15 Ekim 2013 Salı

KANDIRMANIN HESABI


Çarşı pazardayım ya. Yerli olarak kavun karpuzundan tutun domates biberine, ıspanaktan tereye yetiştirmenin gayretinde oluyorum bu yüzden. Halkın içinde halkla beraberim pazar yerlerinde. Seçkininden aydınına, avamından orta hallisine her tür insanı görmek, gözlemek mümkün oluyor. Bir şekilde temas oluyor işte. Bu temaslar kimi vakit duygudan duyguya, düşünceden düşünceye sürüklüyor insanı. Gördüğüm bir şeyde var ki aslında her sınıftan insan zamanı kandırmanın gayreti içinde. Kanmasa, kandırmasa olmaz. İnsan olarak belki de hepimizin içinde var zamanı kandırma duygusu.
İtiraf etmeliyim ki zamanı kandırmanın gayretinde olmuşumdur bende hayatın değişik dönemlerinde.  Bu duygu iyiye mi işaret kötüye mi, sorsanız cevabını bilmem imkânsız.
Bu sene al, seneye öde.  Üç ay ödemesiz sonrası yirmi dört ay taksitli. Vay be deyip atlaması mümkün insanın.
Kaç yaşındasın diyenlere on birimi bir gün geçmiş olsam da on ikiyi çok güçlü ifade ederdim. Anam kimi zaman tersi hesaplar yapardı. Nazar değmesin diye midir bilinmez aah! amcası daha dokuzunda.  Kızarıp bozarsam da yutkunurdum mecburen. İçin için kızdığım olurdu anneme. Ben büyüklüğümü göstermeye çalışırken küçüklüğümün haykırılması ne acı. .
Askere ilk gidişim İzmir /Narlıdere’ydi.  O günler yirmi aydı askerlik. Gün olarak tam tamına 610 gündü. Bir değil iki değil 610 gün. İnsanın yurdu, yuvası sevdikleri aklına geldikçe günler büyür gözünüzde. Say say bitmez. Zamanı kandırmak düşer aklınıza. Hafta sonlarını çık, bayram günlerini çık, geceleri çık. Hatta çıkarılacak zaman varsa daha bul çıkar. Zaman nasıl kandırılıyor görmüş ol.
Okul yıllarında babamın yaptığı zaman hesapları da bir başkaydı. Ortaokula yaklaşık on kilometre yayan gidip gelirdim. Eylül ortalarında başlayan okul mayıs ortasını geçkin biterdi. Ay hesabından sekiz aylık bir dönemdi okul. Babam tatil günlerini çıkarır okula gitmem gereken gün sayısını parmak hesabına vurur bu kadar gün ne ki derdi. Hay Allah.. hakikaten ne ki?
Bir başka hesapta babam seksenli yaşlardayken dişlerim tam olsa “on sekizindeyim” derdi.  Ben on birimdeyken on iki demeye heveslenirken, babam sekseninde on sekize vururdu yaşını. Babamın yaş mantığını hanımlarda da görmek pek mümkün. Gençsin desinler, öyle görülsün zaman kandırılsın yeter. Yanlış hesaptır diyemiyor, babamın yaş hesabına bu yaşa gelince gönülden katılıyorum. Anam keşke “amcası daha dokuzunda” diyebilse benim için.
Ülkemizde insan ömrü 65 yıl. Üçte biri uyku deyip çıkarsak. Geriye ne kaldı ki. Sevmedim bu hesabı ben. Siz sevdiniz mi ki? Altmış beş yılın içinde 780 ay var.  Saate, dakikaya hatta saniyeye vur. Yaşa yaşa bitmez. Yaşamın içinde uykunun tadını bile tatlara vur.  Sonrası  değmeyin  keyiflere…
Her bir yıl için birkaç takım, birkaç papuç, birkaç kravat, kaşkol her neyse gardırobu doldur. Marka marka, desen desen boy boy. Al ki bunları giyecek eskitecek ömrün olsun. Ödemeleri aylara yıllara vur mesela.

Bu hesapların ıspanakla tereyle, kavunla domatesle bağını kurmaya çalışanlar var belki de.  Yazıya bir yerden başlamak gerekiyor ya. Ispanağı sallayıp zaman hesaplarını göstereceksin.  İşin püf noktası tam da burası. Çarşı pazarlarda görmüşlüğü vardır cümlenin. Adam kavanozun içinde yılanı sallayıp ardından minnacık pek çok şeyi pazarlamaz mı? Şimdi mesele anlaşıldı sanırım. Ama öyle değil işte. Ben bu ıspanakları yeşil yeşil yerim der müşteri. Tereye bayıldığını söyler. Çocukluğundaki kavunun tadından, mısırın lezzetinden dem vurur. Çok lezzetli görünüyor derken lezzetine lezzet katar her bir şeyin. Bense hesabı hesaba vurur dururum.  Vururken çıkar hesapsızlar karşıma. Zamanı kandırma hesaplarım boşa boşluğa düşer çok zaman. Avuçlarım şakakta öylesine kala kalırım. Kalırken üzülürüm büyüdüğüme.  Hey gidi hey!  Sağlıcakla.

Hiç yorum yok: