27 Şubat 2016 Cumartesi

ÇOCUKSU HALİM

Hiç uçağa binmedim ama yüksekten seyrin hayalini yaşamışımdır hep. Belki de bu yüzdendir gökyüzüne baktıkça merakım artar. Köyün gökyüzü hele gecelerde bambaşkadır. Bir de arazideyseniz sorma gitsin. Ayın doğuşunu seyretmek keyiftir mesela. Ufuktan usul usul yükselişini, yükseldikçe kazandığı parlaklığı keşfe koyulursunuz. İnsanda yükseldikçe aydınlanır mı bilmem ki? Gece ilerledikçe uçakların seyir yollarını bellersiniz. Gözünüzle eşlik edersiniz bir vakit. Bu seyir çocukça gelebilir. Gecelerde eğlencedir insana. Sahi, yalnızlığınızı unutturur bir de. Samanyolu yıldız kümesine ilişirsiniz bir vakit. Ona dair duyduğunuz hikâyelere yeni hikâyeler eklersiniz. Taaa ilkokulda adını duymuş olduğunuz büyük ayı, küçük ayı yıldızlarını bulmaya çalışırsınız. Buldukça yönlerin tarifine soyunursunuz durduk yerde. Uzayın derinliklerine daldıkça Jüpiter’i, mars’ı tanımaya meyledersiniz. Belki de bu meyille ilkokul öğretmeniniz karşınıza dikilip “ne olmak istersin” diye soracak olsa pilot ya da astronot cevabını verirsiniz.
Daha yazının başında hiç uçağa binmediğimi söylüyorum ki, kurduğum hayalin çocuksuluğunu keşfedin, geri kalmışlığımı anlayın diye. Anlayın ki siz kaç adım ileride olduğunuzu fark edin, bu farkın büyüklüğüne soyunun diye. Hatta sizin hava atmanıza fırsat tanımak içindir bu kardeşimm!
Ben böyleyim işte. Hamama gitsem, denize girsem belime su kabağı bağlayasım geliyor hala. O kadar ceset toplandı ki son yıllar denizlerden!. Bir de yüksekten düşenleri gördükçe ben fena oluyorum önce. Gerçi bazı yüksekten düşenlerin her parçası maddi olarak bir değer taşıyor. Bunu nerden biliyorum?…Geçen yıllar göktaşı düşmüştü de ufacık parçaları bile döviz cinsinden alıcı bulmuştu. Gerçi bu da ayrı mevzu, kim bilir.
Çocukça düşlerin saflığına inanırım ben. Hatta çocukça keşiflerin geliştiren bir yanının olduğuna. Bu inançla düşler kurar durarım. Belki de düşler kurduğumu sanırım. Sandıkça çoğalır hikâyeler. Hikâyeler çoğaldıkça yaşama tutunur gideriz işte.
Çocukluğumda çok da çobanlık yaptım mesela. Çobanlık dediğim iki öküz bir inek. Çobanlığım sürdükçe tanımışımdır onca bitkiyi. O yüzden sayarım bir çırpıda kuş pidesini dede sakalını. Bu yüzden bilirim çoban aldatanı, arı kuşunu. Şimdiki nesle teogda aşağıdakilerden” hangisi kuştur” desen fili işaretleyenler olur. Denemesi bedava.
Doğa insana çok şey öğretir çok. Çobanlık bile. Hayvanın sırtında onca sinek,  börtü böcek dolaşırken bile çocuksu bakışla neleri fark etmezsiniz ki. Yaşamak için yaşatmayı bellersiniz ilk başta. Doğada her ne varsa hangi görev tanımlaması ve koduyla yaratıldığını kavrarsınız. Kın kanatlılardan bok böceğinin bile.
Oysa biz insanoğlu öylesine evrim geçiriyoruz ki sorma gitsin. Gözledikçe kavgaya meyilli insan evladı olup çıkıyoruz. Gözledikçe hır çıkarmaya meyilleniyoruz. Karşımızdakini alt edelim de varoluş sebepleri n’olursa olsun. Oldu mu ya….
Gözlerimizle görmeye, gönlümüzle hissetmeye çalışmak ne insani bir şey. Görüp de düşünmemek ne büyük kolaylık ya da gaflet. Of of!. Bazen biz bize engeliz, hatta kendimize. Engelli davranışları gördükçe çocuksu düşlerimi çoğaltmaya çalışıyorum. Kimi vakit uzayı, kimi vakit yeryüzünü yeniden keşfe koyuluyorum. Koyulurken göynülüyorum. Göynüldükçe daha net tartılıyorum. Tartıldıkça hafifliyorum.
Kavgaya meyilli hangi insan sağlıklı düşünebilir. Hangi mutluğun tam olarak farkına varabilir ki. Kavgaya meyillilik hastalık değilse nedir? Soruları çoğalt da çoğalt. Nereden nereye…

Benim çocuksu halime ancak türkü söylenir. Dağlar dağladı beni/Gören ağladı beni. Sağlıcakla

Hiç yorum yok: