29 Aralık 2013 Pazar

KAYNANAM SEVERMİŞ!


Zor iş be.. Köylüyüm ben. Rahmetli babam da köylüydü, dedem de. Bizim çocuklarımız köylü olmayı reddediyor, kendilerini kentli olarak tarif ediyorlar artık.  İtirazım olabilir mi? İtiraz etmekle neyi, nasıl değiştirebilirim? O halde suskunluğum sevimsiz olmaktan daha mı yararlıdır sizce..
Yeni neslin iletişimi, hal hatır sorma biçimi bile çoook değişti. Dillerinden anlamak zor sanki. Tokalaşmaları el ense çekerek, selamlaşmaları benim aklımın yetmediği dilden. Bunu öğrenmem, bu konuda birikim oluşturmamın zamana sığması imkânsız artık. Of ki of!..
İşaret dilleri de değişti yeni nesilin. Hazır surat ve yüz şekilleri ellerinin altında. Resme tıkla, göster geç. Vay, vay, vaay!
Biz farklı dilde farklı üslup içinde yetiştik.
. Bizim oğlan nasılsın?
. Aha be hısım, iş güveysinden hallice..
. Bizim kız sen nasılsın?
. Yuvarlanıp gidiyoruz..
Soru biçiminden, soranın ses tonundan samimiyeti kavrarsınız şıp diye. Karşınızdaki de aynı kolaylığı yaşar. Samimiyet üzerine şüpheler duymaya gerek kalmaz. Ardından sohbetin, hal hatır sormanın bir adım ötesine geçilir.
. İş güveysinden hallice dedin de bir sorun mu vaa len!...
. Durum böle böle…
. Bakarız çaresine hısım, dert etme…
Hal hatır sorulur, çareler umulur, çözümler sunulurdu. İçiniz yanarken gülen surat gösterme ihtiyacı hissetmezsiniz. Sevinciniz de, acınız da ortada olur, katkı için herkes üstüne düşeni yapardı. Neyse..
Şans mıdır nedir, mutlaka hazır çaya sofraya rast gelirim. Bu konuda nasipliyimdir belki de.. Her rastlayışta;
. Ooooo, kaynanan seviyormuş buyur, buyur. Geç Allah’ını seversen filan.. 
Gönül rahatlığıyla otururum çaylara, sofralara. Otururken çoğalır sorular içimde. Kaynana hakikaten sever mi, sevmez mi sorusu içten içe dürtükler.  Hay Allah.!  Kaynana mevzusu derin oldukça da çetrefilli de bir konu. Girip girmemenin karasızlığı sarıyor insanı.
Tesadüf sofralara rastlarken, gönül sıcaklığında buyur edişlerin gerisinde içinizdeki çoğalışlara bak. Kaynanamın nesinden, nasıl bahsetsem bilmem ki. Ya da hiç bahsetmesem daha mı iyi. En iyisi açık vermeden oturduğun sofrada efe efe kaykılmaya devam etmek. Toplum baskısını üzerimde nasıl hissettiğimi az buçuk tahmin ediyorsunuzdur. Bizim toplumumuzun ilginç bakış açıları vardır. Bu köylüce bir bakıştır belki de. Belki de benim damarıma basan bir bakış. Kızlar hala ikinci plandadır nedense. Bunu çokça konuşulan Antalya yöresinden bir örnekle anlatayım en iyisi. Uzak yöreden dem vurunca daha kolay sıyrılırım işin içinden. Hay Allah!

Sanırım Serik yöresi. Baba erkek çocuklarına en verimli arazilerini verirken, kızlarına sel basan çorak arazileri uygun görür. Yıllar geçer turizm geliştikçe sel basan çorak araziler değer kazanır. Bu da Allah’ın takdiri işte.  Değer kazanması bir başka mesele. Aslolan babanın kızlarına bakış açısıdır burada. Gördünüz mü “kaynanan seviyormuş” lafının beni nerelere getirdiğini. Seviyor desem bir türlü, sevmiyor desem bir başka. Gel de anlat sen bunu şimdi. Anlat da, halka halka çoğalıp akşam haberlerinde dinle sonrasını. Hak, adalet, hukuk kavramını içimizde içselleştiremiyoruz en başta. Çocuklarımız arasında bile hakkaniyeti bozuveriyoruz. Hakkın hukukun bozulduğu yerde toplumsal muhabbetin dengesi kayıyor. Gel de çık işin içinden. Kendi çocukları arasında bile haksızlığa çanak tutan bir duruş varken, başkaları için hakkaniyetli davranmasını kimden nasıl bekleriz? Bilmem haksız mıyım? Sağlıcakla.

20 Aralık 2013 Cuma

YOLCU TRENLERİ


Lokomotiflerin böğürtülü düdükleri duyulur bizim mahallede. Geceyi yırtan sesi uykulardan bile uyarır kimi zaman. Gökteki yıldızları titrettiğini sanırım yerinden. Evlerin duvarına çarptıkça bir başka tarafa meyleder böğürtüsü. Balkona koşar, ışıklı kompartımanlara uzaktan göz atarken, yarı uykulu insanları fark ederim. Boşluğuna düşer, boşluğunda yanarım uzayıp giden trenlerin.Kimi gurbete düşmenin hüznünü yaşarken,kavuşmanın heyecanını yaşadığını sanırım kısılan gözlerimde.Dün ya bu…. Kimi ağlar kimi güler. Kiminin içinde sevinçler çoğalırken, kiminde acılar peyda olur. Kimi, lokomotif hızı artırdıkça aralanmış camdan türküsünü salar rüzgarlara. Ayrılmaktır sonuç yine de.. Yazıdır, yazgıdır..Yazgının aksıdır. Her kavuşmanın ayrılıkları varsa, her kalabalığın yalnızlıkları olacaktır. Düşünmek hüzne boğulmak olsa da, yollar güç katar inancınıza.
Kimi garlarda çiçekli bahçelere rastlayabilecekken, kiminde ayazlı gecelerin olabileceğini bellersiniz.  Tesadüf sandıklarınıza kader diyerek el sallarsınız yolculuklarda.
Ayrılığın yaşları dolsa da gözlerinize, zengin inançlar ferahlatır içinizi. Kavuşma sevinci mutluluktan uçururken ayrılığın bilinci yüreğinize sarmaldır.
Trenin her böğürtüsü benim için düş, düşünce anıdır bu yüzden. Uykularımı paramparça etse de, kızamam homurtusuna. Tekerin ray ekine her vuruşunu yüreğime benzetirim. Taku tuku, taku tuk!...
Kıvılcımlar fırlatır bazen dönen tekerleğinden yanan ve yakan. Demirin alev aldığı andır o an. Demir yanıyorsa yüreğin yanması nedir ki gece yarılarında…
Misafir olmanın rahatlığını düşlerim tren gözlerimden ırarken.hangi yolcunun hangi garda ineceğine merak salarım gecenin o anında. Kaçıncı kompartımanın kaçıncı mevkisinden, kaçıncı basamakta kimlerin yolculuğu son bulacak kaygısına dalarım. Üzülürken sevinir, sevinirken üzülürüm..

Bu yüzden kızamam trenlere. İrkilsem de düdüğüyle, yolcusu olmanın ağırlığını hatırlarım gecelerde. Saatini tutarım bu yüzden. Ben saatini gözlerken trenlerin dağ eriğindeki kuşlar sokulacak delik arar nedense.. Aldırış etmeden Kara tren gelmezmola/ Düdüğünü çalmazmola/ Gurbet ele yar yolladım/mektubunu yazmazmola türküsünü ıslıklara vurur dururum. Sağlıcakla..

10 Aralık 2013 Salı

ZENGİNLİĞE BÜRÜNMEK

Kışlar başladı ya, her günün, her gecenin yarattığı yalnızlığın zenginliğine bürünüyorum. Zenginlik kelimesini bilerek kullanıyorum bu cümlede. Tek başına olumsuz görünen anlama, yarattığı tınıyla olumlu bir hava katıyor sanki. Okuyan zenginliği iyiye mi yormalı, kötüye mi karar veremiyor en azından. Bu karmaşa içinde yazıyı sürükleyip gitmeye niyetleniyorum hece hece.
Kuşlar zenginliğimi fark ettikçe üşüşüyor camın denizliğine. Bakışları “çık da, gör” der gibi. Hava soğuk, ayaz koyak… Hakikaten çık da gör!
Camdan yola baktıkça parladığını görürsün yerin. Parlayan zeminde kayıyor insanlar. Parlayan yollarda, nice ölüm haberi ekranın camında. Of ki of! Gel de yaşa zenginliğin keyfini. Zenginlik lafını onca cümlenin arasına sıkıştırmaya çalışırken üç gün üç gecelik Hint düğünlerinin milyar dolarlık harcama yoksulluğunda kal durduk yerde... Oldu mu ya…
Kışlar resimlerde çok daha güzel nedense. Hatta çok daha zengin. Bugün ressam dostların suluboya çalışmalarında gördüm kışı. Görünce atasım geldi kendimi dışarı. Resimde bacası tüten evin sıcaklığı sardı içimi. En azından yakacak vardı tek katlı evlerde. Dumanı çıkmasaydı anımsayacak, anımsatacaktım en yoksulluğu. Ressam dostun fırça darbesiyle göğe uzatıp unutmadığı duman ayrıntısı ferahlattı içimi kış hükmünü sürerken. Yoksulluğu unutturdu en azından. İnsan kar beyazını seyre dalmışken bacanın dumanı fark edilmeyebilirdi oysa. Görünce hissettim ev sıcaklığını. Komşuluğun ayrıntılarına dalıp çıktım kendi içimde. Kış manzaralı resimdeki evlerin içinde kaç kişi yaşadığına dair meraklı sorular sordum kendi kendime. Kış hükmünü sürdürdükçe hangi sıkıntıların kıskacında kalabileceklerinin izini sürdüm durduk yerde. Kış olmasaydı bunları düşünüyor bile olmayacaktım. Kış olmasaydı kuşlar bile konmayacaktı cam önüne. Gördünüz mü zenginliği? Kar bulutları döktükçe, döküldükçe azalacak yoksulluğum. Nelerin farkına varmayacağım ki ben. Nice kış manzaralı resimde arayacağım beni. Beni ararken bulacağım belki de benliğimi. Kaç urbasız çocuk seyredeceğim. Kaç delik ayakkabı göreceğim. Bunların ayrıntısında yazılar düzüp yazları bekleyeceğim ben.  Yeni yazlar da kendimden geçeceğim kim bilir… Kendimden geçtiğim en yazlarda vuruyor olacağım yoksulluğun dibine.
Zorluklarda çaresizliği bilirim ben. Yokluklarda imkânsızlığın yıkıcılığını tanırım. Çaresizliğin çehresini sınarım. Of ki of!
Kışlar başladı ya yalnızlığın zenginliğine bürünüyorum. Kek kokuları burnumda, patlamış mısırın yağ bulaşığı parmak uçlarımda. Buğusu üstünde kahveler gözlerimde, kar beyazlığının hoşluğunda kalıyorum. Hoşlukları yaşarken düşüyorum en boşluklara oysa.  Oysalar bile doldurur mu düştüğüm boşlukları. Her boşluk bir fırtına, her boşluk bir yeni kış mı bilmem ki? Bilmediklerim bildiklerimin önüne geçiyor en kışlarda. Her geçiş zenginliğimi törpülüyor durduk yerde. Törpülendikçe göynülüyorum. Göynüldükçe yüreği yoklamanın gücünü buluyorum bedenimde. Buldukça bulmanın sevincini yaşıyorum.
Kışlar başladı ya… yalnızlığın zenginliğine bürünüyorum. Elde birikmiş duygu yoksunu onca yazımı yamama lüksüne düşüyorum. Düşerken düşünebilseydim keşke. Keşkelerim olmayabilseydi tüm yazılarımda. Gecelerin karanlığına çakılıp kalmayabilseydim çok vakit. Zenginlik saydıklarımı kurban vermeseydim zengin bildiklerime. Her kurbanla ben de kurban olmayabilseydim yeniden.

Kışlar başladı ya.. yalnızlığın zenginliğine bürünüyorum. Kışları suluboya resimlerde sevimli buluyorum. Ayrıntının gözden kaçmadığını gördükçe bir daha bir daha seviniyorum.  Sevinirken “geceler yârim oldu/ağlamak kârım oldu” türküsüyle uykulardan uyanıyorum. Sağlıcakla. 

30 Kasım 2013 Cumartesi

ALFABEM


Toprakla uğraşıyorum ya.. Her yeni günde alfabeyi yeni söken çocuk edasındayım. Öğrenmenin üstünlüğü bir yana her bitkinin verdiği heyecan yaşanmaya değer gerçekten. Kalemimle toprağa dokunmaksa işin kaymaklı kadayıfı.  Toprak benim için kız oğlan kız hala. Onunla sevişebilmek her delikanlının harcı değil. Sevişmenin kendine has öncelikleri var.   Sevmek işin en başı.  
Toprağı anlamaya çalıştıkça depreşir arzularınız. Bu arzuyla yollar yürür, huzurun farkını yaşarsınız.
Toprağın dili başka, kültürü başkadır. Herkesin anlamasını beklemek hayaldir sadece. Zorla güzellik olmazmış. Aşk olmasa güzelliğin de on para etmeyeceğini söylerdi merhum Ozan. Of ki offf!..
Aşkla erişirsiniz huzurun en muazzamına. Bu tabiatla en şakrak türküleri dillendirirsiniz.
Toprağa haşinliği yükleyenler olur oysa. Toprağın hakkına, hukukuna samimiyetine şüpheyle yaklaşanlar vardır çoğu kez. Gerçeği, alın terini, sevginin karşılığını geciktirmeden hakça tahakkuk ettirendir oldum olası. Hayal değil gerçektir en azından.
Toprakla uğraşıyorum ya… Köylü-yüm-dür öyleyse.  Varsın başkaları en münevveri olsun yurdumun. Varsın en güzel tabloları en okullular yapıyor görünsün. Benim tablolarım kimilerinin hayallerine sığmaz kardeşimmm.  Benim resimlerim aşklarım kadar büyüktür ne haber... Her tarlaya kaç tablo sığar ölçmek gerek. Her tablo ölçeklerini zorlar belki de kimilerinin. Kalabalıklar farkına varmadan tüketir en asil olanı. Bilmeden satın alır her tabloyu. Altında imza gözükmese de resim yeter bize, işte o kadar.
Toprağa çizilen her resim nice yokluğu kurutacak oysa. Kaç âşık doğacak her resimde kim bilir.
Toprağı okumak gerek. Kürsülerden bilgiç söylemler sevmeye yetmez. Toprak mevzusu seyirlik olacak kadar basit de değil. Ellerimiz heyecandan titremeli toprak dendikçe. Dudaklarımız sevdanın ateşiyle çatlayabilmeli kardeşim..
Toprağın kızoğlankızlığından bahsettikçe niçin garip bakıyorsunuz? Niçin gözlerinizi çevirip burun kıvırıyorsunuz? Niçin tarlada okumuşluğuma aldırış etmiyorsunuz? Niçin çizilen tabloları alkışlamıyorsunuz?
Alkışları hiç de hak etmiyorum ben. Alfabeyi sökmeye çalışan çocuk edasındayım halâ. Kalemim kazma kürek.. Hey gidi hey!
Ben âşıklığın keyfini sürerken kentlerin yoksulu kimiler. Ah ki ah!  Terk edilen nice toprağı çalı çırpı bürüdü. Tek başına benim âşıklığım ne ki. Kaç boy resim yapabilirim bu cılız bedenle. Tutun ellerimden. Azıcık da siz anlayın şu toprağın dilinden. Siz de sevin sevebildiğiniz kadar. Severken sevinin olmaz mı? Kazmayla kürekle soyunun en ressamlığa. Orijinalliğini görün motiflerin, deneyerek en azından. Toprağa attığınız her çizikle avunun avutun bir diğer yandan.
Sevmeyenin anlamasını beklemem, anlamayanın sevmesini hiç düşünmem. Düşünmezken haykırırım en sevdalarımı. Düşünmediğim vakitler gam yüklü gemiler salarım okyanuslara. Şımarıklığım, avareliğim, köksüzlüğüm çoğalır saldıkça.  Bu salışla kalırım nefessiz.
Her nefes bir şenliktir aslında. Her nefes yepyeni tablodur. Ufuklara asılacak boy resmidir. Kısacası benim dilim topraktır. Tahsilim yine o.

Şimdi okullu olduk…. Alfabeyi söktüm ben. Sağlıcakla.

22 Kasım 2013 Cuma

DURUŞ



Ben anlattıkça tepeden bakışları artıyor kimilerinin. Sanırsın bir eli yağda bir eli baldaydı. Vücut dili ben sanayici oğluyum der gibi. Sevsinler seni kardeşim. Bu ülkenin çivisini  üretecek bir tesis yoktu. Yetmişli yıllarda üretilebilen gırgır süpürgesinin sayısı bile kayıtlarda apacık. Buzdolabı öyle, çamaşır makinesi öyle. Üstünü sarıp sarmalayacak bez üretilemiyordu imkansızlıktan.
Benim anlatımlarım senin gerçeklerin aslında. Benim yazdıklarım topyekün yaşadıklarımız. Senin bakışların  neyin de nesi. Aslı inkar yamultur insanı. Görmezlikten gelmek, yok saymak yepyeni sorunları bela eder başımıza.
Dokumacı ninelerimiz, iş bilen cefakar analarımız, çileleri göğüsleyen atalarımız olmasaydı zordu işler, ne haber!…
Cephelerdeki imkansızlığı, sıtmadan, tifodan, veremden daha nice hastalıktan ölen niceleri unutursak çaresizliğimiz çoğalır. Yalın ayak cepheden cepheye koşan, yarı aç, yarı tok, uykusuz bir neslin torunuyum ben. Onların tavrı övüncüm, öğünümdür her daim. Onların bu tavrıdır göğsümü kabartan. Onların kahramanlığıdır onca hikayeyi yazdıran. Unutmamak, unutturmamaktır işin aslı. 
İki kadeh atıp kaykılmak niye. Gece klüplerinde boy gösterip pozlar vermeyi büyüklüğün yanında kahramanlık mı sanırsın? Işıklı marka tezgahlarda kasılıp kendini tükettiğini fark mı bellersin.  Unuturken  herkesin unuttuğunu mu var sayarsın. Vah ki, vah! Ben vahlar çekerken, Çanakkaleyi, Dumlupınarı yeniden bir düşün istersen.
Ninemin sokağın havasını bile değiştiren, yağ kokan, ura kokan gözlemelerini unutmadım ben hala. Anamın aşlama çorapları gözümün önünden  gitmiyor hiç. İçirik dolu döşekleri hiç yok saymıyorum sen saysan bile. Öküz güttüğüm günlere olmamış gibi davranmıyorum. Ayva yaprağının suyunu çay niyetine nasıl yudumladığımı çok iyi biliyorum. Akbaşlı otundan medet umuşları gün gibi hatırlıyorum.
Ninemin gözlemesi mis kokardı miiisss! Yareni bir başka, ayranı tadındaydı. Kuru ekmeğin yanında bazlamanın tadı bir başkaydı. Ustaydı  eller, azimleri azmimdi. Onların yaşam biçimiydi belki de bizi biz yapan.  O azimle öğünürüm ve de güvenirim çok şeye.  O azimle sahip çıkarım geçmişe. Sağlım inekleri güden çocuklar gördükçe işte benim kahramanım derim. Koyun güden çobanları yürekten alkışlayıp madalyalar takmak isterim. Öğünlerin yavanlığı ülkemin yabanlığına sevketmez her daim. Gökdelenlerin ışıltısı yaşamın rengini kaybettirmez. Her yazıya oturuşumda anamın sözleri aklımdan hiç çıkmaz. “Ne oldum delisi” olmanın, “har vurup harman savurmanın” sonunu bilirim ben. Anamdan bilirim bunca sözü hatta onca hatırayı. Bundan gocunmam, gocundurtmam.. Üst perdeden vuranlara aldırmam, aldırtmam.
Kış gecelerinde eğlencelik diye tavalarda kavrulmuş nohutları hatırlarım sıcak sıcak. Un helvasını özlerim. Kendine has rengiyle iğdeleri, al yanaklı elmaları, gevrek ekmekleri rüzgarlar taşır bana yeniden. Anadolu toprağının köy kokan en doğal sütleri, ev peynirleri, cücem erikleri varsıllığımdır benim. İsim yapmış ithal ürünler unutuşlarımızın eseri. Unuttukça bozuluyor akıl sağlığımız. Unuttukça güçleniyor en markalar… Güçlendikçe güceniyorum ben. Kendinden olana burun kıvırmak ihanetidir insanın. Yabana tutunuş aldanışıdır yüksek duruşluların. Ah ki ah!
Üretmediğimizle esiri oluruz başkalarının. Üretmediğimizle bağlanırız bel bağlamadıklarımıza. Bel bağlanmayacaklara özendikçe çoğalır özentilerimiz. Burun kıvırıp tepeden baktıkça yok olur değerlerimiz. Üretmedikçe yaban kalırız öze.
“Kendim ettim kendim buldum/ Gül gibi sararıp soldum” türküsünün bu kadarcık sözü ne demek istendiğinin özeti belki de. 
Gökyüzü yüksek, yeller ıpılık, kırların kokusu tatlıdır. Gerçek olan hep güzeldir. Siz tepelerden baksanız da… Sağlıcakla. 

16 Kasım 2013 Cumartesi

GÖKMEN ÖKÜZ


Köylerde her mevkinin her tarlanın bir adı vardır. Adı olan sadece tarlalar mı?  Evin kedi köpeğinin, ahırdaki ineğin- öküzün hatta hatta tavuğun bile bir adı bulunur. Arazideki kimi yaşlı ağaçlar adıyla anılınca şıp diye bilinir. Dahası çeşmelerin, şırıl şırıl akan minnacık derelerin.
İsimler belirleyici, belleticidir. Olmasa anlatmakta, tarif etmekte zorlanırsınız. Kişileri tanımakta isim tek başına yeterli değildir. Hasanlar, ahmetler, ayşe ve fatmalardan onlarca olunca başka belirleyiciler devreye girer. Sülale  adı, lakaplar gibi. Köy yerinde hatta civarda “Bakkalların Halil” olarak daha iyi bilinirim mesela. Sade Halil deseler onca halil içinden bir çırpıda ayırmak zo mu zor.
İki öküzümüz vardı. Biri Gökmen diğerine Kabak derdik. Hayvanca hayvan adından söz edilince bilirdi. Gökmen cesurdu. Kabak nedense gevşekti her daim. İşine gelmediğinde ya da biraz zorlandığında yatıverirdi. Bunu birazda hinliğinden yapardı sanki. Kır eşekte çok iyi bilirdi  hinliği. Tökezlemiş gibi yapıp yatıverirdi. Dakikalarca kaldırabilirsen kaldır. Anam “huylu bu huylu!..” derdi. Ardından “kulağına ermesin sattırcen bunu” lafını diline dolardı.  Satmak yine de mümkün olmaz mecburen işe güce dehlerdi.
Velhasıl karakter yalnız insan da olmuyor. Hayvanlar da da oluyormuş. Avludaki Ak köpek komşunun tavuğunu, evdeki Kara kedi kümesten yumurtayı kapardı. Komşu şikayete geldiğinde,  niye geldiğini bilir, süklüm püklüm dururdu karşımızda hayvanca hayvan. Yaptığının kötülüğünü bilir, yinede vazgeçirmek mümkün olmazdı. Ah ki ah! Hayvanca hayvanda gördünüzmü karakteri.
 Kötüyü anlatmanın, örnek vermenin insaflıca olmadığını düşünebilirsiniz. Bu konuda cümleye hak veririm. Hatta düşüncelerine gönülden katılırım. Ama iyiyi örnek verirken kötülük göz ardı edilmiş oluyor. Hep iyinin güzelin, güzelliğin anlatımı insanı yanlış algıya sevkedebiliyor. Herşeye iyi gözle bakarken cin çarpar gibi çarpılıveriyorsunuz. Kabak öküzün gevşekliği, Gökmen öküzün cesurluğuyla yitip gidiyor. Kabak öküzün gevşekliği olmasa çok işleri alt ederdik oysa. Kır eşeği tanımamış olsak Adını Ablez koyduğumuzun kıymetini bilemezdik. Şimdi anladınız mı Gökmen’in cesurluğundan ziyade Kabak’ın gevşekliğinden dem vuruşumu? Koskoca profesörü bile çarpıveriyor hinler. Nasılda atıyor attırıyor kayışı. Of ki of!
Kabak öküzün gevşekliği Gökmen öküzün cesurluğuna yüklenirdi. Rahmetli babam Kabak öküzden taraftaki kayışı Gökmen öküzden yana kaydırıverirdi. Yan,i Kabak öküzün kuvvet kolu Gökmenden daha uzun kalırdı. Çek oğlum çek! Akşam ahırda bir tas arpa ona, bir tas buna. Hay daaaa! Gördünüz mü olanı. Hep böyle olurdu nedense. Bu yüzden haksızlık derdim Anama.. Huylu huyunu yapacak, Gökmenle aynı oranı alacak. Oldumu ya..  Şarkılar bile bu yüzden hayret ifade ediyor belki de.  “Neler oluyor hayatta” derken şarkının sözü; hayretin ifadesi mi, yoksa olanı sıradanlaştırmanın, bunlara alış demenin bir başka yolu mu bilmem ki. Ben de şaşırıp kalıyorum işte böyle. Neler birbirine karışmıyor ki hayatta. İnsan nelere şaşırmıyor ki.
Haketmediği halde kimlerin kuvvet kolu daha uzun düşündünüz mü hiç. Kim Kabak(!), kim Gökmen(!) farkeder misiniz? Aldırmayın siz yine de.  Neler oluyor hayatta deyip şaşırmak yeter de artar çok şeye.

Sahi birde bostan çardağımız vardı bizim. Oluk altı tarlasına kurmuştuk onu. Tarlanın yöneyi  kuzey batıya meyilliydi. Bu yüzden çardağın yarısı toprağa gömülü kalırdı. Üzeri çalı çırpı gibi eğreti şeylerle örtülüydü. İçinde ekmek torbası asılı dururdu. Esasen tek başına gölgelikten öte geceleri yaban hayvanlarından korurken yatmak içindi. Çocuksa düşlerime yıldızlar şahitlik ederdi.  Ağustos böceklerinin zırıltısına en çok da bu tarlayı beklerken bozulurdum. Uykuya daldığım anlarda Eçin adıyla bildiğimiz böceğin cırıltısıyla uyanırdım. Uyandığımı sanırdım ben belki de.  Nasıl hikaye ama… Sağlıcakla…

14 Kasım 2013 Perşembe

YAVAN MI YABAN MI?


Toprak avutur beni. Oyuncağım, ninnimdir oldum olası. Dost bellediğim oncasından, çok fazlasıdır yalnızlığımı unutturan. Cıvıltılı şarkıları, en gerçeğinden kaval sesleri, desen desen renkleri, şırıl şırıl akan suları emsalsiz profesörüdür dertlerimin. O bana canken, ben yaban kalırım çoğu kez. Kalırken utanırım da, utanmaz gibi davranırım yine de.
Yabanlığı, belki de en hafifinden yavanlığıdır bedenimin. Yavanlığım üzerine  sunumlar tertiplenip teoriler dahi ortaya konabilir birgün salon salon. Konur mu, konur!.... Anamın, “Yavan yavan konuşup durma” deyişi bunun en kuvvetli delilidir belki de.
Ben yaban kaldıkça artar yavanlığım. Ben yaban kaldıkça çoğalır hastalıklarım. Çoğalan hastalıklarda sürüklenirim doktor kapılarına. Her sürükleniş ölümüdür aklımın. Ah ki, ahh!
Varsın bozkırın bozlağı olayım ben. Varsın toprak koksun ellerim. Varsın şuh salonlarda muhteşem koltuklara değmesin kıçım. Varsın resimlerde yüz tenim çizgili kalsın hep. Hastalıklı olmaktan  çizgili olmayı yeğlerim ben. Durgun denizlerde derin sular(!) olmaktansa anadolu toprağında damla olmaya razıyım. Saf, arı, bir o kadar berrak.
Varsın dokunmasın kalemiyle dertlerime hiç kimse. Varsın uyduruk aşklar düzmeyi sürdürsün en şairler. Olmayan aşklarına sahte sevdalar uydurup uydurup dursun kimiler. Varsın en delikanlısı bile gündüzlerde uyum uyum uyusun. Varsın toprakta evcik oynayan çocuk edasında kalayım ben. Varsın ağarsın saçlarım, belim varsın bükülsün. Varsın birgün yeniden toprak olayım. Olurken oldurayım fena mı? 
Husumet peşinde değilim. Ona buna methiyeler düzmenin lakaytlığında hiç değilim. Yavanlığıma yaban kalışın öykünmesidir yüreğimin o kadar.
Öyküleri gerçek olanın avuntuları da gerçektir.  Aşkları, sevdaları, hüzün ve sevinçleri bile. Gerçek olan kimi yanıltır? Kim yanılmış olur ki!
Saf suyun tabanı gün gibi ortadadır. Ya derin denizlerin. Taş mı, kaya mı, balçık mı belirsiz. İşte bundan korkmalı derim ben. Korkarken korkuturum belki de. Belki de kendi öykülerimi orta yere koydukça yadırganırım. Toprağa olan düşkünlüğümü cümle cümle tarif ettikçe boşvermişliğin boşluğuna düşer dinlemeler. En çok da buna bozulurum.
Dinlemeler boşluğa düştükçe daha güçlü sarılırım toprağa ben. Bu sarılışla sevişirim günler boyu. Sevişmeyle unuturum insanca ihanetleri. Unuttukça dillenir dilimde duyulmamış en has türküler. Her türkü toprakla yoğrulmuş altın küpümdür aslında. Her türkü dilimdir, dileğimdir. Dilediğimdir duygu duygu bir diğer yandan.
Toprak avutur beni. Beş taşım, salıncağımdır. Sancağımdır bayrak bayrak. Yıldızımdır ışıl ışıl parlayan, parıldayan. Uyduruk efsanem değildir. Komşumdur, konuştuğumdur. En doğal gözüm, gözlüğümdür her daim.
 Toprak avutur beni. Sarar sarmalar bildik yaralarımı. Sakarlığımı saklamaz, kin tutup haklamaz durduk yerde. Varlığımın sembolüdür. Tok sözlülüğü güvencemdir. Bütün kusurlarıma rağmen dostça kalandır. Kolumdur, kanadımdır. Efeliğim efendiliğimdir. Heyt ki hey!

Toprak avutur beni. En aydınlar aydınlatmazken, aydınlığımdır. İşte bu yüzden dönüp dururum aynı mevzu etrafında. Bu yüzden siz sıkılırken, sıkılmam ben. Hem yavan hem yabanım belki de.  Bu yüzden “dost dost diye nicesine sarıldım!” der dururum. Derken “yuh” sesleriyle uykulardan uyanırım.  Kulaklarım duya duya hadi söyleyin. Yavan mıyım, yaban mı? Sağlıcakla..

13 Kasım 2013 Çarşamba

KUZEY-GÜNEY


İzmir-Ankara demiryolu bizim ilçeyi doğudan batıya bıçak gibi ikiye böler. Demiryoluna neredeyse paralel,  şehirlerarası karayolu da aynı biçimde uzayıp gider. İlçenin nüfusça yoğun üç mahallesi de demiryolu ve şehir geçiş yolunun güney kesiminde kalır. Şehir bu haliyle ekvator çizgisinin güneyi kuzeyi gibi. İnsanından bahsederken kuzeyde ve güneyde yaşayanlar olarak bile tarif edilebilir yakın gelecekte. Hatta iki kapı yerleştirilip vizeye bile tabi tutulabilir giriş çıkışlar.
Doğal ve coğrafi bir bölünme demiryolları tarafından gerçekleştirilmişken güney yakasına farklı bir ad koysak yerinde olur mu bilmem ki?.
Mahalli seçimler yaklaşırken aday sayılarını da çoğaltmış olur muyuz, oluruz. Güney ve kuzey belediye başkanları, karşılıklı yerel yöneticiler, demiryolu hattında buluşup ortak sorunların çözümü için görüşmeler de oluşturabilirler. Bayramlarda demiryolu çitlerinin aralığından insanlar karşılıklı el sallayıp şeker atabilirler. Bu esnada basın için ilginç görsel kareler de çıkabilir mesela. Uğurlanma ve karşılanmalarda duygusal anlar uzadıkça gözyaşları demir yolu hattında pek çok otsu bitkinin çoğalmasına bile neden olabilir. Olur mu, olur..
Doğal sınır hattı kendiliğinden oluşmuşken güneyin, kuzeyden ayrılmasının referandumu kalıyor geriye. Bunu da yapmak lazım mı, lazım. Lazım değil denirse kent merkezine ulaşım hatlarını gözden geçirmek gerekmez mi?.
Bir beldeye kara ve demiryolu bağlantılarının zenginlik katan, kolaylık sağlayan yanları mutlaka var. Bu zenginlik ve kolaylık şehrin insanlarına nefes aldıracak boyutta kalmalı. Kalmıyorsa teknolojinin kolaylıkları devreye sokulmalı.
Demiryollarını severdim. Yol boyu traverslerin üzerinde onca adım atıp şarkılar söylediğimde olmuştu. Uzayıp giden vagonlara hayaller, umutlar, sevdalar, hasretler, sevinçler, hüzünler yükleyip durmuştum yıllarca. Sevmiştim, sevinmiştim çoğu kez. Ya şimdi? Bendeki bedeni böldü ikiye. Yollarımı yordu, bağlar kurdu geçişlerime. Oldu mu ya!. Nerde benim sevmelerim. Nerde benim, benden bilmelerim?.
Bölmeyi, bölerken bölüşmeyi de düşünürdüm çoğu kez. Böylesine bölmeler yürekleri bölüyor ne acı? Bölmeler sınır koyuyor durduk yerde düşüncelere. Bağ kuruyor adımlara. Şimdi seçim zamanı. Kim çözecek ayak bağlarını. Sınır hatlarını kim kaldıracak?. Bütünleşme kapılarını kim çoğaltacak? Güneyle kuzeyin buluşmasını kim kolaylaştıracak? Kim batırıp çıkaracak, kim kaldırıp uçuracak görmek gerek. İnsanlar birkaç geçişe mahkûm olmuşken; sınır çizmeyen, kime, neye, hangi geçişi, hangi tür teknoloji öneriler arasına girecek duymak gerek. Duyarken sevinmesi gerek. Sevinmiyorsa, sevindirilmiyorsa ne anlamı olur ki söylemlerin.
Demirköprü sahasında başlayan sınır hattı Karakova’yı aşıyor. Aştıkça şaşıyor, şaşırıyor insanlar. Şimdi çözüm üretme vakti. Demiryollarını parmaklıkla kapatmak yetmez. Bunu yapmak kentin insanlarına işkencedir. Bölerken, bölüşmemektir.
Basit alt geçişler, demirden mamul küflenmeye meyilli üst geçitler bile yakışmaz artık bu kentin insanlarına. Daha çağdaş, daha görsel, daha çevreci projeleri ummak hakkıdır insanımızın. Basit alt geçitler insanımıza yaraşır gözükmüyor. İllaki alt geçitse trenler gitsin alttan.

Demiryolunun güneyinden kaç lise öğrencisi şehir merkezine geçiş yapıyordur. Kaç taşıt fazladan yol alıp yakıt tüketiyordur.  Hesapları çoğaltta çoğalt. Ya manevi boyutu? Düşünecek çok şey var. Önemli mi önemli. Sağlıcakla.

11 Kasım 2013 Pazartesi

HATIP DAYI KEL ABDULLAH


Anadolu kırsalında ilginç öyküler yaşanır. Yaşanan öyküler kış gecelerinde birer mizah konusu olup çıkar. Hele kış saati uygulaması da başlamışsa geceler gittikçe uzar. Uzayan gecelerde öyküler birbirine eklenir.
Komşu ilçenin Kızık Köyü’nde yaşayan Hatıp dayının öyküsü ders alınacak niteliktedir.  Hatıp, ormana hanımıyla odun kesmeye gider. Dört tekerli arabaya öküzler koşulur. Ormanın yolu tutulur.
Hatıp, sözü dinlenen, okumuş yazmışlığıyla çevrenin fikir babasıdır. Odun kesme, arabaya yükleme konusunda da pratik zekâsını konuşturmalıdır. Öküz arabasını ağacın altına yanaştırırken kendi kendine konuşur, aklıyla övünürmüş bir yandan. Kendi kendine “Akıl küpü Hatıp”  derken ormanlara sığmaz taşarmış. Hanımının “Hatıbım yapma, etme” demesi fayda vermemiş. Şu ağacı  “keserken arabaya yükleyeyim de cümle alem görsün” derken şişim şişim şişermiş. Ağaç öküz arabasının üstüne devrilecek, yerden yükleme zahmetine katlanmayacakmış. O iştahla sallamış ağaca baltayı. Ağacın yıkılmasıyla öküz arabası yerle bir olmuş.
Hanımı, başlamış dövünmeye. Dövünürken ağzına geleni söylemeye.  Dağların ayısı Hatıp derken ormanlar çınlamış.
Köy yerinde yaşananlar çabuk duyulur. Onlar daha köye gelmeden duyulmuş hadise. Geçmiş olsuna gidenler, olay nasıl oldu diye soranlar gittikçe çoğalmış.
Hatıp dayının adı o günden sonra akıl küpünden “Dağların Ayısı”na çıkmış.
Aklıyla öğünen onca insan vardır. En iyi ben bilirim diyen. Derken en yakınındakilere bile kulak asmayan. İkna etmek, fikrinden caydırmak zordur. Şimdi aklıma geldi. Anam “keçi inatlı” derdi böylesine. Bu söz inadında ısrar edenler için kullanılır herhalde. Hatta, ah edercesine “ inadı kurusun” sızlanışları bile olurdu anamın.
Öyküler deyip çoğulcu ifadeyle yazıya başladık ya. Ardını getirmek gerek. Yine komşu beldelerden Çerte’de Kel Abdullah yaşarmış. Köylerde kişiler en iyi lakaplarıyla tanınır. Çevrenin taktığı lakaba ister istemez alışır, benimser insanlar. Her lakabın kendince bir öyküsü de vardır aslında.
Kel Abdullah kırdaki işlerini görmek için çıkar. Azık torbasını sırtında taşıyıp durmamak için bir ağacın dalına asar. Öğün vakti gelir bakar ki torbada azık yok. Bir müddet ağacın altında öylesine kalır. Ağacın tepesinde karga yuvası olduğunu görür. Torbasındaki azığı karga, yavrularına götürmüştür. Bir hışımda tırmanır karga yuvasına. Boş torbaya yavruları doldurur. Ağaçtan aşağı iner inmez yuvaya dönen anne karga “ cark, cark”  diye şaşkın, bir o kadar telaşeli sesler çıkarıp feryat etmeye başlamış.
Kel Abdullah torbasını kargaya sallayıp; Cark cark! Edip durma boşuna“getir ekmeği, al yavruyu” demiş. Yavruların akıbeti ne olmuştur belli değil ama Kel Abdullah’ın bu yaşadığı da o gün bugündür kış gecelerini doldurmaya devam etmektedir.
Ekmeği elinden alınan onca insan vardır ki…. Sessiz sedasız, kıpırtısız, eylemsiz.

Öyküler bitmedi henüz. En iyisi yorumsuz bırakayım çok şeyi.  Ama yorum katmadan da çok yavan kalıyor anlatım. Bütün ayrıntıyı atlayıp karganın seslenişiyle ilgilenmek hoş olmasa gerek.  Yavrusunu yuvada bulamayan annenin feryadı her zamankinden farklılık arz etmez mi?  Normal vakitte “gak, gakkkk!” diyen karga, yaşadığı karşısında “cark, caark!” ettirmişiz normal değil midir? Sağlıcakla

10 Kasım 2013 Pazar

ŞIP ŞIP!



Cuma pazarında pılı pırtı tezgâhları dolup dolup taşıyor. Yazdan kalma mallar yok pahasına satılıyor. Al kardeşim al! Üç parçası beşe mi dersin dört parçası ona mı dersin al kardeşim. Nasıl olsa yaz bir daha gelecek. Etrafı tekstil boyalarının kokusu topyekûn kaplamış. Birazda pazarcı poşetlerine girip çıkmaktan mıdır nedir bilmem ki baygın bir koku var pazarda.  Bayacak, bayıltacak insanı. Tezgâh üstündeki pılı pırtı karıştırıldıkça daha da artıyor kokunun şiddeti. Hay Allah! Karıştırmakta da hakikaten belli bir yetenek oluşmuş çok insanda. Karıştır kardeşim..
Benim derdimse başka. Havalar soğumaya yüz tuttukça sigaradan dolayı elli yaş öksürüğü(!) artıyor. Burnumun doğarken bozulmuş ayarı. Soğuğu görünce şıp şıp! Kafaya şapka, buruna mendil lazım. Ayağa çorap, göğsü sıcak tutacak kazak, kaban lazım. Afillisinden boyun bağı, birde oduncusundan gömlek mi desem. Ama en önemlisi de mendil.
Bana göre soğuğu görünce yaşı ele veren en başta burun.  Farkına varmak zor. Ucundan düştü, düşecek. Arada bir çaktırmadan sümkürmek ya da silmek gerek. Sırf bu yüzden geçsin, bitip gitsin istemiyorum yaz. Paltoyu bugün giysem, yaz başına kadar çıkarmaktan korkuyor mu korkuyor insan. Yazlık pılı pırtı yok pahasına satılıyor ama ya kışlıklar?  Yazdan kışı hesap etmekte benim gibiler için zor mu zor. Yazın genişliğine kapılınca, zaman akıp gidiyor. Burun akmaya başlayınca anca ayılıyorsun.
Burnumdaki akıntıyı görenler “sümüklü” takacak alimallah. Hayal gücü yüksek olanlar, hatta çizim yeteneği bulunanlar benim burun yapısını karikatürize edip resmetmiştir bile. Eğer çizen varsa abartıya bile kaçtığını sanırım.  Böyle bir şey söz konusuysa soğuktan kaynaklı ikide gözyaşı koysunlar nolur. Giyim konusunda rüküşlüğümü cümle âlem bilir. Birde kışın getirdiği sıkıntılar başlayınca üşüyen adam portresine fakir kılıklı zenci portresi ekleniverir. Kışlık kostümler içinde beni tasavvur edenler çoğalmıştır sanırım bunca anlatımdan sonra. Gördünüz mü kendimi nasıl ele verdiğimi. Bu saatten sonra yazmaktan, anlatmaktan dönenin kalemi kırılsın. Daha ne diyeyim?
Oysa rahmetli hoca ye kürküm ye! Dememiş mi? Hem de onca yıl öncesinden demiş de, gel de anlat sersem kafama. Yazları kıştan, kışları yazdan bellemek gerek. Hatta modayı takip edip gömleğin düğmesinden kravatın iğnesine bakmak gerek. Bakmazsan, bakamazsan benim gibi süklüm püklüm kalmak var. Kalırsan Cuma pazarında dinelip ağzın açık çıkmak var. Hata-kudret bu kılıkla bir kapıya vursan dilenci sanıp kapı açmaz insanlar. Bir masaya varsan, ne derdin var diyen olmaz belki de. Bilmek için yaşamak gerek. Söze, öze değil, dize bakar kimiler.  Baktıkça dizelenir kalırsın kapılarda. Of ki, ooffff!
Gelmesin, bitmesin yazlar. Bir don, bir gömlek yeterde artar yazlara. Yıka yıka giy. Birazda yaktın mı güneşte teni tatilden dönmüş adam edasında dolanırsın orta yerde. Havan olur, fiyakan olur kardeşim.

Ellisinden sonra spor giyinmeye kalksan, hava şartlarında bünye el vermiyor. Giysen arkadan “dingilin giydiğine bak” diyorlar. Spor giyim ucuz mu? Servet ödüyor insanlar. Kışlık giyimde günceli öncelesen, of başıma gelenler. Ühhüüü, asgari ücretin kaç katı hesap çıkar adama. Gel de giy kardeşim. Kredi kartı hesabından bankalarla didişmektense Cuma pazarında ısrarla karıştırmak lazım kardeşim. Ben kendimi böyle ele verirken kürdanla diş kurcalıyor imajında kalıyor çoklar. Ben böyle derken ödün vermiyor fiyakadan kimiler. Kimi marka takılıyor kimi çarka. Bitmesin yazlar.. Bitmesin derken çoğalıyor burun akıntılarım. Şıp, şııııp! Sağlıcakla.

31 Ekim 2013 Perşembe

BERRAK BİR YAZI
Halil Oral/Tavşanlı

Pürüzsüz duru bir yazı yazacaktım. Sıcaklığı ekim ayının ortalama ısısına denk düşsün diyordum içimden. Bu niyetle oturmuştum bilgisayarın başına. Televizyonda “Dila Hanım” oynuyor. Yoğunlaşmak, kafamdaki parçaları birleştirip bir kaba kotarmak mümkün gözükmüyor bu yüzden.
Yazmak için televizyonsuz bir yer olmalıydı ama burası tam olarak neresiydi?
Kocaçay’ın kenarında bir çınarın ya da bir söğüdün dibi olsa mesela. Kuşların cıvıltısı kulaklarıma hoş sedalar verse..  Güneş sırtıma vurdukça üşüme ürpertilerim kaybolsa. Sağ elinin üç parmağıyla şarap şişesini tutan adam kafasını geriye kanırtıp içkisini gırtlağına boca ederken bakışları rahatsızlık vermese mesela. Başıboş köpeklerin sürüsü içinize korku salmasa..  Altına oturduğum ağaç küçük esintilerde yapraklarını döküyor olsa. Vakit tam olarak ikindi vaktine sallansa.
Ya da Durak Mahallesi’nde Hasan Ağa’nın fırının yanındaki çınarların dibi olsa. Sıra sıra dizilmiş masaların etrafında kümelenmiş insanlar aralarında çok ciddi şeyler konuştuklarını tahmin ederken kuşlar mayısını boşaltsa. Direksiyonuna hafiften yan oturulmuş aracın egzozu geçerken acayip homurtular çıkarmasa. Kahveci Cemal’in çayları biraz daha sıcak olsa. Bu sıcaklık sırasında tüm masalar fısıl fısıl siyaset konuşsa. Dilenciler bu esnada masaları sarsa. Fırından çıkan maya kokusu etrafı kaplasa.
Şehrin orta yerindeki meydanın havuz başı mı olsa yoksa. Hatta seçim öncesinde tüm yerel adaylar arada ütopik vaatler sıralasa. Kimi “sosyallik” dese, kimi “önce insan” kimi “çevre” dese. Bu sırada renkli balonlar gökyüzünü kaplasa. Alkışlardan yer gök inlese. Bu inlemeyle herkes ben kazandım bilse. Hay Allah! 
Önemli şeyler bunlar. Ama düşündüğüm gibi duru bir yazı yazmak hiç de kolay değil.  Vazgeçmenin boşluğuna burun kıvırırken nadas yapılacak tarlada buldum kendimi. Mazotun okkası, gübrenin torbası akla düşünce nefesin rengi değişti. Kalbin atışları bitişti. Kaygıların derinliği arttı. Traktörün sigortası bitmiş, fenni muayenesi geçmişti. Altındaki lastikler kendisi kadar eskiydi. Eller tümden nasırdı. Pazarda müşteri hepten haklıydı. Ispanak yüksek, domates pahalıydı. Kim haklı kim haksız karışıktı. Kim mutlu kim mutsuz soruları yerli yerindeydi.
Toprak hayattı. Toprak sevdaydı. Umutlar tarlaydı. Atalardan geçen bir kısım toprak BeBe (2B) ydi mesela. Böyle denmesi bedeldi. Yılan, çıyan, köstebek, keklik, tavşan taa çocukluğumdan bildik yabandı. Anlarmışım gibi bilgiç yazılarım, boş gevezeliklerim vardı. Gevezeliğim sürdükçe köprülerden çok sular akardı. Çocuklar okula gider dershaneden çıkardı. Hanım bu esnada tarhanaya nohut katardı. Kış kurutmalık biber aşını yedikçe kolonları gaz basardı.

Gördünüz mü yazının geldiği noktayı. Oysa duru olacaktı. Yalın ve berraklığının yanında Ekim sıcaklığında kalacaktı. Kaldı mı? Tarlada türküler söyleyip ıslıklar çalacaktım. Herkes uyurken ben çalışacaktım. Son model arabaya kasılıp kıvrak müzikler eşliğinde size el sallayacaktım. Mutluluğunuza mutluluk katacaktım. Yazının berraklığıyla sizi parklarda koşturacaktım. Yazım tosbağalar kadar ağırbaşlı, güzel ötüşlü kuşlar kadar neşe saçacaktı. İçimde mutluluk adına ne varsa yazıda zirveye çıkaracaktım. Seçim süreci tam olarak başlamadan aday olacaklardan bile kıvrak davranıp ağzımdan ballar akıtacaktım. Hatta seçimlik eşantiyonlar dağıtacaktım. Öykü henüz bitmedi. Televizyonda dizi hâlen devam ediyor. Tüm bunlar olur belki. Kim bilir, belki bir gün. Sağlıcakla.
DOĞANIN DALGINLIĞI
Halil Oral/ Tavşanlı

Doğanın ya dalgınlığı ya da gözden kaçırdığı vakitler olur. Olurda olanlar karşısında boyun bükmekten öte yapacak bir şeyiniz olmaz. Kırağılar daha eylül içinde sessiz sedasız geliverdi bu yıl. Geldiğinde börttürdü ulu kavakların en tepesindeki yeşil yaprağı. Nice yeşil nebatat bir gecenin içinde morardı. Daha birkaç gün önce gücünü hızından alan fırtınalar Avrupa’da ağaçları kökünden söküp bazı canlar aldı. Geçen yıllar içinde başka ülkelerde tsunami dalgaları evleri yutup nice varlığı sürüm sürüm sürükledi. Faylar çatladı, zelzeleler ülkemizde bile binlerle sayılı canlar aldı önceki yıllar.
Gördünüz mü doğanın gözden kaçırdıklarını. Çaresizliği fark ettiniz mi?
Yazıya doğayla ilgili başlayınca ister istemez hatıralar depreşiyor, yaşananlar gözlerinizin önünden bir bir geçiyor.
Toprağı sabanla, pullukla sürer buğdayları avuç avuç tarlaya atardık. Nisan yağmurları güzel olurdu. Güzelliğiyle bereket katardı her bir şeye. Nisan yağmurunu sindire sindire içti mi toprak, atılan tohumlar daha gürbüz olurdu. Bu gürbüzlüğe nazar değmesin, daha da bereketlensin diye atılacak tohumun içine bir miktar çörek otu ve kuru soğan katar dı anam. Bu konuda büyüklerinden gördüğü ne varsa hiçbir şeyi atlamaz yerli yerinde uygulardı. Lafın ucunu anama bağladık ya, hayatta korkmam artık. Yazı evvelallah selametle biter.
Buğdayı dokuz numara kosayla biçer, deste deste iki kanatlı yalk arabayla harman yerine taşırdık. Karnımız ağrıyor desek başak toplamamızı tavsiye ederdi babam. “Başak topla geçer” derdi. Derken kaytarmaya çalıştığımızı sanırdı belki de. Essahtan karın ağrısı çekseniz anlatmak zordu. İş vakti, “hastalık vakti değildi” velhasıl. Hay Allah!
Hele biçilmiş buğday destesinin üzerine koşarak gelen şaşkın bulutlar yağmurunu boşalttı mıydı eyvah ki eyvah. Çok geçmeden desteleri ters yüz etmek gerekirdi ki, bu haybaye yorgunluktu.  Yağmur tıpırdamaya görsün, soluğu harman yerinde alırdık. Çullar, naylon örtüler elimize ne geçtiyse koni biçimindeki buğday harmanının üstüne örtmeye koşardık. Kendimiz ıslansak da önemli değildi. Güler misin ağlar mısın karışık vesselam. Aşımız o ekmeğimiz buydu. Katlanmak gerekti. Katlanmaya çalışırken doğanın dalgınlığına ya da gözden kaçırışına için için darlanırdınız da.
Benim bu anlatımlarıma yaşadıklarıma bıyık altından gülenler olabilir. Olur mu, olur. Ama gerçek budur. Harmanlar umuttur. Harmanlar beklediklerimizdir.
Doğa, emek, umut, gayret bilmezdi kimi zaman. Asıl o vakit ağrır karnınız vesselam.
Yıllarca siyasetin harmanları da kuruldu bir yandan. Umut edenler, bekleyenler, hayal kuranlar, vakit kollayanlar nice harmanlarda savrum savrum savruldu. Nisan yağmuruyla beslenememiş nice parti beklenmedik vakitlerde sessiz sedasız meydanlardan çekildi. Önümüzde de kurulmaya hevesli bir o kadar iştahlı siyasi harmanlar görünüyor. Adaylık süreçleri bin bir hevesle, istekle devam ediyor. Dedikodusu mahalle aralarını bile dolduruyor. Kesin adaylar açıklanınca su alır harmanlar. İçten içe öfkeler, kızgınlıklar belirir. Kesin listeye kadar kendi rüzgârıyla yanı başındakini tuş etmenin gösterileri sürer sessiz sedasız. Vay ki vay!…
Belirlenen listeler darmadağın eder kimi umutları. Bu umutsuzlukla başlar kimi soğukluklar. Siyaset doğasının da gözden kaçırdıkları, kimi dalgınlıkları olur mu olur. Bu dalgınlıklar çoğaltır bıyık altı gülmelerini. Şu sıralar çeşmeler gür iştahlar kabarık. Doğaysa unutulmayacak gerçek. Doğanın dalgınlığından şamar yemiş biri olarak karın ağrım olsa da başak toplamaya devam.
Pastırma yazları güzel.  Yabani otların isimlerini ezberlemeye gayretliyim bu yıl ki  pastırma yazında.

Çobançantası, çobandağarcığı, çobaniğnesi, çobanmayası, çobansüzgeci, çobankalkıtan, çobantuzluğu, çobantarağı, çobanpüskülü, bir de kuş var sahi Çobanaldatan. Hemencik sayabildiklerimden bunlar.  Ezberim nasıl?  Haydi hayırlısı.. Sağlıcakla 

19 Ekim 2013 Cumartesi

RUHSUZ ROBOTLAR


Ruhsuz robotlar gibi yaşamak insan olanın işi değil. O yüzden hangi teknolojiyi barındırırsa barındırsın, hangi kolaylığı sağlarsa sağlasın içinde ruh yoksa ne değişir ki.
Doğup büyüdüğüm toprakları, ahşap kokan evleri, bilyesini üttüğüm, çelik çomak oynadığım hatta kimi vakit kavgaya tutuştuğum arkadaşları hangi robotsu yapı hatırlayabilir.  Çocuk yüreğimin özlemlerini, hayallerini, hissedişlerini hangi robotsu duruş çoğaltabilir. Ahmet’in çocuksu mizacını, Aziz’in hırçınlığını, Ayşe’nin vücut dilini hangi robot tam olarak canlandırabilir. Robotsu duruşlar arttıkça bozuluyor babalığın duruşu. Dostluğun emaresi olan tüm yakınlıklar erim erim eriyor ruhun bittiği yerde. Etrafımızı beton bloklar kaplıyor aşılması zor. Vay ki vay!
Aklım ermeye başladığında kavramıştım kimi insanların büyüdükçe robotlaştığını. Aklım ermeye başladığında büyümeye başladığıma kızmışlığım olmuştu gün gün. Büyüklüğümün beklentisine girdiklerini gördükçe ruhsuzluklarını keşfetmiştim kimilerinin.
Çocukluğumu deşmek, deşelemek bile ruhun varlığına işaret değil midir? Geçmişini hatırladıkça daha mı insanlaşır insan? Doğup büyüdüğü köyden, mahalleden, sokaktan, onca alıştığı yüzden nasıl, ne zaman, neden koptuğunun bilincini taşıdıkça zenginleşir mi yürek? Hadi sorun kendinize. Sordukça kurtulacaksınız belki de robotluğun esaretinden.
İçinde ruhu barındıran beden, dilin ifade edemeyeceği anlamları barındırır üzerinde. Ruh olmadan beden robottan öte nedir ki?
İnsanın çocuk yüreği ne kadar temiz, aslında ne kadar zengindir. Çocukça yürekler puslu görüntüleri siler gözlerimden. Çocukça bakışlar özlediğim bakışlardır bir diğer yandan. Çocukça sesler ne kadar da masumdur. Ümit ve arzuları çocukça bakışlarda ararım ben. Çocukça duruşlarda masumiyetin zenginliğini tartarım. Renklerin zenginliğinde beş taş oynayan çocuk resimlerini çoğaltmak isterim. Büyüklerin ruhsuz duruşları, oyunbozanlığı, hinlikleri gözlerime takılır ben çoğaltmak isterken. Of ki, of!
Taş bile yüklediğiniz anlamla “taş” olmaktan çıkıyor. Çakıl taşına yıldızları yüklemek, çakıl taşını çiçeksi dokulara bandırmak, çakıl taşına insani pabuçlar giydirerek yollara çıkarmak… Hangi ruhsuz robotun becerisi olabilir Allah aşkına. Tüm bu eylemleri yaparken hissedişlerini hissettirmeye kalkışmak. Hangi ileri teknoloji ürününde mevcuttur.
Taşa çiçekler kondurarak bahçeler oluşturmak, üzerine yıldızlar dökerek evrene sahiplenmeye kalkışmak,  mini patilerle yollara çıkarıp yolların yorgunluğunu almak çocukça görülebilir oysa.  Oysa ne büyük bir dünya, ne engin bir bakıştır o.  Ruhtan yoksun hangi ressam böylesine tablo dizini oluşturabilir. Hangi robotsu bakış renklerin farkında olabilir. Alkışlar içinde ruhu barındırıp zenginleştiren her yüreğe. Alkışlar insan gibi her insana. Alkışlar çocukluğun masumiyetini taşıyan cümleye. Alkışlar robotsu et yığınlarına prim vermeyen nice insana.

Yazı böyle sürüp giderken robotsu yapılara çok mu haksızlık ederim bilmem ki. Hayatı tam olarak bize öğreten robotsu duruşlar mıdır yoksa. Yoksa bizi insanlaştıran, farkına vardıran, ruhun zenginleşmesine katkı yapan bir yanı mı olur ruhsuz yapıların. Kötüler olmasa iyilerin farkına varmaz mıyız biz? Tam da burada kavram kargaşası yaratmış olmanın kaygısı sardı beni. Ama mesele gün yüzüne çıktı sanırım. Deniz kumsuz olmasa da insanlar ruhsuz olabiliyor. Olurken alıveriyor çocukça duruşumu ellerimden. Duruşu elinden alınan çocuk “ eller kadir kıymet bilmiyor annem” ezgisi dilinde yepyeni ezgilere yol alıyor.  Alırken yoruluyor yollar.  Sağlıcakla..

15 Ekim 2013 Salı

BAYRAMLIK GÖÇLER


Otlar soluk, çiçekler küskün bu mevsimde. Bilirim bu sonuca erken kırağılar sebep. Sebepler içinde bir bayrama hazırlanıyor cümle. İçimdeki tüm ışıklar apaçık. Sırt ısıtan ikindi güneşinde gölgelerse uzum uzum uzuyor. Uzadıkça gömülecek akşamın alacasına belki de. Gölgeye sığınmaktansa güneşe vuruyorum inadına kendimi. Güneşe vurdukça bedeni, uyuklama peydahlanıyor durduk yerde. Uyuşuk yapımla uzayıp giden yollara, gökte uçan kuşlara, uçaklara baş kaldırıyorum. Bayram arifesinde bayramlık göçlere tanık oluyorum farkında olmadan. Bayramlık göç içindeki sevinçleri, hüzünleri topluyorum avuçlarımda. Dönüşlerin hesabını yapıyor, kurguluyorum kendi içimde her bir şeyi kare kare. Oysa kaç bayram geçmişti böyle. Kaç bayram göçler yaşanmıştı da farkına varamamıştım. Bu bayram arifesinde bedenim uyuşukken duygularım ayakta, nedendir bilinmez. Herkes kanatlarını açıp sılaya, sevdiklerine ulaşmaya çalışırken neden göçlerin, göçüşlerin hesabındayım ben. Göçün, göçlerin bile hesabı olmalı mıdır illaki. Hesap hesaba vurulmalı mıdır? Otların sarımtıraklığına, çiçeklerin küslüğüne bayramlar çare olacak mıdır? Tüm ışıklarım açıkken geceler aydınlığa meyledecek midir? Geceler kaç mumluk lambayla ışıldayacaktır? Bunu da ölçüye vurmalıdır? Mum hesabından sonra kaç karanlık köşe kalır hâlen kafalarda.
Lodos havanın mevsimsel ortalamanın altında kalmasına engel olamayacakmış. Gecelerin sisi uzayıp giden yollarda kayganlık yaratacakmış. Denizler dahi dalgalanacak karayelin gücü yer yer artacakmış. Sislere mangalların dumanı eklenecekmiş. Sislerin kuşattığı mekânlarda gözü nemlenmiş soluğu nefes nefes olan çokların huzur(!) katsayısını ölçmek mümkün olmayacakmış. Ah ki ah!
Benim bayramlarım bildikti. Benim bayramlarım yürekti. Benim bayramlarım paydaştı. Benim bayramlarım seviş-ti. Benim bayramlarımda göçler olur, göçürmek olmazdı. Benim bayramlarımda gösteriş olur, göstermelik olmazdı. Benim bayramlarımda küskünlükler biter, dostlukların borusu öterdi. Hey gidi hey! Hangi kuvvette çekebilirim“hey”leri bilmem ki. “Of” lar çeksem bayramlık sevinçlerin artmasına hangi katkıları yapar ki?
Katkının ya da katkısızlığın hissinde ayrımlar yapmaya çalışırken bayramlık sevinçlerin dalga dalga kabarmasını istiyor yürek. Yıllanmış urbasıyla çocuklar bayramlık sevinçler yaşayabilsin istiyor düşünce. Çocukların sırtına sabun sürülmüş havlular konmasın diyor. En küçüğünden bıcırın, babasının parası yetmediği için oyuncağın hayalinde kalmasını istemiyor arzu.
İçimde barınan bayramlık düşüncelerin kavisinde zikzaklar çizerken yollarda kaç kurban verdiğimizin kaygısı düşüyor akıl haneme. Bu kaygılar kolay silinmeyecek izler bırakıyor beynimin orta yerinde.
Bayramlık kaçışlara İstanbul bile şaşıyor. Sevinse mi üzülse mi o dahi bilemiyor. Dönüşlere dair hesaplara o da dalıp dalıp çıkıyor. Arifeyle bayram arasında kalan zaman diliminde kaç dönüşsüz göçlere tanıklık edecek merak salıyor. Dili şiirlere varıp varıp geliyor.
Bayramlık hayaller kurarken boşa
Küskün kardeşlerin varmış gördün mü?
Hasretlik şiirler yazarken taşa
Dostların ilmeği darmış gördün mü?
Bayramlar yormazdı beni. Bayramlar koymazdı böyle derken dökülüyor yeni dörtlükler.
Bayramda öterdi şu gönül sazı
Ne saz kalmış ne söz, susmuş gördün mü?
Bencillik çoğalmış attırmış tozu
Zaman tuzağını kurmuş gördün mü?

Neye yarar ki onca dörtlük daha yazsan. Kaç küskünü barıştırır bir dörtlük. Tele mesajlar yeter midir bayramlık sevinçlere? Yetmez diyebildiysen göç yollarını yak da gel. Yak da gel… Bayramınız kutlu, sevinçleriniz bol olsun..Sağlıcakla

KANDIRMANIN HESABI


Çarşı pazardayım ya. Yerli olarak kavun karpuzundan tutun domates biberine, ıspanaktan tereye yetiştirmenin gayretinde oluyorum bu yüzden. Halkın içinde halkla beraberim pazar yerlerinde. Seçkininden aydınına, avamından orta hallisine her tür insanı görmek, gözlemek mümkün oluyor. Bir şekilde temas oluyor işte. Bu temaslar kimi vakit duygudan duyguya, düşünceden düşünceye sürüklüyor insanı. Gördüğüm bir şeyde var ki aslında her sınıftan insan zamanı kandırmanın gayreti içinde. Kanmasa, kandırmasa olmaz. İnsan olarak belki de hepimizin içinde var zamanı kandırma duygusu.
İtiraf etmeliyim ki zamanı kandırmanın gayretinde olmuşumdur bende hayatın değişik dönemlerinde.  Bu duygu iyiye mi işaret kötüye mi, sorsanız cevabını bilmem imkânsız.
Bu sene al, seneye öde.  Üç ay ödemesiz sonrası yirmi dört ay taksitli. Vay be deyip atlaması mümkün insanın.
Kaç yaşındasın diyenlere on birimi bir gün geçmiş olsam da on ikiyi çok güçlü ifade ederdim. Anam kimi zaman tersi hesaplar yapardı. Nazar değmesin diye midir bilinmez aah! amcası daha dokuzunda.  Kızarıp bozarsam da yutkunurdum mecburen. İçin için kızdığım olurdu anneme. Ben büyüklüğümü göstermeye çalışırken küçüklüğümün haykırılması ne acı. .
Askere ilk gidişim İzmir /Narlıdere’ydi.  O günler yirmi aydı askerlik. Gün olarak tam tamına 610 gündü. Bir değil iki değil 610 gün. İnsanın yurdu, yuvası sevdikleri aklına geldikçe günler büyür gözünüzde. Say say bitmez. Zamanı kandırmak düşer aklınıza. Hafta sonlarını çık, bayram günlerini çık, geceleri çık. Hatta çıkarılacak zaman varsa daha bul çıkar. Zaman nasıl kandırılıyor görmüş ol.
Okul yıllarında babamın yaptığı zaman hesapları da bir başkaydı. Ortaokula yaklaşık on kilometre yayan gidip gelirdim. Eylül ortalarında başlayan okul mayıs ortasını geçkin biterdi. Ay hesabından sekiz aylık bir dönemdi okul. Babam tatil günlerini çıkarır okula gitmem gereken gün sayısını parmak hesabına vurur bu kadar gün ne ki derdi. Hay Allah.. hakikaten ne ki?
Bir başka hesapta babam seksenli yaşlardayken dişlerim tam olsa “on sekizindeyim” derdi.  Ben on birimdeyken on iki demeye heveslenirken, babam sekseninde on sekize vururdu yaşını. Babamın yaş mantığını hanımlarda da görmek pek mümkün. Gençsin desinler, öyle görülsün zaman kandırılsın yeter. Yanlış hesaptır diyemiyor, babamın yaş hesabına bu yaşa gelince gönülden katılıyorum. Anam keşke “amcası daha dokuzunda” diyebilse benim için.
Ülkemizde insan ömrü 65 yıl. Üçte biri uyku deyip çıkarsak. Geriye ne kaldı ki. Sevmedim bu hesabı ben. Siz sevdiniz mi ki? Altmış beş yılın içinde 780 ay var.  Saate, dakikaya hatta saniyeye vur. Yaşa yaşa bitmez. Yaşamın içinde uykunun tadını bile tatlara vur.  Sonrası  değmeyin  keyiflere…
Her bir yıl için birkaç takım, birkaç papuç, birkaç kravat, kaşkol her neyse gardırobu doldur. Marka marka, desen desen boy boy. Al ki bunları giyecek eskitecek ömrün olsun. Ödemeleri aylara yıllara vur mesela.

Bu hesapların ıspanakla tereyle, kavunla domatesle bağını kurmaya çalışanlar var belki de.  Yazıya bir yerden başlamak gerekiyor ya. Ispanağı sallayıp zaman hesaplarını göstereceksin.  İşin püf noktası tam da burası. Çarşı pazarlarda görmüşlüğü vardır cümlenin. Adam kavanozun içinde yılanı sallayıp ardından minnacık pek çok şeyi pazarlamaz mı? Şimdi mesele anlaşıldı sanırım. Ama öyle değil işte. Ben bu ıspanakları yeşil yeşil yerim der müşteri. Tereye bayıldığını söyler. Çocukluğundaki kavunun tadından, mısırın lezzetinden dem vurur. Çok lezzetli görünüyor derken lezzetine lezzet katar her bir şeyin. Bense hesabı hesaba vurur dururum.  Vururken çıkar hesapsızlar karşıma. Zamanı kandırma hesaplarım boşa boşluğa düşer çok zaman. Avuçlarım şakakta öylesine kala kalırım. Kalırken üzülürüm büyüdüğüme.  Hey gidi hey!  Sağlıcakla.

HOŞGÖR HAKKI

Özellikle yaz günlerinde yalnızlıktan sıkıldığım olmuyor. Malum toprakla olan uğraşılarım yalnızlığımı unutturuyor. İçimde biriken tüm kaygılar yok olup gidiyor nedense.  Toprakla olan işler sürdükçe yazacaklarım da çoğalıp, birikiyor bir diğer yandan.
Havalar birden soğuyup yağışlarda başlayınca eve kapanıp kaldım bugünlerde. İnsan ne yapacağını şaşırıyor tempo düşünce. Televizyonun gündüz yayınları beni sıkıyor, haberler desen zaten iç daraltıcı. Hal böyle olunca kitaplar imdadıma yetişiyor. Mehmet Rauf’tan Halide Edib’e, Fakir Baykurt’tan Orhan Kemal’e ne varsa göz atıyorum aspirin niyetine.  Romanlar, hikâyeler demokrasi paketlerinden daha çok heyecan uyandırıyor ben de. Hikâye ve romanları daha gerçekçi buluyor duygudan duyguya sürükleniyorum açıkça. En az Fevzi Çoşgun kadar heyecanlanıyor türkülere konu olan Süleyman Çavuş’un vuruluşuna merak salıyorum mesela. Bu merakla geçmişi yeniden yaşar gibi oluyorum. Yeniden yaşamanın hoşluğunda kalıyorum saat saat. Kalırken, geçmişi yeniden soruyor sorguluyorum aslında. İnsan anı yaşarken pek çok ayrıntıyı gözden kaçırabiliyor. Bu kaçırışla yarım yamalak kalıyor çok şey. Soruları sorup yeniden sorguladıkça daha yalınlaşıyor zaman.
Kimine göre “ekmeğini taştan çıkaran” adamım ben. Kimine göre “iş delisi”yim. Kimine göre kendini “boşa yoran” aptal. Kimine göreyse “bir hiç” işte. Karşısına bir hacet için gittiğim kimi memurlar(!) da “hiç” gibi baktığına göre bu işte bir iş var gerçekten. Hâlbuki ben Aziz Nesin hikâyesindeki Hoşgör Hakkı’yım belki de. Kimi zaman en az Hoşgör Hakkı gibi gaz ocağı memesi aramaya çıkasım geliyor. Eczacıya cıvata, manava traktör parçası sorasım geliyor Hoşgör Hakkı gibi.
Ne yaparsınız gerçekten toprak benim güneşim. Kitapları karıştırmak en az onun ayarında. Meydandaki banklarda guguk kuşu gibi oturmak benim tarzım değil. Duvara(!) sırtını yaslayıp güneşlenmeyi hiç beceremem oldum olası. Siyaset desen başarılı olamadığım bir alan. Doksandokuzluk tespihle çarşı pazar hiç dolaşamam. Koyun kredisi, köyün kredisi hiç lazım değil. Önüme gelene “haklısın beyim” diyecek yapı ve karakterde hiç değilim. Yola çıktıklarımla toprakta güneşlenmeye razıyım o kadar.
Toprakta güneşlenmek kumsalda güneşlenmekten daha eğlenceli geliyor bana. Toprakla bağ kurmak, siyasetçiyle bağ kurmaktan daha ehven geliyor belki de. Toprakta tırmık çekmek, sokakta doksandokuzluk tespih çekmekten daha gerçekçi duruyor benim için. Duvara sırtı yaslamaktan, bahçeye domates aşılamayı daha samimi buluyorum o kadar.
Kuşluktan ikindiye kadar duvar dibinde yatıp sefa sürecek kadar akıllı biri hiç değilim. Ne yaparsınız yaradan benide böyle yaratmış. Hoş görünüzü ummaktan başka çare yok sanırım.
Eczacıya cıvata, manava traktör parçası sormaya yeltenirken önümüzdeki bayram ve yılbaşı günlerini de düşünmeye başladım aslında. Bir milyonun üstünde kişi yurt içi,  dörtte bir oranında da yurt dışında seyahate çıkacakmış. Gerisi bayram yapacak evlerde. Oh ne âlâ…
Asmanın bir tek dalını mehel görmeyip kesen kardeş kardeşiyle nasıl bayram eder. Sırf çıkar ve küçük hesaplar için dost görünmeye yeltenen müsveddelerle hangi bağlar sürer. Düşmana has ipleri elinde tutanlarla hangi kültür ve tarih sohbetleri yapılır. Benim “hiç”liğim sürerken hangi dirlikten bahsedilebilir. Gördünüz mü yazının geldiği noktayı. Yazının trafiği siyasilerin trafiğinden karışık oldu. Efendiliğin savaşını bile kaybedebiliyor insan. Sağlıcakla