18 Aralık 2024 Çarşamba

KARINCA!

Tarım ülkesiydik. Nüfusun yarıdan fazlası  kırsalda yaşardı. Ana geçim tarım ve hayvancılıktı. Sabanla çift sürerdik. Bir çift öküz evin olmazsa olmazıydı. Hatta öküzü olmayan haneler bile vardı. Öküzün yokluğu çok şeyin yokluğuydu aslında. Olmayanlar, olanlara muhtaçtı kardeş!. Muhtaçlığın içeride yankılanan duygusu hangi ölçekteydi bunu Allah bilir artık.

Kışa ayağı sallamışken havada kar mı var yağmur mu varın hesabını yaparken, ağustos sıcağına takıldı aklım. Başkaları Temmuz sıcağından bahsederken, ben Ağustos sıcağı derim. En çok da o yakmıştı beni. Ağustos, berber yüzü görmemiş saçımın rengini değiştirirdi. Hatta boz tarladaki kavrulmuş otlar gibi tilki tüyüne dönerdi kafamdaki renk.  Cılız bedenin üstündeki kafayı gören yaşça büyükler,  “n’aber sarı kafa” diyerek dalgalarını geçerlerdi. Hatta minikliğimle yaptığım işlere bakarak, birazda hafife alarak “cingil kuşu” bile diyenler olmuştu.  Bu nokta da Mahsun’un  şarkısı dilimin ucuna gelip gelip gidiyor.

Annem,  annem/ ben ne günler gördüm/ ben ne acılar çektim.. üşüyen, özlenen, yaşanan yaşanmayan ne varsa dillendirdiği türkü.. bir başka türkü Esengül’den. Senin derdin dert midir benim derdin yanında..  anamın dertlerinin yanında da bizimkiler hiç…

Tarımdan sözü açarken köyümün harman yerlerinde gezinti yapacaktım oysa.  Ağustos sıcağının altında ter tenime yapışınca, samanın tozağı da terime ardılınca anca çıkılıyor içinden  Eskilerin beş yumurta beşi beş kuruştan kaç para eder? sorusu gibi köyün harman yerlerini yeni yetmelere “say bakalım” desen sayamazlar. Harman yeri görmediler yeğenim. Kıran Harman, Karşı Harman, Orta Harman, Mera harman, Kan Gediği harmanı  beş etti. Bir de özelleri sayarsak Sarıların harmanı, Alıç harmanı, Amirlerin Harmanı, Tabon Harmanı, Alfat dibi Harmanı.. Beş de bunlar, etti on..  Bizim öküzlerle harman sürdüğümüz yer Mera Harmanı’ydı. Burası köyün kıble yönünün birazcık batısına düşerdi.  Harman yerleri üstüne dökülen hububattan dolayı  börtü böcek için ekmekli ev gibidir. 

Bugün üşenmeden Mera Harmanı’na çıkıp görmek istedim. Yazdan kalan tohumlar bu mevsimde yağan yağmurlarla çimlenip saç ekilmiş kafa gibi yeşile meylederler. 

Koni biçiminde yığdığımız buğday harmanını  bir çift öküzün ardına takılmış dövenle sürerdik burada.  Dövenin üzerine ağırlık yapıp buğday saplarını daha kolay öğütsün diye taş koyardık. O taşlardan biri hala oradaymış.  Ağustosun sıcağında  üstüne bir tas su döksen taş caz!t diye ses çıkarıp ikiye yarılır. Hey gidi göktaş hey! O sıcakta harmanın etrafında döndükçe sararan saçlarımı ağardı sanırken  sen burada hala beni bekler gibisin..

Yönümü Sarıkaya’ya göktaşın üzerine bacak kavallarını çaprazlayarak oturdum.  Sarp Dere’nin tepesinde yalnızlığa uçan iki Goca kuş, Ayak uçlarımın az ötesinde bulgur bulgur elenmiş karınca yuvası ve ona bağlı yollar. Kendince gidip gelişler. Bünyesinin belki de on katı çöpü yuvaya götürmeye çalışan küçük karınca. Gıdım gıdım, milim milim. Ruh bu dedim içten içe. Karınca sabrı, kaplumbağa sabrı. Küçük tarla farelerinin telaşlı koşturmalarıysa kendince hikaye. 

Bu duygu sağanağı saatleri alıp götürmüş kardeş. Arka yönden gelen küçük çaltı kuşunun başımın üstünden “pırt” diye geçmesiyle kendime geldim. Taşın üzerinde sivtinerek geriye döndüm. Bacası tüten birkaç ev görünüyordu. Bir avlunun içinde  motorlu testere sesi yeri göğü inletiyordu. Kar yığını gibi bulutların ucu Dede Çamı üzerinden kendini gösteriyordu.  Hele mezarlık içinde sessiz sedasız yatan niceler! Of of!  Nasıl da yatıştırdı beni. Duygudan duyguya geçiş bu olsa gerek.

Biz köylerdeki harmanlarda insanın hikayesini yazarken, bizim çocuklar robotların hikayesini ileriye taşıyacaklar. Kim bilir?  Bir varmış bir yokmuş. Sağlıcakla

Hiç yorum yok: