11 Kasım 2013 Pazartesi

HATIP DAYI KEL ABDULLAH


Anadolu kırsalında ilginç öyküler yaşanır. Yaşanan öyküler kış gecelerinde birer mizah konusu olup çıkar. Hele kış saati uygulaması da başlamışsa geceler gittikçe uzar. Uzayan gecelerde öyküler birbirine eklenir.
Komşu ilçenin Kızık Köyü’nde yaşayan Hatıp dayının öyküsü ders alınacak niteliktedir.  Hatıp, ormana hanımıyla odun kesmeye gider. Dört tekerli arabaya öküzler koşulur. Ormanın yolu tutulur.
Hatıp, sözü dinlenen, okumuş yazmışlığıyla çevrenin fikir babasıdır. Odun kesme, arabaya yükleme konusunda da pratik zekâsını konuşturmalıdır. Öküz arabasını ağacın altına yanaştırırken kendi kendine konuşur, aklıyla övünürmüş bir yandan. Kendi kendine “Akıl küpü Hatıp”  derken ormanlara sığmaz taşarmış. Hanımının “Hatıbım yapma, etme” demesi fayda vermemiş. Şu ağacı  “keserken arabaya yükleyeyim de cümle alem görsün” derken şişim şişim şişermiş. Ağaç öküz arabasının üstüne devrilecek, yerden yükleme zahmetine katlanmayacakmış. O iştahla sallamış ağaca baltayı. Ağacın yıkılmasıyla öküz arabası yerle bir olmuş.
Hanımı, başlamış dövünmeye. Dövünürken ağzına geleni söylemeye.  Dağların ayısı Hatıp derken ormanlar çınlamış.
Köy yerinde yaşananlar çabuk duyulur. Onlar daha köye gelmeden duyulmuş hadise. Geçmiş olsuna gidenler, olay nasıl oldu diye soranlar gittikçe çoğalmış.
Hatıp dayının adı o günden sonra akıl küpünden “Dağların Ayısı”na çıkmış.
Aklıyla öğünen onca insan vardır. En iyi ben bilirim diyen. Derken en yakınındakilere bile kulak asmayan. İkna etmek, fikrinden caydırmak zordur. Şimdi aklıma geldi. Anam “keçi inatlı” derdi böylesine. Bu söz inadında ısrar edenler için kullanılır herhalde. Hatta, ah edercesine “ inadı kurusun” sızlanışları bile olurdu anamın.
Öyküler deyip çoğulcu ifadeyle yazıya başladık ya. Ardını getirmek gerek. Yine komşu beldelerden Çerte’de Kel Abdullah yaşarmış. Köylerde kişiler en iyi lakaplarıyla tanınır. Çevrenin taktığı lakaba ister istemez alışır, benimser insanlar. Her lakabın kendince bir öyküsü de vardır aslında.
Kel Abdullah kırdaki işlerini görmek için çıkar. Azık torbasını sırtında taşıyıp durmamak için bir ağacın dalına asar. Öğün vakti gelir bakar ki torbada azık yok. Bir müddet ağacın altında öylesine kalır. Ağacın tepesinde karga yuvası olduğunu görür. Torbasındaki azığı karga, yavrularına götürmüştür. Bir hışımda tırmanır karga yuvasına. Boş torbaya yavruları doldurur. Ağaçtan aşağı iner inmez yuvaya dönen anne karga “ cark, cark”  diye şaşkın, bir o kadar telaşeli sesler çıkarıp feryat etmeye başlamış.
Kel Abdullah torbasını kargaya sallayıp; Cark cark! Edip durma boşuna“getir ekmeği, al yavruyu” demiş. Yavruların akıbeti ne olmuştur belli değil ama Kel Abdullah’ın bu yaşadığı da o gün bugündür kış gecelerini doldurmaya devam etmektedir.
Ekmeği elinden alınan onca insan vardır ki…. Sessiz sedasız, kıpırtısız, eylemsiz.

Öyküler bitmedi henüz. En iyisi yorumsuz bırakayım çok şeyi.  Ama yorum katmadan da çok yavan kalıyor anlatım. Bütün ayrıntıyı atlayıp karganın seslenişiyle ilgilenmek hoş olmasa gerek.  Yavrusunu yuvada bulamayan annenin feryadı her zamankinden farklılık arz etmez mi?  Normal vakitte “gak, gakkkk!” diyen karga, yaşadığı karşısında “cark, caark!” ettirmişiz normal değil midir? Sağlıcakla

Hiç yorum yok: