19 Ekim 2013 Cumartesi

RUHSUZ ROBOTLAR


Ruhsuz robotlar gibi yaşamak insan olanın işi değil. O yüzden hangi teknolojiyi barındırırsa barındırsın, hangi kolaylığı sağlarsa sağlasın içinde ruh yoksa ne değişir ki.
Doğup büyüdüğüm toprakları, ahşap kokan evleri, bilyesini üttüğüm, çelik çomak oynadığım hatta kimi vakit kavgaya tutuştuğum arkadaşları hangi robotsu yapı hatırlayabilir.  Çocuk yüreğimin özlemlerini, hayallerini, hissedişlerini hangi robotsu duruş çoğaltabilir. Ahmet’in çocuksu mizacını, Aziz’in hırçınlığını, Ayşe’nin vücut dilini hangi robot tam olarak canlandırabilir. Robotsu duruşlar arttıkça bozuluyor babalığın duruşu. Dostluğun emaresi olan tüm yakınlıklar erim erim eriyor ruhun bittiği yerde. Etrafımızı beton bloklar kaplıyor aşılması zor. Vay ki vay!
Aklım ermeye başladığında kavramıştım kimi insanların büyüdükçe robotlaştığını. Aklım ermeye başladığında büyümeye başladığıma kızmışlığım olmuştu gün gün. Büyüklüğümün beklentisine girdiklerini gördükçe ruhsuzluklarını keşfetmiştim kimilerinin.
Çocukluğumu deşmek, deşelemek bile ruhun varlığına işaret değil midir? Geçmişini hatırladıkça daha mı insanlaşır insan? Doğup büyüdüğü köyden, mahalleden, sokaktan, onca alıştığı yüzden nasıl, ne zaman, neden koptuğunun bilincini taşıdıkça zenginleşir mi yürek? Hadi sorun kendinize. Sordukça kurtulacaksınız belki de robotluğun esaretinden.
İçinde ruhu barındıran beden, dilin ifade edemeyeceği anlamları barındırır üzerinde. Ruh olmadan beden robottan öte nedir ki?
İnsanın çocuk yüreği ne kadar temiz, aslında ne kadar zengindir. Çocukça yürekler puslu görüntüleri siler gözlerimden. Çocukça bakışlar özlediğim bakışlardır bir diğer yandan. Çocukça sesler ne kadar da masumdur. Ümit ve arzuları çocukça bakışlarda ararım ben. Çocukça duruşlarda masumiyetin zenginliğini tartarım. Renklerin zenginliğinde beş taş oynayan çocuk resimlerini çoğaltmak isterim. Büyüklerin ruhsuz duruşları, oyunbozanlığı, hinlikleri gözlerime takılır ben çoğaltmak isterken. Of ki, of!
Taş bile yüklediğiniz anlamla “taş” olmaktan çıkıyor. Çakıl taşına yıldızları yüklemek, çakıl taşını çiçeksi dokulara bandırmak, çakıl taşına insani pabuçlar giydirerek yollara çıkarmak… Hangi ruhsuz robotun becerisi olabilir Allah aşkına. Tüm bu eylemleri yaparken hissedişlerini hissettirmeye kalkışmak. Hangi ileri teknoloji ürününde mevcuttur.
Taşa çiçekler kondurarak bahçeler oluşturmak, üzerine yıldızlar dökerek evrene sahiplenmeye kalkışmak,  mini patilerle yollara çıkarıp yolların yorgunluğunu almak çocukça görülebilir oysa.  Oysa ne büyük bir dünya, ne engin bir bakıştır o.  Ruhtan yoksun hangi ressam böylesine tablo dizini oluşturabilir. Hangi robotsu bakış renklerin farkında olabilir. Alkışlar içinde ruhu barındırıp zenginleştiren her yüreğe. Alkışlar insan gibi her insana. Alkışlar çocukluğun masumiyetini taşıyan cümleye. Alkışlar robotsu et yığınlarına prim vermeyen nice insana.

Yazı böyle sürüp giderken robotsu yapılara çok mu haksızlık ederim bilmem ki. Hayatı tam olarak bize öğreten robotsu duruşlar mıdır yoksa. Yoksa bizi insanlaştıran, farkına vardıran, ruhun zenginleşmesine katkı yapan bir yanı mı olur ruhsuz yapıların. Kötüler olmasa iyilerin farkına varmaz mıyız biz? Tam da burada kavram kargaşası yaratmış olmanın kaygısı sardı beni. Ama mesele gün yüzüne çıktı sanırım. Deniz kumsuz olmasa da insanlar ruhsuz olabiliyor. Olurken alıveriyor çocukça duruşumu ellerimden. Duruşu elinden alınan çocuk “ eller kadir kıymet bilmiyor annem” ezgisi dilinde yepyeni ezgilere yol alıyor.  Alırken yoruluyor yollar.  Sağlıcakla..

Hiç yorum yok: