Anadolu kırsalında ilginç öyküler
yaşanır. Yaşanan öyküler kış gecelerinde birer mizah konusu olup çıkar. Hele
kış saati uygulaması da başlamışsa geceler gittikçe uzar. Uzayan gecelerde
öyküler birbirine eklenir.
Komşu ilçenin Kızık Köyü’nde
yaşayan Hatıp dayının öyküsü ders alınacak niteliktedir. Hatıp, ormana hanımıyla odun kesmeye gider.
Dört tekerli arabaya öküzler koşulur. Ormanın yolu tutulur.
Hatıp, sözü dinlenen, okumuş
yazmışlığıyla çevrenin fikir babasıdır. Odun kesme, arabaya yükleme konusunda
da pratik zekâsını konuşturmalıdır. Öküz arabasını ağacın altına yanaştırırken
kendi kendine konuşur, aklıyla övünürmüş bir yandan. Kendi kendine “Akıl küpü
Hatıp” derken ormanlara sığmaz taşarmış.
Hanımının “Hatıbım yapma, etme” demesi fayda vermemiş. Şu ağacı “keserken arabaya yükleyeyim de cümle alem
görsün” derken şişim şişim şişermiş. Ağaç öküz arabasının üstüne devrilecek,
yerden yükleme zahmetine katlanmayacakmış. O iştahla sallamış ağaca baltayı. Ağacın
yıkılmasıyla öküz arabası yerle bir olmuş.
Hanımı, başlamış dövünmeye.
Dövünürken ağzına geleni söylemeye. Dağların
ayısı Hatıp derken ormanlar çınlamış.
Köy yerinde yaşananlar çabuk
duyulur. Onlar daha köye gelmeden duyulmuş hadise. Geçmiş olsuna gidenler, olay
nasıl oldu diye soranlar gittikçe çoğalmış.
Hatıp dayının adı o günden sonra
akıl küpünden “Dağların Ayısı”na çıkmış.
Aklıyla öğünen onca insan vardır.
En iyi ben bilirim diyen. Derken en yakınındakilere bile kulak asmayan. İkna
etmek, fikrinden caydırmak zordur. Şimdi aklıma geldi. Anam “keçi inatlı” derdi
böylesine. Bu söz inadında ısrar edenler için kullanılır herhalde. Hatta, ah
edercesine “ inadı kurusun” sızlanışları bile olurdu anamın.
Öyküler deyip çoğulcu ifadeyle
yazıya başladık ya. Ardını getirmek gerek. Yine komşu beldelerden Çerte’de Kel
Abdullah yaşarmış. Köylerde kişiler en iyi lakaplarıyla tanınır. Çevrenin
taktığı lakaba ister istemez alışır, benimser insanlar. Her lakabın kendince
bir öyküsü de vardır aslında.
Kel Abdullah kırdaki işlerini
görmek için çıkar. Azık torbasını sırtında taşıyıp durmamak için bir ağacın
dalına asar. Öğün vakti gelir bakar ki torbada azık yok. Bir müddet ağacın
altında öylesine kalır. Ağacın tepesinde karga yuvası olduğunu görür.
Torbasındaki azığı karga, yavrularına götürmüştür. Bir hışımda tırmanır karga
yuvasına. Boş torbaya yavruları doldurur. Ağaçtan aşağı iner inmez yuvaya dönen
anne karga “ cark, cark” diye şaşkın,
bir o kadar telaşeli sesler çıkarıp feryat etmeye başlamış.
Kel Abdullah torbasını kargaya
sallayıp; Cark cark! Edip durma boşuna“getir ekmeği, al yavruyu” demiş.
Yavruların akıbeti ne olmuştur belli değil ama Kel Abdullah’ın bu yaşadığı da o
gün bugündür kış gecelerini doldurmaya devam etmektedir.
Ekmeği elinden alınan onca insan vardır
ki…. Sessiz sedasız, kıpırtısız, eylemsiz.
Öyküler bitmedi henüz. En iyisi
yorumsuz bırakayım çok şeyi. Ama yorum
katmadan da çok yavan kalıyor anlatım. Bütün ayrıntıyı atlayıp karganın
seslenişiyle ilgilenmek hoş olmasa gerek.
Yavrusunu yuvada bulamayan annenin feryadı her zamankinden farklılık arz
etmez mi? Normal vakitte “gak, gakkkk!”
diyen karga, yaşadığı karşısında “cark, caark!” ettirmişiz normal değil midir? Sağlıcakla
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder