29 Aralık 2024 Pazar

KOPÇA

 Bugün havanın pusu tam kalkmamış olsa da,  kapalı ortamda  uzun süre kalmanın sıkkınlığını üzerimden atma dürtüsüyle evden sokağa attım kendimi. Yürümek istedim bir vakit. İlçenin çarşı içi yollarını kullanarak aslında tam olarak ne yapmak istediğimi bilmediğim yürüyüş  ve tempoda ilerliyordum. Bazen yokuşlara vurmak kendinizi ölçme açısından iyidir. Aaa!  Hastane yokusunun birinci dönemecini geçmiş ikinci kesgin dönemece oldukça yaklaşmıştım. Nefes alışverişlerim sıklaşsa da ben diyeyim kuş, siz deyin tavşan.  İnsanın kendini iyi hissetmesi kadar güzel ne olabilir? İkinci dönemeci döndüğünüzde  sağ  yönünüze en yakın ufuk Şahmelek rampaları. Gözünüz ilçenin çatılarını yalayıp ufka varıyor. Seyrek de olsa bacasından duman tüten evleri de fark ediyorsunuz. Göz hizanızdaki dumanları suda kulaç atarcasına dağıtmanın düşüncesine dalıyorsunuz.

Yokuş boyu belediyenin ilgili birimlerinin  belli aralık gözeterek yolun seyrine uygun diktiği akasya ağaçları yol boyu nöbetcisi gibi ya da yolboyu radarı.. Akasyaya görüp gözlediklerine  dair “dökül” desem”,  hangi birini, neyi nasıl anlatacak kimbilir? Bu arada duraksamış omzumun sol yanını ağaca yaslamışım bile. Nefes alışverişlerim yavaşlamış, düşten düşüncelere dalmışım. Gözlerim gezintide.. İçimde peydahlanan duygunun hüzün mü, sevinç mi, tam olarak bilemediğim bir ruh hali. Sus pus olmuş, ufacık sesi gözden kaçırmamaya özen gösteren ürkek tavşan duruşu.   Bu duruş ne kadar sürdü, ordan hangi ara ayrıldım belirsiz. Hastane acilinden giriş yaptığımda  tanıdıkların selam verişleriyle silkinip kendime geldim.

İğrenç iki yüzlülükler, insani çürümüşlükler, imkanlar, imkansızlıklar, yalanlar, yalancıklar.. Of of!  Kötü ve kötülük adına ne varsa, şeytan dağarcığından çıkıp, önümde yürüyüş kolundalar.  Bana en yakın olan asansörün kapısını açık görünce daldım içeri. Dalış, kaçışın kendisiydi aslında.

Yatan hastaların en üst katına çıkmışım bile. Burası ölümün bir önceki durağı  kardeş.  Canın, gelip gelip boğazda düğümlendiği yer. Hasta bakıcılar, hasta yakınları. “ Yetişin!, Doktor, hemşire, Hemşire!” diye imdat çağrısında bulunan insanlar.  İçimde bir daraltı, bir sıkkınlık.. etrafı filelenmiş merdivenlerden hızlıca bir alt kata nasıl indiğimi bilemedim.  Aman yarabbi!  Can çekişircesine nefes almakta zorlananlar, derin derin inleyenler, ağrının acısından feryadı basanlar.. belden aşağısına felç inip kıpırtısız yatanlar,  yüzü gözü yamulanlar..  Kaç, kaç! dedim içimden  yine merdiven yolunu kullanarak bir alt kata ulaştım.  Beterin beteri var denir ya.. insana dair farklı manzaralar; bak bak bakabilirsen. Gör; görebilirsen. Kolu bacağı alçıda olanlar, kendinden geçip ölü gibi kıpırtısız yatanlar. Hele gözle ilgili proplem yaşayanlar… of of! Gövdesi öne eğilmiş kendi imkanıyla doğrulamayanlar, beyni el ve kollarına komut veremeyenler, bez bebek gibi yamulup dik duramayanlar, ölene kadar bir tek parmağını oynatamayak durumda olanlar, aklını yitirmeşcesine psikolojisi bozulanlar, tüm bedeni acılar içinde kıvranırken ölmeyi tercih edenler. Tüm acı ve zorluklara rağmen  “bir umut deyip” umuda bağlananlar. Yaşamın güzelliğine vurulup, “yaşlanmaya karşı ne yapmalıyım” diye soru soranlar…

Kapalı ortamdan kendimi  sokak boşluğuna attığımı sanırken gördünüz mü olanı. Düşünceye, kaygıya dair ne varsa bulur beni. Allah beterinden saklasın kaygısız günüm olmaz.  Kaygılı  anlarımda  “anamın sözleri” imdadıma yetişir. “Ne oldum dememeli, ne olacağım” demeli  derdi Rahmetli. Evler, arabalar, arsalar, tarlalar alacaktık daha. Hatta hisse senetlerine hisse senedi ekleyecektik oysa. Tarlaya kavunlar, domatesler ekecektik. Pazarda “ demirliden bunlar!” diye bağıracaktık. Kimbilir daha neler neler isteyecektik. Kopça koptu, teni yel aldı. Sağlıcakla.. 

28 Aralık 2024 Cumartesi

ON DÖRT NUMARA

 

Geriye dönüp baktığımda gözlerim hep buğulanır. Sen sanırsın düş.  Düş kadar kolay yaşanmaz hayat gardaş.. Ayağında iş makinası tekeri gibi pabuçlar varken, kara lastiğin benim ayağımda yarattığı etki ve duruşla ilgili sosyolojik ve psikolojik söylemler geliştiremezsin. Mutluluk ve mutsuzluğun ayrım noktalarında volta atmanın hükmünü sürdürürsün, o kadar.

Rahmetli Hoca ne demiş;  “düşen gelsin” düşmeyen gelse?.. Iıh!...

Kosayla yıllarca buğday biçtik. Kosalar numara numaradır.  Herkes gücüne göre, sallayabileceğini kullanır. En büyüğü dokuz numaradır. Son yıllarda tarımdaki makineleşme oranı arttıkça, kosa gibi tarım aletleri unutulmaya yüz tutmuştur. Elektriğin olmadığı yıllarda gaz lambaları da kıymetliydi. Hatta işçi olarak almanyaya  gidenler, lüks denen aydınlatma araçlarınnı getirmişlerdi de ağzımız açık kalmıştı. O da ne öyle? Karanlığı aydınlığa boğan güneş!. Hatta gaz lambasına alışmış gözleri kamaştıran. Uf ufff! Gaz lambaları da neymiş. Gaz lambaları; beş numara, yedi numara, on dört numara şekinde fitil genişliği ve cam büyüklüğüyle orantılı adlandırılırdı. Aynı kosalar gibi. Gaz lambalarının evlerde yedek camları bile bulundurulurdu. Çıt diye kırılınca karanlığın içinde dikilir kalırsın. O yüzden tedbir şarttı. Aslında daha eskiden gaz lambası da yoktu. Evlerin ocak başı denen bölümleri bulunurdu. O bölümler hem aydınlatma, hem yemek pişirme, hemde ısınma ihtiyacını giderirdi.  Yaaa, ne garip değil mi?

Gaz lambasını bulan; ocak başı aydınlığına,.. lüksü eline geçiren; gaz lambasına… elektriği eline geçiren; lükse ilkellik gözüyle bakmaya başlıyor. Burun kıvırıyor, “hayatta yaşayamam öyle” derken küçümseme tavrı vücut dilinde kendini gösteriyor.

İnsan hayatını kolaylaştıran teknolojiler geliştikçe ve yaşamı kolaylaştırdıkça geçmişi görüp yaşamayanlar hep bugünün üzerinden değerlendirme yapmaya kalkışıyorlar.

Aynı durum geçmiş medeniyetlerin, kavim ve toplulukların yaşam biçimlerine bakarken de  gözlenebiliyor. Dün kağnılar, iki tekerli, dört tekerli ahşap öküz arabaları, at arabaları vardı. Bugün en lüksünden konforlu, yakıt cinsleri farklılaşan otomobiller.

Yaşamak gelişmektir. Gelişmeyen, geliştirilmeyen yaşamın sıkıntıları büyük olur. En iyiye, mükemmele erişmek için gayretin olmadığı yerde sıkıntı nükseder.

Yazıya kosayla başlayıp kosacılığın inceliklerinden bahsedecektim.  Konu konuyu doğurunca yazının  boyutu da ister istemez uzuyor. Olsun, Bence bu da güzel. Türkülerimizde ne diyor? “hem okudum hem de yazdım”.. biz hem yazar hem okuruz. Aynı zaman da düşünürüz yeğenim!

Yaşayanlar bilir. Tarım işlerinin insan gücüne dayandığı günlerde, bazen “değişik” denen yardımlaşma yöntemi, bazen de “yevmiyeci” denen  iş görme biçimi kullanılırdı. “yevmiyecilik” yönteminin “dayıbaşısı” vardır. Bir nevi çavuş gibi. Bu açıktan bilinmez ve söylenmez ama, onun yevmiyesi ve ayrıcalıklı hediyeleri vardır.

Buğday tarlasına en önden  “dayı  başı” girer.  Deste aralıklarına “sıyırma” denir. Her sıyırmada ikişer kişi kalacak şekilde buğday biçme işlemi sürdürülür. En arkadaki kosacı sıyırmasını bitirince öne, ordaki bir öndeki sıyırmaya geçerek işlem devam eder. Dayıbaşının öndeki hızı, çalışma şekli arkadakilerin çalışmasını tetikleyecek şekilde olur. Bazende en arka sıyırmada olan ön sıyırmalarda olanları zorlar. Kosalar buğdayların en kökünü yalarken çıkardıkları ses toprağı bile şenlendirir. Şakalar, atışmalar, birbirine takılmalar, türküler karşı tepelere vurup geri gelir. Ya şimdi? Biçerdöverin  homurtusu; muhabbeti, o şakalaşmaları, takılmaları, türküleri unutturdu türküleri. Ben de geçmişin anılarında, on dört numara lambanın ışığında duygularımı törpülüyorum. Sağlıcakla..

25 Aralık 2024 Çarşamba

TAKILARIN ŞANGIRTISI

 Köy düğünleri başkaydı. Hazırlığı aylar öncesinden başlar, elden koldan tutacak kim var, kim yok ortaya çıkardı. Telaşe esnasında işin ucundan tutan tutmayan fark edilmiyor gibi sansan da, sonrasında özel kayda alınmışcasına akla düşerdi.

İşe yaramadığımız vakitler anam;” Fasülye sırığı gibi dinelip durman”  derdi.  Kimi de fasülye sırığından öte süs bitkisi gibi duruyor kardeş. Yalan mı?

Dost bitkileri de vardır ki, pusula bitkisi gibi hem döner hem yön gösterir. Dar vakitlerde eliniz ayağınız olur bu tipler.. Sıkıntınız azalır, gönlünüz genişler..

Düğünün etliği; aylar, hatta yıllar öncesinden alınır özel besiye çekilir kardeşim. Keşkeği, fasülyesi, nohudu, yufkası, düğünlük ekmeği, haşhaşlısı, susamlısı, hoşafı, hoşaflığı üh hü, bir yığın  telaşe. Hepsinin tedariği, ayıklanıp hazırlanması zamana sığdırılacak işler.

Anamın tabiriyle “eğer salonlarda şimdi pek goley!”.  Düşünmeyince kolaylaşır işler. Düşünmeyince kaygısız kalır insan.  Düşünce azalınca, düş aranır sosyal sitelerde.  Düşüneceğin bir şey kalmadığında inadına güçsüzleşir insan. Neyi düşüneceğim ben? Ailemi, çoluğumu çocuğumu, hısım akrabamı, konu komşumu, köyümü köylümü… mahallemi, ilimi ilçemi, yöremi, ülkemi, insanımı…. Düşünecek o kadar çok şey varki..

İnsanlar yalnızlaştıkça salon düğünlerine yöneldi. Kimilerinin göbeği sıngıldıyor takıların üstüne salon bedeli ödeyince. Bu sıngıldayış uzun sürünce, aile içi ahengi bozan boyuta ulaşıyor işler. Adliye salonları, televizyon proğramları dolup dolup taşıyor. “Boş ver, taşsın yeğenim taşşşşsıınn!”.. “Taşsın!” ifadesi sevincimin emaresi sanılmasın. Kendimce öfkenin kinayesi işte.

Ölçüp biçiyorum? Neyi ? Eskiyle yeniyi canım…Yardımlaşma olunca iş koymazdı insana iş!. Yalnızlaştıkça bunalımlar artıyor.  İşinin üstesinden gelebilenler de bir ene, bir ene. Başlar göğe değecek nerdeyse….

Sıradanlığın güzel tarafları vardır. Kendi potansiyelinin farkına vardıkça  mütevaziliği, duruşunu güzelleştirir insanın.

Düğün salonlarının girişlerine dikilip gözleyin. Sarraflar  defile düzenliyor sanki. Gösteri ancak böyle olur birader. Sıradan bir giyimle sıradan bir iştirak gerçekleştirsek daha anlamlı olmaz mı? Iıh!  Giyim kuşamın üst sınırını, takıların şangırtısını göstermenin yeri tam da  bu salon.  Süsü ve  süzgünlüğü de artırdın mı, ezip geçtin ortalığı. Yaşasın huzur!  

Başkaları huzursuz!.. Olsun, bana ne,  bana ne!

Dostların düğün gibi en mutlu günlerinde, salonlara geliş seromonimiz, takı ve giyim gösterilerimiz  şık bulmadığım alışkanlıklarımızdan. Bu eylemin bulaşıcılığı da  ayrı tehlike.

Güzel alışkanlıkların emeğe, alın terine ihtiyacı vardır. Bunu göze alabilmek gerekir.  Yardımlaşma, dayanışma gibi değerlerimizi sürdürüp yaşatabilsek, topyekun toplumsal huzurumuz   bile artacak. Birbirimizi düşündükçe daha da güçleneceğiz cancağızım!

“Hatayı görmek değil çareyi,  bulmak  önemli” demiş Martin Ford! Çare; alışkanlıklarımızı gözden geçirip, değiştirmek. Mesele hassas, çözümü bizde. Çözümü bizde olan meselenin zoru mu olur?

Meseleyi ne kadar anlaşılır ifade ettiğim tartışılır.  Meseleler ifade edilebildiği ölçüde çözüme yaklaşır. Toplumsal dengelerin bozulması, küçük küçük hatalarımızı görmezden gelmekle başlıyor olabilir mi? Bize huzur veren davranışımız, başkalarının huzursuzluğuna ıslık çalıyor olabilir.  Huzurum kalmadı fani dünyadaaa!  Sağlıcakla

24 Aralık 2024 Salı

KARANLIĞIN GÖLGESİ VE 1963

 

Doğma büyüme köylüyüm! Göbekten  hem de. Kaç göbek oldu ki?. Osmanlının kuruluşundan bu yana. Göbek hesabı nasıl oluyorsa. Köyün, köylerin tutkunuyum kardeş.  Adam “şuranın yerlisiyim” diye övünürken,  ben “köyün yerlisiyim” demekten çekinirsem, saçlarım uzasın!.

Rahmetli babamın birkaç ön dişi noksandı. Dişciden de korkardı. Noksan dişleriyle öldü gitti. Ardında, adından bahsettirecek küçük hikayeler bırakarak. “Bakkal Dayı” diyende olurdu,  “yanış dayı” diyen de. “yanlış” diyecekken  dişlerin gazabına uğrayan “le” harfi düşer “yanış” olarak ağzından çıkardı rahmetlinin. Anlaşılırmıydı, anlaşılırdı.

Ben de yerel ağızla konuşmayı severim. Birazda dilimin yereldeki alışkanlığı canım....  “Yazcen” derim mesela.. veya “gitcen”.  Neyse o işte. Adam yerliliği fark ettirecek ya… Soydan soptan “köylüyüm” kardeş.  Eksik olan ne ? veya fazlası?  Bazıları bu işleri takıntı haline de getiriyor. Sosyal alanda kendilerince kaç kişi, kaç sülale kaldık anketleri… Üh hü!!. Gülüyorum ben. Kime?.. Kendilerinden saymayıp,  kümenin içinden, dışından hesabı yapanlara. Adamlar ortak özellik yöntemi kullanarak bile seni beni içlerine almayacaklar. Bu millet, köylü millettir o kadar. 

Köyler bu ülkenin zenginliğidir. Hazinesi, kültürü, müzesi, anı defteridir anı. Bakma sen ufak tefek duruşlarına. Kentlerin baş koruyucusudur yeğenim. Savunmanın, milli mücadelenin alası kırsaldan başlamıştır hep.

Muhabbeti bu türden açınca, kırılsam da, kırmak istemeyişimin prangası parmaklarımın ucuna yapışıyor.  O yüzden, Kumaçukur tarlasında sabanla çift sürerken sıkışınca çiziye yatıp kalkmak bilmeyen, anamın da; “huylu bu huylu” dediği Kabak öküzün  davranış sosyolojisinden  bahsetmek daha  zevkli oluyor.. Kırma, kırılma kaygısı yok en azından. Öyleyse bizim köydeki okulun yapılış hikayesini anlatayım en iyisi. Bizim köye ilkokul 1963 yılında açılmıştır. Balıköylü Kazım Toy abinin anlattığına göre  değişik yer önerilerinden sonra Alagöz Ahmet’in muhtarlığı döneminde okulun şimdiki yerinde tarlası olanlara orman arazisinden yer verilerek  yapılmıştır. Çevre duvarları imece usulü çocuklarında gayretiyle bin bir emekle, oflaya,  puflaya, göbekleri sıngıltada sıngıltada tamamlanmıştır.  Bizim toplumumuzda iş başlayana kadar zordur. İnsanları bulunduğu noktadan hem beden hem kafa olarak kımıldatdınmı korkma!.  Köye  gönderilen ilk öğretmen Samsunlu  zorunlu askerlik hizmetlisi Ziraatçı Mustafa Piral’dir. İkinci olarak, öğretmen okulu mezunu Trabzonlu Şerafettin Turan’dır. Ondan sonra ekil öğretmen Hasan Yıldırım  görev yapmıştır.

Yeni pınarın yanından okulun avlusuna kadar öküz arabalarıyla taş çekilerek,  kaldırım döşenmiştir. Çocukların okul yolu çamurdan kurtarılmıştır.

Her yapılan yeni şey insana huzur verir. Fakat  27 Mayıs 1960 askeri darbesinin  birkaç yıl sonrasına denk gelen zaman diliminin  toplum düzeyine yansıyan kendince sıkıntıları olmuştur.  Hatta köyde ilk defa açılmış okulda  bile aksayan  yönler ancak sonradan  fark edilebilmiştir. İlk defa okulla buluşan yaşları ilerlemiş kız çocukları için sevincin kendisi olmuştur.  1963 eğitimsizliğin derinliğinden kurtuluşun yılıdır.  1947 yılında imzalanan Amerikan Marshall Yardımı kapsamında her sabah okuldaki çocuklara süt tozları sulandırılıp kaynatılmak suretiyle  içirilmiştir. Çocuklar sahiplendirilerek okul avlusuna kavak ağaçları dikilse de bu ağaçlar daha sonra temizlenmiştir. Köyün ilkokulu bitiren ve içinde okuma arzusu yüksek olanlar, on kilometre mesafedeki  Değirmisaz ortaokuluna yayan gidip gelerek eğitiğm hayatlarına devam etmişlerdir. Bu devam edişle karanlığın gölgeleri yıkılmıştır. Ülke genelindeki taşımalı eğitim sistemi kapsamında  okul kapatılmıştır.Sağlıcakla..

23 Aralık 2024 Pazartesi

KÖYDEKİ CİN!

 Rahmetli anamın bunaldığı anlardaki öfkesi  kendine olurdu. Çaresizliğinin çıkış yoluydu belki de. Yumruğunu göğsüne vurdukça, ağzından “ Naha Allah!” diyerek arkası gelen “ahlarla” alev dökerdi.  Ötesi… o kadardı işte! Dahasına gücü yetmez kendi canını acıttığıyla kalırdı. Anası genç denebilecek yaşta ölünce üçü kız dört kardeşin en büyüğü olarak hayatın yükünü çekmek ona kalmıştı. Yüreği ezikti, duyguları yanıktı…anamla ilgili böylesine bir giriş yaptım bilerek ve hissederek. Ana deyince; konuya dikkat artar, duygunun boyutu yükselir. Asıl anlatmak istediğim konu, köylerdeki yaşam ve iletişimle ilgili. Yine yanık yine ezik duygular..

Köyün,  köy muhtarı ve dördü asil olmak üzere sekiz de azası olur. Köy imamı ve okulun müdürü de doğal üyesidir. Gerçeği söylemek gerekirse muhtarda “odun olsun, bizden olsun” mantığıyla baskın sülalelerden çıkardı. 

Köy okullarına gönderilen öğretmenler, köylerin kalkınmasına yön veren yol gösteren yapıda olurdu. Sonradan çetrefilli işler işin içine girince asıl amaç yolundan çıktı, gitti. Bizim köyde iki öğretmen vardı. Birden üçe kadar olan sınıfları biri, dördü beşi biri okuturdu. İkisi de genç bekar öğretmenlerdi. Birinin babası üst düzey olmasa da bizim ilçede önemli konumdaydı. Arkada sırt dayayacak baba olunca (!), havası da farklıydı. Havadan baskın karakter  haline dönüşüyor kimileri.. Ezmek ezilmek de  bu güçle başlıyor işte.

Köylüler, devlet adına hizmet gören memurlara “ büyük adam, bir bilen” olarak bakar saygı gösterir. Biraz da “devletin adamı” diye alttan alır. Ona “hır” yapsa zararlı çıkacağını da bilir temkini de elden bırakmaz.

Bir köyümüzden kayda aldığım türkülerden birinin sözleri şöyledir: “Kaymakam geliyor kaymakam/ dünyanın sonunda ne var sor bakam”. Fazla söze gerek var mı? Bilendir, danışılacak adamdır.  En doğruya işaret edecek kişidir. Düşünendir. Devlettir, devletin adamıdır

Bu saygıyı nadirende olsa kötüye kullanan görevliler çıkmıştır. Köylünün içinden devlet memuruna yakın olan kişilerde  bu yakınlığı, kişisel çıkarına ya da başkasını zaptı rapt altına  almak için kullanır. Bu konuda anlatılacak çok öykü ve ayrıntı vardır da, biz bu kadarcık değinmiş olalım.

İki genç öğretmen hergün kavga ederlerdi. Zamanın muhtarı araya girer, sakinleştirirdi. Üç gün sürmez yeniden.

Köy hayatı zor, imkanlar kısıtlı. Yeme içme anlamında üretimin merkezi olması sebebiyle maddi yönden avantajı olsa da.   “Mırığı kırmış” derdi anam niyetini bozmuş olanlara, Baskın karakter olanın merkezi yerlere tayin isteyerek gitme isteği kafasında şekillenmiş.  Kavgannın derinliğinde yatan ana mesele  tam olarak bu. Sebep yaratmak. Ama olmuyor…  dar çerçeve içinde köyle, köylüyle de mecburen içli dışlısın... 

Olmaz dediğin şeyler olur hayatta. Hele insanın olduğu yerde olmaz demeye gelmez.

Köyde jandarma timleri, birilerinin evinde arama tarama..  Allah, Allah! Köy dediğin ne ki, bir avuç yer.  Mesele evden eve, dilden dile.. Köylü; n’olmuş, n’olmuş diyerek herkes birbirine meraklı sorular...

Öğretmende gidiş o gidiş. Vay be!... şeytan yapmaz bu türden oyunu. Ekmeğini yediği insanları töhmet altında bırakarak tayin çıkartmak. Cin işi bu olsa gerek. İnsan olan yapar mı? Yapıyor işte. Hem de mürekkep yalamış olsa da..

Uydur bir hikaye.  Tüu, tüuu, tüuuuu! İnsanlığı öldürdün be ya..  Bir  anam gibilerine bak bir de  buna. Sağlıcakla..

22 Aralık 2024 Pazar

İSTASYON VE MAKASÇI AHMET!

 İklim ve doğanın insan davranışları üzerinde önemli etkileri olduğuna inananlardanım. Bizim köye Tavşanlı istikametinden Emet tarafına giderken, yaklaşık onuncu kilometresinde Balıköy yol levhası yönündedir. Daha demiryolu geçidini geçer geçmez rampayı karşında bulursun. O rampanın eğim ve yükseltisi ne kadardır ifade edemem.  Yokuşun tepesine vardın mı ötesi engin.  Her yokuşun bir inişi vardır ya, ya da tam tersi.  Karşı yönden gelirken de bu tarafı enginleşir.

Sonbahar ve kışlarda o tepenin sisi, yağmuru, karı eksik olmaz. O noktada tekere çok zincir takmalarım olmuştur. Aşağıdan kaptırsan da, kıvrım noktasına varınca bir o yana bir bu yana yalpalayıp kalır araç. Karlı soğuk kış  günlerinde zangadak dikilir kalırsın. 

Motorlu araçların olmadığı eski günlerde kömürlü posta trenleri vardı. Tek ulaşım aracıydılar.  Demirli köylerinin ortak noktasına tesis edilince “Demirli İstasyonu” adıyla anılır. Alman mimarisiyle yapıldığı hemen herkesce bilinir.

Kömürlü posta trenleri o hat üzerinde önemli işlev görmüştü. Doksan Yarmaya girerken  o trenlerin düdüğü bir başka öterdi. Sanki bizim köyü selamlar  gibi çıkardı sesi.

Geçen, devlet kurumlarından birinin müdürü olan Salim bey, demiryollarıyla ilgili yazdığım yol hikayesinin altındaki yorumunda  “köylere hayat veren, canlılık getiren” ulaşım aracı olduğunu ifade etmişti.

Demirli istasyonunun karşı köyden “Makascı Ahmet” lakabıyla bilinen, trenlerin istasyona giriş çıkış hatlarını belirleyen tek makascısı vardı. Genç denebilecek yaşta traktör kazasında yaşamını yitirdi. 

Makascı Ahmet’ten başka istasyonun asıl amiri İstasyon şefi bulunurdu. Lacivert takımlı, kafalarında kırmızı demiryolu armalı şapkası olan şefler. Trenlerin geliş gidiş hareketlerinden, bilet kesme işlemlerinden, aynı zamanda istasyonun genel yönetiminden sorumlu olurlardı.Kömürlü lokomotifler belirtilen saatinde  nadiren gelirdi. Lokomotif arızalanır, tehir yapardı. Telefondan çok, telgraf makineleri çok çalışırdı. Kendince alfabesi olan alet değişik uzunluk ve kısalıkta “tık tık” sesleri çıkarırdı. Görevliler o alfabeyi de çok iyi bilirlerdi.

O istasyonlarda sabahlayan çok yolcu olmuştur. Makascı Ahmet, köyden gelen yolcular üşümesin diye bekleme salonundaki alman malı dökümden mamul sobayı çok yakmıştır. Sobanın üst deliklerinden salona yansıyan ışık yolcuların yüreklerindedir hala. Makascı Ahmet’in yaktığı sobanın sıcaklığını çok insan unutmamıştır.

Anadolu köylüsü devlet adına iş yapan herkese saygı duyar. “Haklısın beyim” bakışı ve  saygısıyla  görevlilerin hep göğsünü kabartmıştır. Bölge insanı mülayimdir, saygılıdır, yönetilmesi en kolay tabiattadır.  Mülayim duruşuna iklimin etkisinin olduğuna inanırım hep. Bizim köyün rakımı altıyüz metre civarındadır. Balıköy yöresine doğru gidildikçe dört yüze kadar düşer. Hepten iklim demenin eksik tarafı vardır. Ata erkil aile yapısı içinde yetişmenin, büyüğe küçüğe saygı öğretisinin payı mutlak olarak büyüktür.

Uzay teknolojilerinin konuşulduğu, kamikaze dronların hedef şaşmazlığından bahsedildiği, yapay zeka uygulamalarının gün gün gün arttığı zaman diliminde ben, eski anıları deşiyorum. Ne işe yarayacaksa.. Hatta kimler okunmaya değer bulacaksa. 

Bitcoin, borsa, altın döviz, yatırım desem kimler kulak kabartır deneyip görmek lazım. Hele benim bu anlatımlarıma genç neslin dönüp bakması hepten imkansız mıdır bilmem ki. Bi kere onların dilinden konuşmayı öğrenmem lazım. Onların yediği gibi yemem, giydiği gibi giymem, birazcık repçe bilmem lazım herhalde. Başarmak için kaç fırın ekmek yemem lazım bilemem. Bildiğim tek şey, bombanın üstüne gidilmezmiş. Ben, yaşanan gerçekleri anlatabildiğim kadar mutluyum. Kulağım duyuyor, gözüm görüyor. Zaman beni kandırmış olsa da, huzurluyum.  Kandırmışsa, kandıran zaman utansın. Sağlıcakla.

21 Aralık 2024 Cumartesi

UNLUK ÖYKÜLER

Hasbel kader  büyük kentlerden uzak anadolu kırsalı da denebilecek orman köyünde dünyaya gelmişim. Bu  bir takdir, aynı zamanda kader de sayılabilir. Cümleler böyle başlayınca pişmanlığı veya şikayeti varmış ya da yüreğin de özenti mamulü  “ahlar, keşkeler” yaşıyormuş fikri çıkarılmasın. Coğrafi şartlar, insanın donanımlarını şekillendirir. Doğa  şartlarının hormonsuz gerçekciliğinde olgunlaştık biz. Yılanı, çıyanı, kurdu kuşu tavşanı, börtü-böceği yerinde, alanında tanıdık. Hava şartlarını tenimizde hissederek bildik. Tabiatın duruluğunu da, vahşiliğini de görüp yaşayarak belledik. Yaşam mücadelesini alkışlara hatta ödüllere layık biçimde verdik. Yumurtayı, unu, sütü, ekmeği, meyveyi marketten alma cılızlığında kalmadık!..

Sabanla ektik, orakla biçtik. Gözlerimiz düşlere göz gezdirirken buğulansa da, yaşadıklarımızın hüzün yüklü güzelliği yüreğimizde bozulmadan öylece duruyor kardeş.

Un poşetini marketten kapıp gelenle, su değirmeninde öğütüp gelenin gözlem ve izlemleri aynı olamaz.  Ceza’nın şarkısında  diyor ya “Fark var, benimle senin aranda kocaman bi” diyerek devam ediyor. Biz farklılığı yaşadık yeğenim. Ne yaparsınız ki anlatmak da bana düşüyor. Biraz da gevezeliğim üstümde ya.. Maksadım, bu tür iddilarda bulunarak “hır” çıkarma niyetinde değilim. Mesele durumun tespitidir o kadar.

Geçenlerde gördüm mahalle bakkalına  “tam buğday ekmeği” soruyor insanlar.  İnsanlar dediğim, benim gibi kırsalın kaçkınları! Ayaküstü muhabbetle; tansiyondan, şekerine, kolesterolünden, vitamin noksanlıklarına  bir sürü dert. Öf, öff! Anamın bu türden dertlerini biz hiç duymadık.

Arkeolojik kazılarda yedi binlik yıllık buğday tohumu bulununca   bayramlık sevinçler oluşuyor. Kimi “ata tohumu” diyerek bayrak sallıyor.

Biz  kosayla, orakla buğdayı biçer tarlada destelerdik. Bol rüzgar alan tarlalarda destelerin üzerine yumruk kadar da olsa taş bastırırdık.  Güneşin altında beklerdi deste. Beklerken bile beslenirdi aslında. Sonra bir bir harman yerine taşır, çakmak taşlı dövenlerle sürerdik. Sonra harman yerlerinde yabayla seç ederdik.  Rüzgarın insaf ve becerisiyle savurup, daneyi samanından ayırırdık. 

Eee, uzatma anlat!… süreç iki cümleyle bitirilecek cinsten değil ki yeğenim.  Dere sularında veya köyün akar çeşmelerinde buğdayları yıkardık.  Sergilere serip güneşin altında kuruturduk. 

Bu arada kendiliğinden meşhur yöre türküsü dilime dolandı bak . “A buğdeyim buğdeyim/ sereyim gurudeyim/unut diyosun bana/ ben nasıl unudeyim”   Melodisi nasıldı? …  türkülerde durduk yere  türkü olmuyor ki!

Sonra bulgurluğu, kara kazanlarda kaynatmaya, nişastalık olanı ıslanmaya bırakılırdı. Ekmeklik un olacaklar hayvan derisinden yapılmış dağarcıklara doldurulup  merkep sırtında su değirmenlerine öğütülmeye  giderdi. Değirmenler akarsu ve dere kenarlarında olurdu. Bizim köyün sınırlarında Çınarlı dere üzerinde kurulu Kırbağ mevkisinde Öküscünün Değirmeni,  Değirmen başı dediğimiz mevkinin altında  Davutların değirmeni  vardı.  Değirmisaz Köyünde Kara Süleymanın Değirmeni, Dereli köyünde Patlak Hasan’ın  Değirmeni. Yaa!  Kimler hatırladı...

“Değirmen nöbeti kapma” yarışında olurdu insanlar.  O köy, Bu köy! Sabahın seherinde ön sıraları kapmak için merkeplerle, kağnılarla yollara düşülürdü.  Her yolun kendi içinde birikmiş hikayeleri vardır da anlatmaya zaman ve zemin ister.  Değirmenin çarkına vuran suyun beyaz köpüğü bile ak unlar gibi insanın yüreğine dolardı. Hele Patlak Hasan'ın  Değirmeninde çarkı çeviren suyun kükürt kokusu  ciğerlere dolardı.

Un  tozu, insanın ağzına yüzünü boyardı. Ertesinde taze unlar ipeksi el eleklerinde (ince elek derdi anam) elenerek odun ateşiyle ısıtılmış köy fırınlarında buharı üstünde ekmekler, soğanlı yağlı pideler, haşhaşlı, susamlı ekmek lokumları.. Ye babam ye! Çırpınırdı Karadeniz! Sağlıcakla

20 Aralık 2024 Cuma

ÖLÜMÜN EKSİKLİĞİ!

Köyün, köylünün işi bitmez. Güne günlere sığmayacak kadar yığınla iş vardır. Sıraya koymaya kalksan, insanın kafası karışır. Sırt üstü yatmayı özlersin kimi vakit. Tüm ayrıntıları biliyor olmam, yıllardır işlerin içinde yaşamam; gevezeliğime sebeptir. Bağışlayın, bağıışlayın!  Derdi olan konuşurmuş. Anlat anlat bitmez.

Yıl yorgunu, biraz da iş yorgunu yüreğim var kardeş! Anlattıkça yeniden yaşar gibi oluyorum çok şeyi. Anlatırken tekrar dertlensem de,  anlatının gerçekçiliğine vurulup, birilerinin başımı okşadığı filanda yok.  Kimsenin adamı değilim çünkü. Belki de o yüzden anlam katıyorum yaşama. Dudaklarıma yapışan geçmişin hüzünlü güzelliğini döküyorum ortaya. Ne olacağını bilmeden, neden niçin diye sormadan.  Yaşam değirmeninin ağır tonajlı taşlarına bedel ödeyerek, hatta “öf” bile demeden.

İnsan öğündükce ve öğütüldükce olması gereken şekline bürünüyor belki de. Yaşamın çarklarında öğütülmeyen insan, ölürken bile eksik kalırdı yeğenim. Öğütüldükce ölümün gerçekliğini daha iyi kavrar, kavratırsın. Kavradıkça daha doğru noktalara konumlanırsın.  Konumlandıkça; giyiminin süsü püsü olmasa da, sözlerin derinliğinde yaşamanın  güzelliğine erişirsin.

Hayat ağacının resmini çizip, türünü veriyorum; yaprak döken mi, dökmeyen mi diyerek. Yaprağını neden döker, dökülmese ne olurdu soruları bile derinliğe sevk eder insanı. Yaşamak, düşünmeyi gerektirir. Ağaç altında oturup, parklarda banklara kasılıp boş boş kaykılmak eksikliktir cancağızım.  Boşa dönmek, döndürmektir. Boşa alınan araç bile ufacık meyilde kayar gider.

Hangi mevsimsin sen? Bahar mı, yaz mı, kış mı , sonbahar mı? Böyle sorunca, ne olduğunu veya olmadığını anlar insan. Hangi bitkisin ya da hangi ağaç?  Her mevsimin, her bitkinin dünyanın işleyişinde bir rolü vardır. Sen hangi roldesin, hangi rolsüzlüğün kaygısızlığındasın?

Yazmak böyle bir şey. Köyden köylüden girdik, ay gün derken; cümleler kendi ciddiyeti içinde sorular savaşına büründü. Ciddiyet insanı sıkar bazen. Fakat ciddiyetin olduğu yerde huzur artar, güven çoğalır.

Duygusal düşünce yoğunluğu arttıkça, sanki evren kafamın içinde. Her bir duygu, her bir düşünce durmadan dürtüklüyor. Değirmen taşı  beynimde artan hızla dönüyor. Kim bilir, şarkılarda böyle çıkmıştır ortaya. “ Durdurun dünyayı başım dönüyor” demiş sözün şairi.

Derin duygular kendi içinde cirit atarken, milletin şikayet ve  ihbarlarını dosyalar almıyor. Uf, Uff! Ölümün  eksiksizliğinin kaygısından öteye geçiyor  çok şey. Huzur başımızı çevirince görülebilecek kadar yakın oysa.  Uf! Uff!...

Köyün, köylünün işi bitmez! Tembellikse insanı canından bezdirir. Farkına varmaz kimileri tembelliğin insanın kendine kötülük olduğunu. Her yokluğun altında tembellikler yatıyor kardeş.  Ben yazdıkça, aklında deli soruları biriktirip  fırsat kollayanları görür gibiyim. Köyde kimse kalmadı ki iş kalsa diyenlerin sayısı  gözden kaçmayacak nitelikte. Köyler kimsesiz kaldıkça arsızlaşır rüzgar. Kavunun tadı kaçar, buğday öz yitirir. Yitirişle bozulur aklın ayarı.

Köy içinde  vuuuuv, vuuuuuvv! Vuv, vuv,  vuv!  diyerek yükselip uzayan siren sesi. Sesten ürküp telaşeyle  uçuşan kuşlar, N’olmuş diyerek kulak kabartacak kimsesizliğin içinde akşam ajansının flaş haberi: Köydeki son kişi hastaneye getirilirken yolda öldü! Başımız sağ olsun. Sağlıcakla.

19 Aralık 2024 Perşembe

AKAR ÇEŞMELER

Bizim toplumumuzda çeşme kültürü önemlidir. İmkanı olanlar geçmişlerinin hayrına arazide, yol boylarında, suyu bulduğu her yerde çeşme yaptırmanın gayretinde olurlar.  Çeşmeler aktıkça, hayrın sürekliliğine inanılır. Ne güzel!.

Evvelsi gün  çarşıdaki işleri görmek için  ağır adımlarla Ada yolu üzerinde yürürken, yaşlı yörük ninesine rastladım. Pancarın duvarına sırtını yaslayıp oturmuş.  Bakınca ağırlığı hemen fark edilen içi köy erzağı doldurulmuş torbalar yerde birbirine dayalı duruyor. Siması bildik gelen nineye “ hoş geldin” deyip yaklaştım. Anadolu kadını temkinlidir. Peşpeşe sorularla ölçtü, biçti, tarttı, kim olduğumu yoklayıp anladı.

“-Len Olum, bildim ben seni.  Bizim çocuklardan methini duydum.”  Diyerek söze girdi.  Aferin çekip, duaları da sözün içine sıkıştırdı. Torunları bizim mahallede. Belli ki elinin erzağıyla torunlarına gidecek.  Torbalarını taşımakta yardımcı olayım dedim.  Maşallah yaşına rağmen dinç.  Eşinin hayrına bir çeşme yaptırdığını, bir çeşme daha yaptırmak istediğini bu konuda yardımcı olmamı ısrarla tembihledi. Aklımızda bulunsun deyip ayrıldık. Buraya kadarki  anlatım, yöre insanımızın çeşme yaptırma konusundaki duyarlılığını göstermek içindi.

Bizim köyde de  yol boylarında, değişik arazi ve mevkilerde çeşmeler var.  Her çeşmenin kendince adıda vardır. Taş pınar deyince mevkisiyle bir “şıp” diye bilinir. Bazen de yapan veya yaptıran kişinin adıyla da anılanlar vardır. “Nazım’ın Pınarı” mesela. Allah rahmet etsin kayınpederimdi. Sağlığında her su bulduğu yere çeşme yaptırmaya çalıştı. Belli yaşın üstündekiler çeşme isimlerini söyleyince hemen hatırlayacaklar. Mustabey Pınarı veya üç Pınarlar, Abdal kızın pınarı, Taş Pınar gibi. Çocukluğumdan beri her birinin lıkır lıkır suyunu içmişimdir. Hele yol pınarlarındaki pınarlar.. Of of! Artan motorlu araç imkanıyla özellikle yaz aylarında her çeşmenin başı piknikçi ailelerle dolup taşıyor. Aslında varlıklarıyla çeşmelere can katıyor, hayat veriyor insanlar.  Köy içindeki çeşmelerse Aşşa pınar, Yukarı Pınar .. Biri içmeye biri çayı demlemeye..

Çeşme başlarına gelişleriyle can katan insanoğlu giderken bir sürü kirlilik bırakarak uzaklaşıyor. Geçtiğimiz yaz yaratılan bu kirliliğe dair domaniç köylerinde hadiseler bile oldu.

Akar çeşmeler güzeldir. Sessiz sakin akışları insanın içine dolar. Suyun olduğu yerde doğadaki yeşillik kendiliğinden oluşur. Özel gayret bile istemez.

Akarının oluğundan toprak yüzeye desarj olan su birikintisinde suya bandırdığı vücüdundaki ıslaklığı atmak için kanat çırpan serçenin cilveli duruşu bile huzurdur.  Türkülerin konusudur   çeşmeler.  Bu Pınar eşme Pınar/ Yaramı deşme pınar bu türkülerden biridir. Pınar başından bulanır, Pınar başı beklerim,   Pınarın başından ufak taş gelir, Pınar başı ben olayım, Çeşmeler yaptırdım altın oluklu, Pınar başının gülleri, Pınara vurdum kazmayı, Çay benim çeşme benim hemencik aklıma gelenlerden.

Çeşme ve pınarlar  kültürümüzün parçasıdır. Yerleşim merkezlerindeki hele köylerdeki  pınarlarda gençlerin sevda ateşlerinin tutuşduğu noktalardandır. Esas olarak hayır yapımızın dışarıya yansımış halidir. Herhangi bir yörede azlık veya çokluğu yöre insanının kültürel yapısı hakkında ipucu veren belge gibidir.

Akarlarında biriken ayna gibi suyun yüzeyine yansıyan yüzümüzü gördüğümüz çeşmelere karşı duyarlı davranmalıyız. Pınar ve çeşmelere duyduğumuz özen  insani duruşumuzun göstergesi olacaktır. Suyunun ve duruşunun doyumsuz güzelliğini gelecek yıllara taşımak da sosyal sorumluluğumuzdur. Sağlıcakla.

18 Aralık 2024 Çarşamba

KARINCA!

Tarım ülkesiydik. Nüfusun yarıdan fazlası  kırsalda yaşardı. Ana geçim tarım ve hayvancılıktı. Sabanla çift sürerdik. Bir çift öküz evin olmazsa olmazıydı. Hatta öküzü olmayan haneler bile vardı. Öküzün yokluğu çok şeyin yokluğuydu aslında. Olmayanlar, olanlara muhtaçtı kardeş!. Muhtaçlığın içeride yankılanan duygusu hangi ölçekteydi bunu Allah bilir artık.

Kışa ayağı sallamışken havada kar mı var yağmur mu varın hesabını yaparken, ağustos sıcağına takıldı aklım. Başkaları Temmuz sıcağından bahsederken, ben Ağustos sıcağı derim. En çok da o yakmıştı beni. Ağustos, berber yüzü görmemiş saçımın rengini değiştirirdi. Hatta boz tarladaki kavrulmuş otlar gibi tilki tüyüne dönerdi kafamdaki renk.  Cılız bedenin üstündeki kafayı gören yaşça büyükler,  “n’aber sarı kafa” diyerek dalgalarını geçerlerdi. Hatta minikliğimle yaptığım işlere bakarak, birazda hafife alarak “cingil kuşu” bile diyenler olmuştu.  Bu nokta da Mahsun’un  şarkısı dilimin ucuna gelip gelip gidiyor.

Annem,  annem/ ben ne günler gördüm/ ben ne acılar çektim.. üşüyen, özlenen, yaşanan yaşanmayan ne varsa dillendirdiği türkü.. bir başka türkü Esengül’den. Senin derdin dert midir benim derdin yanında..  anamın dertlerinin yanında da bizimkiler hiç…

Tarımdan sözü açarken köyümün harman yerlerinde gezinti yapacaktım oysa.  Ağustos sıcağının altında ter tenime yapışınca, samanın tozağı da terime ardılınca anca çıkılıyor içinden  Eskilerin beş yumurta beşi beş kuruştan kaç para eder? sorusu gibi köyün harman yerlerini yeni yetmelere “say bakalım” desen sayamazlar. Harman yeri görmediler yeğenim. Kıran Harman, Karşı Harman, Orta Harman, Mera harman, Kan Gediği harmanı  beş etti. Bir de özelleri sayarsak Sarıların harmanı, Alıç harmanı, Amirlerin Harmanı, Tabon Harmanı, Alfat dibi Harmanı.. Beş de bunlar, etti on..  Bizim öküzlerle harman sürdüğümüz yer Mera Harmanı’ydı. Burası köyün kıble yönünün birazcık batısına düşerdi.  Harman yerleri üstüne dökülen hububattan dolayı  börtü böcek için ekmekli ev gibidir. 

Bugün üşenmeden Mera Harmanı’na çıkıp görmek istedim. Yazdan kalan tohumlar bu mevsimde yağan yağmurlarla çimlenip saç ekilmiş kafa gibi yeşile meylederler. 

Koni biçiminde yığdığımız buğday harmanını  bir çift öküzün ardına takılmış dövenle sürerdik burada.  Dövenin üzerine ağırlık yapıp buğday saplarını daha kolay öğütsün diye taş koyardık. O taşlardan biri hala oradaymış.  Ağustosun sıcağında  üstüne bir tas su döksen taş caz!t diye ses çıkarıp ikiye yarılır. Hey gidi göktaş hey! O sıcakta harmanın etrafında döndükçe sararan saçlarımı ağardı sanırken  sen burada hala beni bekler gibisin..

Yönümü Sarıkaya’ya göktaşın üzerine bacak kavallarını çaprazlayarak oturdum.  Sarp Dere’nin tepesinde yalnızlığa uçan iki Goca kuş, Ayak uçlarımın az ötesinde bulgur bulgur elenmiş karınca yuvası ve ona bağlı yollar. Kendince gidip gelişler. Bünyesinin belki de on katı çöpü yuvaya götürmeye çalışan küçük karınca. Gıdım gıdım, milim milim. Ruh bu dedim içten içe. Karınca sabrı, kaplumbağa sabrı. Küçük tarla farelerinin telaşlı koşturmalarıysa kendince hikaye. 

Bu duygu sağanağı saatleri alıp götürmüş kardeş. Arka yönden gelen küçük çaltı kuşunun başımın üstünden “pırt” diye geçmesiyle kendime geldim. Taşın üzerinde sivtinerek geriye döndüm. Bacası tüten birkaç ev görünüyordu. Bir avlunun içinde  motorlu testere sesi yeri göğü inletiyordu. Kar yığını gibi bulutların ucu Dede Çamı üzerinden kendini gösteriyordu.  Hele mezarlık içinde sessiz sedasız yatan niceler! Of of!  Nasıl da yatıştırdı beni. Duygudan duyguya geçiş bu olsa gerek.

Biz köylerdeki harmanlarda insanın hikayesini yazarken, bizim çocuklar robotların hikayesini ileriye taşıyacaklar. Kim bilir?  Bir varmış bir yokmuş. Sağlıcakla

17 Aralık 2024 Salı

ZURNACI!

 Şu bizim zurnacı inişte güzel adamdır, hoş adamdır.  Hele muhabbet düğünler üzerine kuruldumu değme keyfine.. Zurnasını çaldığı düğünleri anlat, anlat bitiremez. Anlatırken birazda gurur  yapmaz desem yalan olur. Tam gelin alınacağı sıra bozulan düğünler,  anne kavgasıyla başlayıp kopan ilişkiler. Ühhü,  anlatması bile düğün ahengindedir İniştenin. Anlatımının heyecanına tuz biber ekmenin en kolay yolunu da bilirim.  

Genç seymenlerin “benim dediğim türküyü üflemedin”  diyerek üstüne nasıl yürüdüler İnişte? diye soruyu sorduğun an değişir muhabbetin rengi.  Zurnanın zırt dediği yere parmak basmaktır bu soru.  İnişte soruyu gelişinden anlar zaten. Kaşları yukarı kalkınca aşağı inmesi zaman alır.  Hay Allah! Söz duraksar, yüzündeki masum duruş, fırtına öncesi durağanlığın şekline bürünür.   Şimdi “fiçciyi yuttuk” korkusuna kapılırsın görüntü karşısında. Bizim ki de hınzırlık işte. İniştenin damarına basma vakti mi şimdi…

İniştenin düğün hikayeleri bitmez de, ya hamam hikayeleri. Temel fıkrası gibi Temel! Ucunu çıkardık anlatmasak olmaz.  Anlatsak, Zurnacı İnişte hepten bozulacak. Son zamanlar hareketi azalan hatta bahçesine yeşillik adına öteberi ekemeyen Teyzem  duysa muhabbeti, ev sıngıldar yerinden. Şakası yok sıngıldar.

-“Eğlence mi edinirsin İnişteni. “U’nun zurnasını” dinler dinler ağlaşırdı insanlar. Dümbekçi  Salih’in, davulcu Sabri’nin deriye tokmak vuruşları değişirdi. Aylar öncesinden hatta yıllar evvelinden  “çalgıcı” sırasına girerdi insanlar. Kızlar,  düğünlerinde illaki “O” olsun diye inat ederlerdi. Kiminden para da alamazdı ama.. neyse. Alamadıklarını da hatır’a deyip geçiştirem”..

Alamadıkları paralar aklına gelince öfkesinde azalma olduğunu sandığım teyzem;

-         “Eğlenip durman allesen şu İniştenle.”

Biz anlatmasak  kim hatırlar Zurnacı İnişteyi, kimin aklına düşer ki.. Zaman unutur, unutturur yeğenim.  Ama yazı unutmaz, yazdıklarımız unutulmaz. Hatta  Zurnacı İniştenin  zurnasının dilinden üflediği nefesinin  damla damla su olup toprağa nasıl düştüğünü hafızaya koyar. İnişte’nin zurnasının sesini düğün alayına gelenler bilirde cin ve şeytan deliğini  çok kimse duymamıştır. Yaaa!, zurna kuru bir ağaç değildir  sadece.. hikayedir, ağıttır, türküdür, övmedir, övünmedir! Belki de Teyzem; bu çalgıyı tanıdığı için kendince gücenir laf kondurmaz İnişte’ye..

Teyzem  ne derse desin. Sözümüzden geri dönmek yok. Ucunu accık çıkardık bi kere. Hamam hikayesini anlatcez!.

Zurnacı Eniştenin teyzemizle izdivaç ettiğinin ilk yılları. Açıkcası teyzem ova köylerinden birine gelin gitmiş. Biraz da nasip kader işi bu işler. Adam ufak tefek, ele avuca sığmayan tuğ!  Isınma, ısındırma yılları.. her onbeşte, ayda bir bizim köye ziyarete gelirler. Dolu dolu çantalar, erzaklar, hediyeler!  Buda ayrı bir ayrıntı, farklı hikayelerin mevzusuu.. bir gün anlatırız.

Dereli Hamamları(kaplıca) bize yakındır. Gelmişken kaplıcaya gidelim denir Merkeplerle kaplıcaya gidilir. Kaplıca havuzlarının üstleri çınar dalı, öteberiyle kaplıdır. Havuzlardaki su derinliği ortalama insan boyu düzeyindedir. Enişte yüzme bilmez. Yüzme bilmeyenler su kabaklarını sırtlarına bağlayıp havuzlarda yüzerler o vakit. Başka yüzdürme aracı yoktur.

Enişte, suyun biraz daha üstünde kalayım mantığıyla kabakları ayak bileklerine bağladığı gibi havuza atlar.   Sonuç;  bir çırpınış, bir lıkırtı.  Lıkır lıkır! Su kabarcıkları havuzun tabanından üstüne ulaşır. Fark edilip  kurtarılır.  Teyzem kızmasın diye ayrıntılarına dokunmuyorum artık. Ama benim Zurnacı İnişte’m  bir gazidir aynı zamanda.  Teyzemin de kıymetlisidir. Yörede yaşayan tüm zurnacılara selam, ölenlerine rahmetle.Sağlıcakla..

15 Aralık 2024 Pazar

KIŞ GÜNEŞİ

Kış güneşinin güzelliği de bir başka olur.  Vuvv! Vuuvv! diye diye rüzgârlar estikçe, ten üşümeye başlar.  Bu esişleri bazen yerin süpürgesi sanırsın. Kendi etrafında küçük dönüşler yaparak savurur tozu toprağı. Gözüme her seferinde öteberiyi doldurmuştur bu savuruşlar da, sayısını bilemem.  Bildiğim tek şey, gözlerimi ovuştururken duyduğum acı ya da acılar! 

Üşümenin kendini hissettirdiği günlerin aralığında bazen kiraz gibi gün doğar. Odun sobasının sımsıcak ettiği odanın camından dışarı bakarken,  sokağı özlemişçesine kendinizi dışarı atma hissi belirir. Güneşin yeryüzüne dokunuşu öyle güzel görünür ki sorma gitsin… Kışın yüzünü göstermeye meylettiği sırada güneşi görmenin sıcaklığı sarar bedeninizi. Sardıkça sarılırsınız güne, güneşe!  Aldandığınızı sokağa çıkınca fark edersiniz.

Rüzgâr durur, üşümeyle üşümeme arasında bir yerlerde kalırsınız. Rüzgârın nerede kaldığına, güneşin nereden geldiğine merak salarsanız.  Kimine göre çocukça, hatta aptalca gibi gelebilir bu tür meraklar. Merak, meraklanmamaktan iyidir kardeş! İnsanın dayandığı ya da dayanacağı noktayı güçlendirir en azından.

Bahar gönlümü aydınlatırken, yazlar bereketiyle geliyordu. Güz; terimi silerken, kış; abamı giydiriyor. Ne haber!? Tam unutmaya dair kaygıların arasında güneş “burdayım” dercesine yüzünü gösteriyor. Kışlar; dargınlığı mıdır yazın, öfkesi mi, özlemin kumbarası mı? Yoksa her mevsim kendince armağan mı insanoğluna? Gökyüzü maviliğinin denizlere vurması gönül gözlerinin aydınlığı mı?

Rahmetli anam, bahar “aşşadan”gelir derdi. “Aşağı” dediği yön bizim köyün tam olarak batısıydı. Yağmur, kar, kara kış da o yönden geliyor nedense. Hatta bulutlar “aşşanın tersi” batı yönüne gidiyorsa işe güce bakma vaktiydi. Tekerlemesi bile vardı hatırladığım.  “bulut gider Aydın’a, hadi işine gaydına’. Tam olark böyleydi. Bulutların Aydın yönüne gitmesi iş, güç demekti. İş güç de bereketin kendisiydi yeğenim.

Anamın tabiriyle “aşşadan” gelmeler kafamı karıştırıyor. Batıdan gelen ne varsa tenleri üşütmekle kalsa iyi, işten güçten alıkoyuyor, sömürüp süründürüyor.  Yetmedi öldürüyor!  Umulmadık işler” kavak yelleri gibi” esim esim esiyor. Yalan mı?

Kışın üşüten rüzgârından, güneşin sıcak yüzünden sözü açıp mevsimlerde gezinti yapmaya niyetlenirken türkülerin gerçeğine gelip dayanıyor söz.

“Aşağıdan bir yel esti/ kırdı yine dallarımı.”   Hatırladınız değil mi? Sevcan Orhan’ın dillendirdiği şarkının sözleri de, hem anamı, hem beni destekler nitelikte.  Türkünün ilerleyen sözlerinde; “Çalımıyam, çalımıyam/ Ben çalının dalımıyam/ Eller erdi muradına/ Ben bir bahtı karalıyam.”

Rüzgârlar batıdan esmeye görsün!.  Uf uf! Can alıyor, can yakıyor kardeş. Birileri muradına ererken, birilerinin kurban gitmesi hakka sığmıyor cancağızım. Batı rüzgârlarının, doğuyu nasıl hırpaladığını görüyor olmanın tanıklığı da yoruyor insanı.  İnsanın soğuğu yemesi, kazma kürek çalışmış etkisinde bedende yorgunluk yaratır. Bunu yaşayan bilir. “Yeme ve hissetme” öyleyse. Kış güneşinin aldatan bir yanı vardır. “cingen buyduran” derdi buna da anam.  Aldanıyor insanlar, aldatıyorlar  “kış güneşi” misali. Sırtın sıvazlanırken kalıyorsun üşüten kışlarda. Hey Allah’ım!

Kırda- bayırda, mahallede- sokakta köpekleri görenler ürperiyor son zamanlar.  Saldırıda yaralanan, ölen hatta kuduran insanları görünce korku normal hale geliyor. Hayvan severlerin köpeklerle ilgili sarılıp koklaşma videoları. Ühhü!  Gidip seninde sarılasın geliyor.

Bunu niye anlattım.  Kimileri beslenirken, kimileri yalnızlaştırılıyor. Beslemeler hak karşısında susuyor, sustukça kışın ayazına bir bir kurbanlar veriliyor.  Bu esnada hüpleniyor,  hüpletilecekler!

Sağlıcakla

10 Aralık 2024 Salı

ÇOMAKTAN ATLAR!

 

Kentin sokaklarından bunalıp daraltılar basmaya başladı mı insanı; kıra, ormana atma arzusu doğar içinde. Kırdan, bayırdan söz açınca, bu yazı da böyle başlayınca “tat verdi” diyenler de olabilir. Şehrin itfaiye düdüklerine,  polis sirenlerine, ambulansların yol isteme telaşlarına alışmış (farkında bile değildir kimi) olanlar, şuna rast gelirsem yüzüne karşı “yazma kırı bayırı” diyeyim, diyerek ortam kollayanlar bile vardır.  Sizce doğru mu? … şöyle anlatayım; yazılarımı okuyan (bir kişi hariç) çoğu edebiyatçı “aferin çekti” be ya.. Kırı bayırı oluşturan, üstüne basıp geçtiğimiz, toprak dediğimiz şey benim mayamı şekillendiren simgedir simge. Özümdür, özündür kardeş!.

Toprağa dokunmadan bırak edebiyatı,  tarih bile anlatılamaz. İnsanlar konuşa konuşa anlaşırmış! Niye kır, bayır dediğim anlaşıldı herhalde..

Oturduğum semtten Eğrigöz Dağı görünmüyor. Görünür görünmesine de, önde engel teşkil eden evler, tesisler filan… Gitmeye  kalksam çomaktan atlar lazım bana!

İlçenin hastanesi şehrin yüksek noktasında.  Ovaya ve çevre manzarasına oldukça hâkim. Oldum olası uzaktan küçük tepelerin sırtları,  dağların zirveleri, hele Eğrigöz’ün ak düşmüş saç gibi karlı başının uzak seyri huzur vermiştir içime.  Ak başın üstüne güneşin kılıcımsı altın aydınlığı  değmişse; gözlerim Dereli hamamında yunup çıkmış gibi olur.

İlçenin tüm yapıları bile ayağımın altında kalıyor buradan. Sokak sokak dolaş.  Şurası gar binası, şurası stad,   şu yeşillik Ada Mesireliği. Vay vay vay! Şurdaki görünen Emet yolu, Aha şura Balıkesir yolu. Şu yokuşa ağan yol Kütahya yolu. Geniş sandığım yollar uzaktan bakınca daralıyor kardeş.  Yere uzanmış “yılan ölüsü” sanki”!

Ovanın yakın noktasında gözüme takılan, uçuşa çıkmış kuş sürüsü. Hangi türdür uzaktan kestirmek zor mu zor. Hareketler kıvrak, sürü halinde yaptıkları esler, hayranlık uyandıracak şekilde. Sanırsın kuşların dans gösterisi. Milimlik arayla ve o hızla birbirlerine kanat bile dokundurmadan uçma tekniği insan aklını şaşırtacak biçimde. 

Bu noktada yepyeni düşüncelere dalmamak mümkün değil. Motorlu araçlar karayollarında birbirlerine toslayıp, ölümlü kazalar yaşarken, kuşların havadaki dansı üzerinde düşünmemek;  görmezlikten gelme, ihmalden öte ne olabilir. Bu uçuşun, projesi ve mühendislik ilmi üzerinde durmak lazım kardeş! Kendi payıma “kuş kadar olamıyoruz” demek geliyor içimden. Uf, Ufff!

 Uzak ufuklara ve manzaraya nasıl da dalmışım.  Yanımda şimdi bir çakı bile yokken, ağaç yapılı çomaktan atlara binip, sulak alanlarda çokça biten yıngıl bitkisinden kestiğim kımçaklar aklıma düştü. Deh dehh!.  “Dehh!”dedikçe Viyana kapılarında, Hicaz yollarında at süren dedelerime vardı iş.  Vardı da, meramım kıra bayıra dair yazı yazmaktı.  Konu nerelere uzandı gördün mü?  Hayal kurmaya gör.  Görmekle bakma arasındaki çizgi farklılığında yaşamaya gör! Velhasıl düşünen varlık olarak insan ol da gör!

Kendi iç dünyamda duygudan duyguya yeldirip dururken acil girişindeki görevlilerin telaşı, hastane yokuşunu hızlı tırmanışla can derdinin sinyalini veren ambulansın sesi, daldığım hayallerden geri getirdi.

Sedyeler, koşturan hemşireler, doktorlar, açılan kapılar, başından yanağına pıhtılaşmış kan birikmiş kazalılar.  Nasıl haber aldılarsa, kazalının etrafında ağlaşan kadınlar,  kızlar, oğullar!

Viyana kapılarına dayanıp, Mehtere vaziyet aldırmışken; görünmez kazaların kaygısına düşüyor insan. Tüm bunlar, Esedin yer altındaki ölüm hapishanelerinin keşfedildiği anda oluyor.  Rüyadan rüyalara geçiş gibi.  Benim derdim bana yeter. Kimi tatlı kimi acı.. Sağlıcakla

DÜŞ/ÜN DARLIĞI!

 

Öteden beri pazar yerlerinde esnafın hatta üreticilerin ürünlerini tanıtmak için nasıl çığırtkanlık yaptıklarına şahitlik ederim. Hangi ürün hangi köyden ya da hangi bölgeden geldiğini de bilirim. İnsanın toprakla bağı olunca iddialı cümlelere takla attırıyor kardeşim. Dereboyu köylerinin biberi, Kışlademirli Köyünün kavunu,  domatesi, börülcesi,  Değirmisaz’ın bal kabağı,  Dağdemirli’nin çırası gibi üretim alanıyla anılan ürünleri vardır. Kavuna tek başına kavun, domatese domates denmez, yöresiyle birlikte adlandırır. Adlandırma bu şekilde sürünce; bölgede domates de desen, kavun da desen Kışlademirli adını bilirsin.

Demirli bölgesi geçmiş yıllarda meyvecilik açısından oldukça cılızdı.  “Cılız” kelimesinin yanıltıcı yanı olur.  “Yoktu” demek daha doğrucu. Hep var olan bağlarından bahsedilir. “Bağ” ön adı veya ekiyle adlandırılan arazileri vardır. “Ebeciğin Bağ ardı”, “Kırbağlar”, “Devşimentlerin bağ yanı” adıyla zikredilenlerden bazılarıdır.  Sahi, “Bığışın bağları” vardır birde.

Aslında adı var da bağ yok.  O mevkilerden geçerken olmayan bağlar gözlerimin önüne dikiliyor. Durup dururken ad konmaz kardeş.  Konmuşsa hikmeti vardır mutlaka.

Hayal dünyamda yapılandırıyorum araziyi.  Şu tarafa eksenez,  bu tarafa ata sarısı,  yan bölgeye karası,  aha da şuraya sakaryası...  Asma kütükleriyle süslüyorum çevreyi. Üzüm yiyen karatavuklarla, saksağanlarla, bin bir türlü kuşla, hatta arılarla dostluğumu pekiştiriyorum gün gün. Öğleye kadar bir asma kütüğünün, öğleden sonra bir başkasının altında oturuyorum. Keyfe bak keyfe!.. “Beş yıldız” kondurmak kâfi gelmez bu keyfe. Hayalimde yaşayan bu keyifle coşuyorum desem yalan değil!

Umut etmek ne güzel duygu. Bak, ikindiüstü Alabarda istikametinden gelen yelle, asma yapraklarının narin, bir o kadar da ağır başlı sallanışlarına bakar mısın?  Toprağımda sallanan asmanın yaprağı değil, al bayrak sanki.

Gündüz arazide dolaşıp hayaller kurarken, rüyalar uykularımı bölüyor. Düşler gerçekmişçesine uyanıp yatağın üstüne doğruluyorum. Bir müddet nerde olduğumu anlamanın şaşkınlığında kalıyorum öylece.  Bağlar kurup bağlar dizecektim gündüzünde. Şıralar akıtacaktım pekmezliğe yol alan. Ekmekler banacaktım yumuşacık…

Ensemden aşağı ter boşaldığını sağ elin tersiyle yoklayınca fark ettim. Uykusunda doğan saldırmış kuş telaşesindeki hamleyle, çeşmede elimi yüzümü yıkarken, saçlarımın dalaşmış horoz tüyüne döndüğünü gördüm. Hey Allah’ım!.. İnsan rüyaları bu kadar gerçek mi yaşar.  Düşünceden düşe koşarken rüyalar bu kadar mı bunaltır insanı.

Saf saf her ayrıntıyı anlatmaya çalışırken, çaktırmadan kıs kıs gülen adam, “kardeş, kıçın açıkta kalmış” diyecek, diyemiyor. Diyecekte, dediğinde verilecek tepkiyi kestiremiyor. Kestirse; katıla katıla gülerken, dalgasını geçip rahatlayacak.

Aslınsa bi kurulsa şu bağlar!! “Bi kurulsa”!  “Naparsın şehir yerde aylak aylak” diyececğim kendini işe yaramazlığa ayıranlara. “ Gel, şurda kendi ekmeciğini ye!”demeyi görev sayacağım tam olarak. Yani, domatese, börülceye, kavuna, altın sarısı üzümleri eklemenin çığırtkanlığına ben soyunacağım gün boyu, günler boyu…

-Gel gel! Altın bunlar!. Demirli’den!! Ata sarısı, Arap karası!  Ye, ye, ye!!! Yemeden alma! Tadına bak kardeşcazım!....

Hey gidi hey! İnsanın düşlerinden çıkarıp çıkarıp ortaya atması, böyle bir şey kardeşim! Çok şey önce hayaldir, sonra gerçek! Doğanın dalgınlığı olmaz ama insanın dalgınlığı çok şey kaybettirir.  “Geçimin darlığı biraz da düşüncelerin darlığındandır!”, yalan mı? Sağlıcakla..