede üst başı olmayan askerleri hatırlarım. Çanakkale’de, bağımsızlık harbinde erin günlük kumanyasını okuyunca tüylerim ürperir. Bu ürperti içinde dostlar içinde düşman ararım. On dört yaşıma kadar düşmanların olduğunu bilmezdim. Kıbrıs Barış Harekâtı olunca anladım kimlerin bizi sevmediğini. Ardından onca ambargolar. Vay be!..  Fransa senatolarında ermeni tasarısı oylanmasaydı Fransızı tanımazdım. Anzakların hatıralarını okumasaydım İngilizi bilmezdim. Hele şu Suriye olmasaydı gerçek yüzleri görmezdim, göremezdim nicelerin.
İnsanlığı soldurdunuz, insanlığımı öldürdünüz kardeşim. Şu Nisan ayında onca çiçeğe hem renk hem koku olacaktım bir bakışta. Salıngaçlar kuracaktım dal dal. Hayalleri yıktınız hayalleri, kan içiciler!…
Ay Nisan. Bizim çocukların bayramına şurda ne kaldı ki! Yaşıtlarının sularda boğuluşuna anlam veremezken, göç yollarında çelme atılan anaları görürken, ajanslarda şehit salları boy gösterirken nasıl bayramlar olur. Dost yüzleri anlatmalı biri. Düşmanı belletmeli anacığım.
Çiğdemle, çiçekle girilen yazı bile şirazesinden çıkıyor kardeşim. Bu yüzden on dört yaşa geri dönmek istiyor gönül.. Boğazlardan silah yüklü gemiler, havadan bomba yüklü uçaklar geçmesin diyor hilesiz aklım. Kafalarda gümbürdeyen sorular değil, hayrı çoğaltan düşünceler fışkırsın istiyor dilim.
Yağmurun izi ağaçlarda meyveye meylederken, dillerden sevi aksın sevi!. Cellatlığa özenmenin, özendirmenin insanlığa hangi faydası var ki tümdük akıllılar.
“Komşu açken tok yatılmaz” derdi anam. Bu yüzdendir mazlumlara kapıları açışımız. Bu yüzdendir rahat uykulara dalamayışımız. Hiddet ve şiddete meyledenler için “Gözlerini kan bürümüş” derdi bir de Anam. Bu meyil hayra alamet değil. Bu yol yol değil. Bunu kim nasıl anlatacak size. İnsanlık dergâhında biçilmiş, özel renk ve mana deseniyle bezenmiş Türk halkının ince duygusunu anlayın biraz.
Mevsimleri müzikle anlatacaktım. Müziğin tınısıyla kayalar yumuşayacaktı. Bulutlar hırçınlığından cayacaktı oysa. Denizler aheste dalgalanacaktı. Piyano barışa notalar vuracaktı. Tuvaller çiçek akacaktı boy boy. Ah, Ahh! Nice mevsimi çaldınız dünyadan. Barut kokusu neden baymaz içinizi. Gözünüz niye doymaz hala.
Ay Nisan! Bu mu dünyaya sunduğunuz Milenium çağları. Yeter dizdiğiniz sıra kayaları yeter! Anlayın ülkemin vakur duruş, dil ve üslubundan. Bıktık ikiyüzlü sahte dostluklarınızdan.
Ay akşamdan ışıktır yaylalar yaylalar/Yüküm şimşir kaşıktır diloy diloy yaylalar….
Yüzlerin heykeli kırılınca, her şey ne kadar da çıplak. Aylardan Nisan….Mevsim bahar oluncaaaa….. Sağlıcakla.

31 Mart 2016 Perşembe

NAYLON KIZLAR !



Altmışlardan bu yana ezbere bilirim yaşanmışlıkları. Bilirim de bildirmem. Bildirmezliğin kıskacında kaldıkça yeldirir dururum. Bu yeldirmeyle bilim tarihinde yolculuğa soyunurum. Anamın toprak yapılı mutfak gereçlerinden, bakıra, bakırdan çinkoya, çinkodan melamin ve plastik gereçlere geçişi üzerinde uzun uzun düşünürüm. Hikâyelerinden hareketle ilk insanların yol hikâyelerine merak salarım durduk yerde. Taş devrinden, cilalı taş devrine dalar giderim. Her dalış zorlukları tüttürür gözlerimde. Bakırın bulunuşuyla taş devrinin hükümsüzlüğüne üzülürüm. Bakıra rağmen, taşı kullanmayı sürdürenlerin inadına şaşarım mesela. Şaşırmalarım sürerken aklıma düşer hanımın çeyizleri. Taş devrinin izleri bizim hanımın çeyizine kadar sürmüştür mesela. Bakır, taşın hükmünü bitirdi desek de M:Ö 4000 lerden ta bizim düğüne kadar kırıntıları devam ede gelmiştir. Çeyizlik eşyalar arasında toprak testimiz vardı bizim. Nefes alıp veren, terleyen. Dışı terlerken içi serinleten. Daha sonra gömlek bile dikip giydirmişti testiye hanım. Hay Allah! Çeyizlik testinin bu yazıya girdiğini okusa, olacakları siz düşünün. “Sil şunu” deyip üzerimde baskı kuracak. Ama gerçek bu. Gerçeği gizlemek geçmişe ihanet öyle değil mi?
Bakırın bulunması bronz çağını başlatmış mesela. Bizim evde cam ve porselen sürahiler var bugün. Hatta bazıları süs niyetine öylesine durur camekanlı dolaplarda. Mesele orda durması değil, sürecin işleyişi aslolan. Anam da bakıp bakıp kaderine küser. “Erken gelmişiz” dünyaya deyip kahrolur kendi kendine. Kimi zaman bizleri müsrif ilan eder. Bulup bunamakla suçlar.
Geçen gün çinide hatırı sayılır dostlardan birinin atölyesinde bulundum. Topraktan, kilden, kuvarstan velhasıl pek çok şeyden bahsetti. Anlam derinliği olan pek çok mevzuya daldı çıktı. Toprağı, kili kumu anlatırken çeyizlik toprak testi gözlerimin önüne dikildi. Toprak diye öylesine baktığım şey, neymiş meğer. Nefes bile üflenmiş üstünden. Of of!
Her devirde yepyeni buluşlar olmuş. Bronz, teknolojik gelişmenin en önemli buluşlarından mesela. Sümerler Mezopotamya’da bu sayede üstünlük sağlamışlar. Her buluş insanlığa hizmet etmiş. İnsanlığa hizmet etmenin derinliğini varın siz düşünün.
Okullarımıza da sık sık uğrarım. Olimpiyatlara hazırlananlar var bugünlerde. Hazırlıkları gördükçe ümitlerim arttı. Geleceğin kimyacılarını, fizikçilerini görür gibi oldum kimi projeleri izlerken. Projelere göz atarken daha fazlasını umdum. Ummak hakkım mıydı bilmem ki..  Hakkım olmasa bile, ummanın ahlaki bir yanı vardı en azından. Kimileri ürettiği sessiz silahlarla üstümüze saldırdıkça kendi çocuklarımızdan çok daha fazlasını bekliyor insan. Dizilerin entrikasında bocalamasın, zaman yitip gitmesin istiyor gönül. Bu arzuyla heyecanlarım artıyor. Arttıkça, ömre çok şeyi sığdırmanın telaşına düşüyorum ben. Düştükçe düşlüyorum. Sosyal medyadaki boşluklara, televizyon ekranındaki program ve dizilere kilitlendikçe, kahroluyorum. Diziler yerine hayvanlar âlemiyle ilgili belgeseller izlense çok şey değişecek vallahi.
Tek eşliliğin önemini, yavru yetiştirmedeki işbirliğini, yaşam alanına nasıl sahiplenilmesi gerektiğini, zorluklarla mücadelede dayanışmayı hepsinden önemlisi sabrı öğreneceğiz sabrı.
Bunlardan ibret almalarımız olsa, cami önlerine bebekler bırakılmayacak. Eş üstüne kumalar konmayacak.. Yuvalar daha sağlıklı olacak. Örnekleri çoğalt da çoğalt. Dizilerin entrikasına takıldıkça insanlığın hayrına çoğaltacağımız işler azalıyor kardeşim. Üç kıtaya hükmetmiş neslin çocuklarıysak birey olarak kendimizden başlayıp ailemizi, mahallemizi, beldemizi, ülkemizi sarıp sarmalayacak değerleri bir adım öne çıkarmalıyız. Sonrasında insanlığın hizmetine sunulacak ne varsa payımıza düşeni yerine getirmeliyiz. Atalarımızın başarısıyla övünüp suya sabuna dokunmamak hayrımıza olmayacak.
Taş devrinden girip insanlık tarihinde gezinti yapacaktım oysa. Hatta türküler söyleyecektim sessiz sedasız. “Evlenmeyin bekârlar naylon kızlar çıkacak” diyecektim arada.  Çoktan naylonlaştı mı yoksa her şey. Sorgulayalım mı yeniden? Haydi hayırlısı. Sağlıcakla.

6 Mart 2016 Pazar

ÇÖL MECNUN’UNSA ÇEVRE BİZİM



Bu sene geçirdiğimiz kışa bakarak evvelki senenin kışından dem vuruyor insanlar. “Allah bilir ya!” deyip değişik yorumlara yelteniyorlar. Kışın ya da mevsimlerin değişiminden söz edip derin mevzulara dalıyorlar. Mevsimlerin ucunun kendine değdiği yerde ne yapması gerektiğiyle  ilgili mevzudan uzak kalmaya çalışıyorlar. Aslında ben de  öyleyim. Üstüme düşenler konusunda yol değiştiriveriyorum. Üstüme toz kondurmuyorum toz. Ne kötü, ne acı!
Halbu ki çevre evimiz gibi. Hatta sürekli ilişki içinde olduğumuz en yakın akrabamız gibi. Ben bilim adamlarının yalancısıyım. Çevreye bakışımız, kullanma biçimlerimiz iklimler üzerinde etki yapıyormuş. Eee!..öyleyse kulak vermek lazım kardeşim!.
Havanın ısındığını gördükçe dağa, kıra, parka, bahçeye atıyoruz kendimizi. Kirlettiğimiz çevreden yine kendimiz şikayete başlarız yakında. Kirlettiğimiz çevreyi birileri temizlesin isteriz. Biraz özen göstermekten imtina ederiz. Kamusal alanda kullandığımız ne varsa başkalarının malıymış gibi bakarız. İtiraf etmeliyim ki bu konuda özürlüyüz özürlü. En azından ben kendimi öyle sayıyorum.
Köylerimizi geçmiş yıllarda değişik sebeplerle bir bir dolaştım. Gözlediğim şu ki, yakın akrabaların çoğu birbiriyle dargın. Birbirne zarar verenler yakın akrabalar sanki. Bunu anlatırken “elden zarar gelmez” deyip dargın kalmayı sürdürmeye çalışıyor insanlar. Of Allahım Of!
Bırak hadisi ayeti, atasözleri bile  kafamda fing atıyor şimdi.
Akarabasıyla dargın olanın çevreyle barışık yaşaması zor mu, zor. Toplumsal iklim böyle böyle değişiyor. Değiştikçe en ağır bedelleri el birlik ödüyoruz.
“İlla benim dediğim olsun”  babayiğitliğinde kalmak en yakın akrabalıkları bile köreltiyor. Oturup konuşsak, birbirimizi anlamaya çalışsak, topluma hatta ülkeye yararlı olanı çoğaltmaya çalışsak. Iııh!
Her şeyin tıpatıp her birimize uygun olması imkânsız. O zaman ortak noktalarda buluşmasını bilmek gerek.  Çevre, hele iklim bambaşka bir şey. İçinde  yaşadığımız ev neyse, çevre çok fazlası değil mi? El birlik koruyup kollamak lazım. Çevreyi koruyup kollamakla aslında neleri koruduğumuzu sıralasak sayfaya sığmaz. Çevre bizlere sunulmuş ilahi bir lütuf ve ihsan değil midir? Bir ihsan, bir lütuf olarak sunulan çevre üstümüzdeki elbise gibidir bir yandan. Bu elbiseyi yırtıp atmayı, hor kullanmayı hakikat olana  karşı durmak gibi görmek gerek. İçinde yaşadığımız çevreye göz gezdirin. Havasından suyuna, gökte uçan kuşuna dahası ne varsa insan için meyveli ağaçtır. Meyveli ağacı gözümüze dikip, ona nasıl davrandığımıza bakmamız lazım. Bunu hak ve hakikat için yapmamız lazım hem de. Çevre hepimiz için birse, binimiz bu bir için çırpınmalıyız.
Çevre konusu o kadar çıplak ve açık bir konu ki. Hepimize sorumluluk düşüyor. Dağda sürüsünü otlatan çoban bile bu sorumluluktan kaçamaz. Kaçarsa sonuç belli.. Kişi başına ürettiğimiz çer çöpe, atığa bile dikkat etmek sorumluluğun gereği.
Çöl söz konusu olunca Mecnun, dağ söz konusu olunca Ferhat akla gelir. Çevre deyince aklımıza gelmesi gereken o kadar çok şey var ki. Kendimizden başlayarak Allaha  uzanan ince, hassas bir yol. Bize sunulan çevreyi hor kullanmak en başta kendimize hor davranmaktır. İşin özü parka, bahçeye, dağa kıra bayıra çıkmaya meyillendiğimiz şu günlerde çevreyi öldürmek değil,  inadına diriltmektir insan olanın görevi. Yoksa, yoksa değişen iklimden, kuraklıktan, hastalıktan söz açar dururuz.  Sağlıcakla.

29 Şubat 2016 Pazartesi

OYUN- BOZAN-LIK


Şu çocukluk oyunlarım unutuldu, unutulacak. Çelik-çomak, sıra kayası, dokuz kiremit, sek sek, körebe, mendil saklama, dokuztaş, beş taş, üçtaş. Şimdi anlat deseler pek çoğunun ayrıntısını ortaya koyamam belki de. Oyunbozanları say deseler bir çırpıda sayarım herhalde. Sınıfta ekip çalışmasında bile grup bozanlar olurdu. Oyunbozanlar, kişilerin belleğinde olduğu kadar toplumların belleğinde de iz bırakıyor. Oyunda bile dürüstlüğe ihtiyaç var aslında. Körebe dediğimiz en basit oyunda dahi hileye başvuranlar olurdu. Hileye başvurmak genle mi, kanla mı yoksa eğitimle ilgili bir sorun mu yıllardır anlam veremem.
“Oyun bozmak” deyiminin hem olumlu hem olumsuz yanları var. Birinci durum, kurnazlık yaparak geneli yanıltmaya yönelik oyunun bozulması. İkinci durum normal mecrasında giden, genelin onay verdiği olumlu bir durumu sekteye uğratmak. Bu benim izahım. Farklı şekillerde tarif etmek mümkündür herhalde. Ya da çok daha geniş sahada olayı irdelemek.
Sek sek de bile çizgiye basar, basmadım der. Oyunu sabote etmek için bire birdir kimileri. Çocuksu bilinçle böylelerini bilir o tiplerle oyun kurmak, oynamak istemezsiniz. Kimileri de vardır, her oyunda bir bahane yaratıp anneye koşar şikâyete. Bazen anne kavgaları çıkar bu yüzden. Hatta hukuk savaşlarına uzanan süreç. Hay Allah!..
Aklımız erdiğince elli altı yıllık ömrümüzde o kadar çok oyun, bir o kadar oyunbozan gördük ki… Sorma gitsin!
Centilmenliğin öne çıkması gerektiğini düşündüğümüz sporda bile o kadar çok oyun ve bozanı ajanslara  baş malzemeyse… Gerisini siz düşünün. Geçtiğimiz günlerde üst liglerdeki futbol karşılaşmalarındaki oyunbozanlıktan dert yandı kulüp ve taraftarlar. Yerel takımlarımızdan Linyit maçını yöneten hakemin oyunbozanlığına ver yansın etti seyirci.
Dünya çapında kurulan oyunlar, bölgesel oyunlar, siyasi oyunlar. Of of!  Oyun üstüne oyun. Hele bunlar ne sek seke ne de kör ebeye benziyor kardeşim. Bazen şikâyet edecek anne bile bulunamıyor.
Hal bu ki her oyunun kuralı var. Kural dışı davranmanın da bir bedeli. Sporcu hakemin görmezinden vuruyor tekmeyi. Hakem görmezlikten gelebiliyor. Hukuki olarak kurulan oyunlarda bile ne çok insanın canı yandı. Oyun bozulmasaydı ne canlar yanacaktı daha.. Aman Yarabbi!
Güney sınırlarımızda kurulan oyunlar cidden can yakıcı mesela. Yüz binler öldü, milyonlar sakat. Kimi evsiz yurtsuz zır zımbıldak ortada. Kim nasıl bozacak bu oyunu, kim kime şikâyet edecek. Vallahi insanın aklı duruyor. Ben çocukluğumun oyunu sek sekten bahsederken oyun içinde oyun üretiyor dünya. Öylesine dikilip kalıyor, “ben senle oynamam” bile diyememe noktasında kalıveriyorsunuz. Oyunu bozacak bir babayiğit çıkmıyor. Nasıl çıksın? İnsan oyun oynayacak(!) kimse bulamıyor sonrasında ortalıkta. Oyunlar oynandıkça güven bitiyor. Güvenin, hakkın hukukun, kuralın olmadığı dünya mutlu olabilir mi? Bir kere güvensizlik hortladıkça olumlu sonuca varmak zorlaşıyor. Oyun kurucular oyunun adı sek sek olsa bile dürüst olmalı. Oyun ütmek adına kurulunca dürüstlük peşin peşin rafa kalkıyor.
Bel bağladıklarımız, birlikte oyun oynadıklarımız bir bakıyorsun başkalarıyla başka oyunlar kuruyor. Nerde kaldı güven?
Allah korkusunun varlığı hakta, hukukta, birlikte iş yapmada hatta çocukça oyunlar oynamakta bile güveni tesis edecek unsur. Yoksa yazık olur sek seklerime.
Güvenirliğin sadece kişilere değil dünya milletlerinin mutluluğuna bile katkı sağlayacaktır.
Bir türkümüzün sözleri şöyle; Güvenemem servetine malına/Umudum yok bugün ile yarına/Toprak beni de basacak bağrına/ Adaletin bu mu dünya?...

Adaletsizliği hortlatan insansa, yazık olmuyor mu insanlığa. Velhasıl oyunbozanlık bazen iyi bazen kötü. Sağlıcakla.

27 Şubat 2016 Cumartesi

ÇOCUKSU HALİM

Hiç uçağa binmedim ama yüksekten seyrin hayalini yaşamışımdır hep. Belki de bu yüzdendir gökyüzüne baktıkça merakım artar. Köyün gökyüzü hele gecelerde bambaşkadır. Bir de arazideyseniz sorma gitsin. Ayın doğuşunu seyretmek keyiftir mesela. Ufuktan usul usul yükselişini, yükseldikçe kazandığı parlaklığı keşfe koyulursunuz. İnsanda yükseldikçe aydınlanır mı bilmem ki? Gece ilerledikçe uçakların seyir yollarını bellersiniz. Gözünüzle eşlik edersiniz bir vakit. Bu seyir çocukça gelebilir. Gecelerde eğlencedir insana. Sahi, yalnızlığınızı unutturur bir de. Samanyolu yıldız kümesine ilişirsiniz bir vakit. Ona dair duyduğunuz hikâyelere yeni hikâyeler eklersiniz. Taaa ilkokulda adını duymuş olduğunuz büyük ayı, küçük ayı yıldızlarını bulmaya çalışırsınız. Buldukça yönlerin tarifine soyunursunuz durduk yerde. Uzayın derinliklerine daldıkça Jüpiter’i, mars’ı tanımaya meyledersiniz. Belki de bu meyille ilkokul öğretmeniniz karşınıza dikilip “ne olmak istersin” diye soracak olsa pilot ya da astronot cevabını verirsiniz.
Daha yazının başında hiç uçağa binmediğimi söylüyorum ki, kurduğum hayalin çocuksuluğunu keşfedin, geri kalmışlığımı anlayın diye. Anlayın ki siz kaç adım ileride olduğunuzu fark edin, bu farkın büyüklüğüne soyunun diye. Hatta sizin hava atmanıza fırsat tanımak içindir bu kardeşimm!
Ben böyleyim işte. Hamama gitsem, denize girsem belime su kabağı bağlayasım geliyor hala. O kadar ceset toplandı ki son yıllar denizlerden!. Bir de yüksekten düşenleri gördükçe ben fena oluyorum önce. Gerçi bazı yüksekten düşenlerin her parçası maddi olarak bir değer taşıyor. Bunu nerden biliyorum?…Geçen yıllar göktaşı düşmüştü de ufacık parçaları bile döviz cinsinden alıcı bulmuştu. Gerçi bu da ayrı mevzu, kim bilir.
Çocukça düşlerin saflığına inanırım ben. Hatta çocukça keşiflerin geliştiren bir yanının olduğuna. Bu inançla düşler kurar durarım. Belki de düşler kurduğumu sanırım. Sandıkça çoğalır hikâyeler. Hikâyeler çoğaldıkça yaşama tutunur gideriz işte.
Çocukluğumda çok da çobanlık yaptım mesela. Çobanlık dediğim iki öküz bir inek. Çobanlığım sürdükçe tanımışımdır onca bitkiyi. O yüzden sayarım bir çırpıda kuş pidesini dede sakalını. Bu yüzden bilirim çoban aldatanı, arı kuşunu. Şimdiki nesle teogda aşağıdakilerden” hangisi kuştur” desen fili işaretleyenler olur. Denemesi bedava.
Doğa insana çok şey öğretir çok. Çobanlık bile. Hayvanın sırtında onca sinek,  börtü böcek dolaşırken bile çocuksu bakışla neleri fark etmezsiniz ki. Yaşamak için yaşatmayı bellersiniz ilk başta. Doğada her ne varsa hangi görev tanımlaması ve koduyla yaratıldığını kavrarsınız. Kın kanatlılardan bok böceğinin bile.
Oysa biz insanoğlu öylesine evrim geçiriyoruz ki sorma gitsin. Gözledikçe kavgaya meyilli insan evladı olup çıkıyoruz. Gözledikçe hır çıkarmaya meyilleniyoruz. Karşımızdakini alt edelim de varoluş sebepleri n’olursa olsun. Oldu mu ya….
Gözlerimizle görmeye, gönlümüzle hissetmeye çalışmak ne insani bir şey. Görüp de düşünmemek ne büyük kolaylık ya da gaflet. Of of!. Bazen biz bize engeliz, hatta kendimize. Engelli davranışları gördükçe çocuksu düşlerimi çoğaltmaya çalışıyorum. Kimi vakit uzayı, kimi vakit yeryüzünü yeniden keşfe koyuluyorum. Koyulurken göynülüyorum. Göynüldükçe daha net tartılıyorum. Tartıldıkça hafifliyorum.
Kavgaya meyilli hangi insan sağlıklı düşünebilir. Hangi mutluğun tam olarak farkına varabilir ki. Kavgaya meyillilik hastalık değilse nedir? Soruları çoğalt da çoğalt. Nereden nereye…

Benim çocuksu halime ancak türkü söylenir. Dağlar dağladı beni/Gören ağladı beni. Sağlıcakla

24 Şubat 2016 Çarşamba

HAS EKMEK



Cemreler bir bir düşüyor. Çiğdemler sarıya patlarken bahar şubattan el sallıyor. Ühhüü!, aldanmayın kış güneşine dese de anam, ona inat sırtları ısıtıyor. Menekşeler ilçemin bulvarlarında allı morlu boy gösteriyor. Gösteriyor göstermesine lakin bizim hanımın kulağı camdaki ajanstayken kaşları yukarı yukarı kalkıp kalkıp iniyor. Hay Allah! Bilirim bu durum hayra alamet değildir. N’oldu demeye fırsat kalmadan mırıltılarından anlıyorum ahlarını. Bedduanın biri ötekine ulanıyor. Biliyorum ülkemin huzuruna göz dikenlere, hır çıkaranlara ilençler savurduğunu. Duaya dur diyecek olsam da, hiddet artmış, sinir kabarmış, nafile. Bıraksam sınırda nöbete çıkacak kadın. Hiddetten gözler şelale olup çağlıyor. Of Allah’ım!
Baharlı bir yazıya yelken açarken gördünüz mü olanı. Analarımız daha doğrusu kadınlarımız iyidir. Hanyayı Konyayı bilmese de; Cesurdur, merhametlidir, sabırlıdır. Bunu yarım yamalak da olsa okuduğum tarihten bilirim. Çanakkale’den, İstiklal harbinden, Sarıkamıştan bilirim. Ölene dek Çanakkale’ye giden erini bekleyen anaların hikâyelerinden tanırım. Yaktığı türkülerden bellerim düşmanı. İnançları inancımızdır kadınlarımızın. Bu yüzden baharı dolarım dilime. Anaların ahının iblislere yeteceğini bilirim. Bu rahatlıkla dokunurum klavyeye. Neyse..
Bahar iş- güç demektir bir diğer yandan. Toprağın telâşesidir. Bilmek bellemek gerek. Toprağa atılan her tohumun çoğalması demektir bahar. “Allah’ın ambarına attık” derdi Anam. Allah’ın ambarına atmanın sevincine dururdu her daim. Bu sevinçle tüketirdik kepekli ekmekleri. Koçanlı köy mısırını bulgur kazanlarına atardık temmuz sıcağında. “Bu bulgur, bıldır ki bulgur” tekerlemesinde yarışırdık yarenlerle. Francalıyla yıllar sonra tanıştık. Tanışmaz olaydık keşke. Her hanede ekmek teknesi olurdu. Evin yazlık bölümüne yaygılarını serer, ahşap yapılı tekneye su değirmeninde öğüttüğü buğday ununu döktü mü değmeyin keyfine Anamın. Hamurun özünden dem vurup keyifle ekşi maya katardı içine. Üf üf!
Günah olmasın ekmek değil bunlar diyor şimdi Anam.  Hakikaten hastı ekmeğimiz has. Ayrıştırma yoktu. Buğday kabuğunda ve kabuğun altında bulunan proteini, nişastası, karbonhidratı, minerali hepsi tam tekmildi.  Bu yüzden bağırsak problemi olmazdı insanlarda. Şimdi her ne kadar ayrıştırılan beyaz una kepek atılıp esmer hale getirilse de gerçek oranı tutturmak zor mu zor.Unun hikâyesini bile bilmiyor çocuklar şimdi. Bağları koptu toprakla kardeşim…
Bir de Zika çıktı son zamanlarda. İblis denk durmuyor. Benim aklımda biyolojik savaşlara takılıp kalıyor. Kuş gribi, Kırım Kongo, domuz gribi, Çin gribi, kenesi derken birde sivrisinek çıktı başımıza. Böceklere dokunmaktan korkar olduk. Koruyucu elbiseler giyeceğiz doğaya çıkarken. Bu korkuyla nasıl yaşanır. İlaçsız bitki yetiştirmek mümkün gözükmüyor son yıllar. Of, Of! Nesiller için kaygıya kapılıyor insan. Kapıldıkça ilence duracağım ben de. Zurnanın zırt dediği yerin farkındayız hepimiz. Çağdaşlık derken, uygarlıktan dem vururken yutturuyorlar insanlığa hapı. Terörden öte bir şey bu kardeşim. İnsanlığın eksenini kaydıracaklar bu gidişle. Silahlı haydut salmıyorlar üstümüze sadece. Gel de kaygılanma. Gel de rahat uykular uyu. Gel de hanıma katılma..

Baharlı yazılar düzecekken “Bir fırtına tuttu bizi, deryaya kardı” türküsünün melodisi dilime dolanıyor. Bu dolanışla düşler düşünceye karışıp gidiyor. Şimdi dua zamanı. Sağlıcakla.

21 Şubat 2016 Pazar

SEVİNİR MİSİN?


Geriye bak da seyret üç kıtanın rengini
Şimdi öksüz ovalar dersem sevinir misin?
Osmanlıyla bulmuştu onca toprak dengini
 Yolların defterini sersem sevinir misin?

Fışkırdı bir obadan Hakk’a akan pınarlar
Hayme Ana büyüttü koca koca çınarlar
Huzurla kucaklaştı en müstesna kenarlar
Makberin ölçüsünü versem sevinir misin?

Bir cihan ki görmesek bilmesek inanmazdık
Adalet duygusuna güvenip sığınmazdık
Osmanlının adını hiç anıyor olmazdık
Yükselişin sırrını sorsam sevinir misin?

Üç kıtada duyulur inançlı aşkın sesi
Adaletle vermişler aldıkları nefesi
Sırtında taşıyorken bir yumurta küfesi
İhanet çemberine vursam sevinir misin?

Hak olunca yürekte bedende heybete bak
Asya’dan Avrupa’ya sular gibi kıvrıl ak
Ne şanlı tarihtir ki alnı açık yüzü pak
Geçmişin hayalini kursam sevinir misin?

Demet demet çiçekler gönül huzur dingini
Üç kıtada yetişti onca gönül zengini
Sular bile koşturur bulunca hep engini
Geçmişimle övünüp sarsam sevinir misin?

Serap değil bir gerçek altı asırlık mazi
Peygamber ümmetiyiz askerimiz bir gazi
Hakka kumaş biçilmiş ellerinde terazi
Batıla batıl deyip kırsam sevinir misin?

Yükseldi minareler at koşturdu onca er
Semadan indirildi inandığı tek rehber
Tarihin defterine sıvanmıştır temiz ter
Geçmişimle avunup dursam sevinir misin?

Arda Meriç şahittir gerçekleşen define
Çöldeki kumlar bile kaybedilen hazine
Kimileri inanıp düşmanların tezine
Sineme ok sapladı dersem sevinir misin?

Çoban Çeşme sarılır tarihte şanlı ipe
Anlatılan menkıbe kulaklarına küpe
Hak olan yollardayım var mıdır ki bir şüphe
Düşmanın oyununu yersem sevinir misin?


14 Şubat 2016 Pazar

YÂRİM


Sende bellemişim aşkı sevdayı
Yürek başkasında bulmuyor yârim.
Dünyanın varlığı güneşi ayı
Gönül gözlerimde solmuyor yârim.

Saçının teline biçemem paha
Senden başkasını sevemem daha
Aşk ile gönlümde açtığın saha
Sevdayı dışarı salmıyor yârim.

Gözlerim gördükçe çoğalır yazlar
Önüme dikilir yeşerir bozlar
Sarıp kokladıkça duyduğum hazlar
Bugünden yarına kalmıyor yârim.

Zindana dönüşür bu ömür sensiz
Yorgunum argınım sanma nedensiz
Görenler şaşırır sanırlar cansız
Sensiz hanelerim dolmuyor yârim.

Nazlarım sanadır kederim sana
Tenin ilacımdır inan sen buna
Vallahi can verdin gönül kuşuna
Gerçeği demeden olmuyor yârim.

Yuvamın direği içimde sevdam
Yokluğunda hiçtir üstümde abam
Seninle çoğaldı sülalem obam
Sevdayı sayfalar almıyor yârim.

Duaya kitlenir dudağım dilim
Dal dal çiçek olsa başkadır gülüm
Bağımda toprağım yağmurum selim
Mevsimler kokunu silmiyor yarim

Çoban Çeşmesi’nin suları çağlar
Çiçekler içinde yaylalar dağlar
Yürekte çoğalır onca sevdalar
Bunu kimsecikler bilmiyor yârim.

9 Ocak 2016 Cumartesi

ÇÖKER GİDERDİM

Geçmiş anılarım akla düşünce
Yıllardan yıllara akar giderdim
Yırtık ayakkabı delik çorapla
Zorluca yollara bakar giderdim.

Anılar eskimiş izleri diri
Killer kaynatsan da çıkarmaz kiri
Yokluğa alışmış bir uzun seri
Acıyı ağıda döker giderdim.

Uzaktan görünür tüterdi baca
Çorbayı bulunca dersin ballıca
Deynekle vururdu camide hoca
Sümüğü burnumda büker giderdim.

Çoğu azımsayan biri bulamaz
Dünü yaşamayan yönü bulamaz
İsyana yeltenen şükrü bulamaz
Şükür tespihini çeker giderdim.

Hem geniş hem dardır yaşamak dünü
Pek güzel harcarsın güzelim günü
Yırtınsa duyulmaz yoksulun ünü
Yüreğimde sırla akar giderdim.

Çalışır çabalar olurdum uslu
Her günüm kış geçer her günüm puslu
Kiminin toprağı sanki humuslu
Eteğimde taşla seker giderdim.

Aş vardı iş vardı bakmadım mı ben
İdare lambasını yakmadım mı ben
Toprağa tohumlar dökmedim mi ben
Çorapta söküğü diker giderdim.

Çoban Çesmesi de oldu hep garip
Yine de şükreder secdeye varıp
Kendi yarasını kendisi sarıp
Musalla taşına çöker giderdim.