Tarım ülkesiydik. Nüfusun yarıdan fazlası kırsalda yaşardı. Ana geçim tarım ve hayvancılıktı. Sabanla çift sürerdik. Bir çift öküz evin olmazsa olmazıydı. Hatta öküzü olmayan haneler bile vardı. Öküzün yokluğu çok şeyin yokluğuydu aslında. Olmayanlar, olanlara muhtaçtı kardeş!. Muhtaçlığın içeride yankılanan duygusu hangi ölçekteydi bunu Allah bilir artık.
Kışa ayağı sallamışken havada kar
mı var yağmur mu varın hesabını yaparken, ağustos sıcağına takıldı aklım. Başkaları
Temmuz sıcağından bahsederken, ben Ağustos sıcağı derim. En çok da o yakmıştı
beni. Ağustos, berber yüzü görmemiş saçımın rengini değiştirirdi. Hatta boz
tarladaki kavrulmuş otlar gibi tilki tüyüne dönerdi kafamdaki renk. Cılız bedenin üstündeki kafayı gören yaşça
büyükler, “n’aber sarı kafa” diyerek
dalgalarını geçerlerdi. Hatta minikliğimle yaptığım işlere bakarak, birazda
hafife alarak “cingil kuşu” bile diyenler olmuştu. Bu nokta da Mahsun’un şarkısı dilimin ucuna gelip gelip gidiyor.
Annem, annem/ ben ne günler gördüm/ ben ne acılar
çektim.. üşüyen, özlenen, yaşanan yaşanmayan ne varsa dillendirdiği türkü.. bir
başka türkü Esengül’den. Senin derdin dert midir benim derdin yanında.. anamın dertlerinin yanında da bizimkiler
hiç…
Tarımdan sözü açarken köyümün harman yerlerinde gezinti yapacaktım oysa.
Ağustos sıcağının altında ter tenime yapışınca, samanın tozağı da terime
ardılınca anca çıkılıyor içinden
Eskilerin beş yumurta beşi beş kuruştan kaç para eder? sorusu gibi köyün
harman yerlerini yeni yetmelere “say bakalım” desen sayamazlar. Harman yeri
görmediler yeğenim. Kıran Harman, Karşı Harman, Orta Harman, Mera harman, Kan
Gediği harmanı beş etti. Bir de özelleri
sayarsak Sarıların harmanı, Alıç harmanı, Amirlerin Harmanı, Tabon Harmanı,
Alfat dibi Harmanı.. Beş de bunlar, etti on..
Bizim öküzlerle harman sürdüğümüz yer Mera Harmanı’ydı. Burası köyün
kıble yönünün birazcık batısına düşerdi.
Harman yerleri üstüne dökülen hububattan dolayı börtü böcek için ekmekli ev gibidir.
Bugün üşenmeden Mera Harmanı’na
çıkıp görmek istedim. Yazdan kalan tohumlar bu mevsimde yağan yağmurlarla
çimlenip saç ekilmiş kafa gibi yeşile meylederler.
Koni biçiminde yığdığımız buğday
harmanını bir çift öküzün ardına
takılmış dövenle sürerdik burada. Dövenin
üzerine ağırlık yapıp buğday saplarını daha kolay öğütsün diye taş koyardık. O
taşlardan biri hala oradaymış. Ağustosun
sıcağında üstüne bir tas su döksen taş
caz!t diye ses çıkarıp ikiye yarılır. Hey gidi göktaş hey! O sıcakta harmanın
etrafında döndükçe sararan saçlarımı ağardı sanırken sen burada hala beni bekler gibisin..
Yönümü Sarıkaya’ya göktaşın üzerine bacak kavallarını çaprazlayarak oturdum. Sarp Dere’nin tepesinde yalnızlığa uçan iki Goca kuş, Ayak uçlarımın az ötesinde bulgur bulgur elenmiş karınca yuvası ve ona bağlı yollar. Kendince gidip gelişler. Bünyesinin belki de on katı çöpü yuvaya götürmeye çalışan küçük karınca. Gıdım gıdım, milim milim. Ruh bu dedim içten içe. Karınca sabrı, kaplumbağa sabrı. Küçük tarla farelerinin telaşlı koşturmalarıysa kendince hikaye.
Bu duygu sağanağı saatleri alıp götürmüş kardeş. Arka yönden gelen
küçük çaltı kuşunun başımın üstünden “pırt” diye geçmesiyle kendime geldim.
Taşın üzerinde sivtinerek geriye döndüm. Bacası tüten birkaç ev görünüyordu.
Bir avlunun içinde motorlu testere sesi
yeri göğü inletiyordu. Kar yığını gibi bulutların ucu Dede Çamı üzerinden
kendini gösteriyordu. Hele mezarlık
içinde sessiz sedasız yatan niceler! Of of!
Nasıl da yatıştırdı beni. Duygudan duyguya geçiş bu olsa gerek.
Biz köylerdeki harmanlarda insanın
hikayesini yazarken, bizim çocuklar robotların hikayesini ileriye taşıyacaklar.
Kim bilir? Bir varmış bir yokmuş.
Sağlıcakla
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder