6 Aralık 2025 Cumartesi

BEN YAZDIKÇA İÇİNDEYİM

Anadolu’nun hikâyesini dillendirmek isteyenlerin ellerini çamuruna bulamış, samanının tozağını yutmuş olması lazımdır. Türkülerini çığırmış, ağıtlarına gözyaşını akıtmışlığı bir başka aranan unsurdur. Yaşamışlık, yaşanmışlık gerçeğin kendisini yansıtır. Bazı kafasını kaykıltan şehirli şair ve yazarlarla aramızdaki fark burada başlar kuzucuğum! Anadolu insanın yaşadığı aşkı, sevdası, çilesi, derdi, varlığı, yokluğu, yoksulluğu, sevinci, paylaşımı bir başkadır yeğenim! Yaşadığı her ne varsa tam olarak içli ve içtendir. Samimidir, samimiyettir her söylediği. Türküleri bile yüreklidir. Masumdur, masumiyettir attığı her adım.

Bir yörenin kültürel değerlerini yaşatacak hatta onları gelecek kuşaklara taşıyacak olan kişilerin yetişme ve yaşam biçimleri son derece önemlidir. Bencil duygulara sahip takıntılı, hastalıklı, egolu insanların yapacağı iş de değildir kültürü taşımak. Bu türden olanlar olsa olsa engeldir sadece.

Çevrenize şöyle bir bakın, gerçek sanattan, edebiyattan dem vuran insanların mütevazılığını hissederseniz.  Halk bunları bilir. Toplumun alkışı sessiz sedasız gönlündedir. Halk, arsız olanlara içten içe bozulsa da bir şey söylemeyi uygun görmez. Yani gerçek olanı bilir ama dillendirmez…

Bir ilin topyekûn kültürünü yaşatmakla görevli kurumlarımızda var mıdır? Elbette vardır. Kültürün varlığını sürdürmesi biraz da canlı tutmakla olur. Kimi bölgeler bunun önemini kavrayıp işi çözmüşler. El birlik bir ucundan tutuyorlar kardeşim. Tarihi yerlerini, türkülerini, hikâyelerini, şiirlerini, şairlerini, âşıklarını el üstünde tutuyorlar. İlimizde Âşıklar Bayramı, Şairler bayramı duydunuz mu? Sağdan say! Bir, iki, üç! Soldan say! Bir, iki, üç! Kimileri köşe başlarında nöbet tutup başkalarının görünmesini gölgeliyorlar sanki.

Kültür Müdürlüğümüz ilçeler dâhil bir kültür haritası çıkarmış mıdır?  Üniversitemiz bu konuda hangi çalışmalara ortak olmuştur.  Kütahya da kültürel gezi yapacaklara, hatta profesyonel düzeyde tur düzenleyeceklere şuraları gezip şuralarda şiir, müzik dinleyip, kültürel değerleri gözleyip, şurada konaklayabilirsiniz diyecekleri bir alternatif öneri programları var mıdır? Gelişme, ilimizi her yönden tanıtmakla başlar. Yöre tarihine sahip tarihçilerimizi, şair ve edebiyatçılarımızı, kültür adamlarımızı kim derleyip toparlayacak. Kim onlara sahip çıkıp anlam yükleyecek.  Kim bir bardak çayı esirgemeyecek! Kim bu alandaki dağınıklığı restore edecek.  Kimlerin kimin adamı olduğunun önemi yok.  Bu il, bu yöre, bu ülke için kim nerede ne yapıyor? Bu sorunun cevabı çok önemli kardeşim! Filancanın(!) muhtarlığında, feşmancanın başkanlığında, şunun vekilliğinde, bunun müdürlüğünde somut neler yapılmış ona bakmak lazım! Hatta muhtarın bile!

Herkesin malumudur ki fiziki sınırları ordular çizer ve korur. Ruh sınırlarını ise sanat belirler sanat! Bu yönden kültür adamlarının bir ağırlığı olmalı ve önemsenmelidir.

Ülkemizin korunmasında emeği geçen eden gazi ve şehitlerimizi belli gün ve zamanlarda yerel yöneticilerimizin, üst düzey askerlerimizin ziyaretlerini gözlemiş ve önemsemişimdir. Moral destektir bu. Gerekli ve önemlidir de!

Kültürün savaşçı erlerinden bir teşekkür neden esirgenir? Bunu kıyaslama için söylemiyorum. Kültürel katkı sağlayanların binası, sırası, masası yok aslında.  Ama kültürün müdürlüğü var kardeşim! Anadolu duruşunu sergileyen bu adamlara sahip çıkmak, onurlandırmak biraz da size düşer herhalde.  Altı ayda bir telefonla da olsa hal hatır sorar insan.

Son sözü Hisarlı Ahmet’in “ ben kendimi gülün dibinde buldum” türküsünden girerek Bozkırın sesi Neşet Ertaş’a bağlayayım;

“ Hep sen mi ağladın, hep sen mi Yandın? /Ben de gülemedim yalan dünyada./ Sen beni gönlünce mutlu mu sandın?/ Ömrümü boş yere çalan dünyada.

Ben yazdıkça içindeyim halkın. Sağlıcakla

30 Kasım 2025 Pazar

YÜREKTEKİ ÇUKUR!

Samimiyetin terk ettiği yüreklerde derin bir boşluk ve çukurdan öte ne kalır? Ortaya çıkan çukurları elle, kürekle doldurmak mümkün gözükmüyor.  Ne acı, ne kötü! Aynı sınırlar, aynı bayrak, aynı toprak üzerinde yaşayan insanlar birbiriyle yarışır durumda. İçimizdeki bölünmüşlüğe, yüreklerdeki çukura kazma vuruyor her bir insan.

Her birimiz birer ana, birer babadan dünyaya gelmişken, aynı havayı solumuşken,  okul bahçelerinde oyunlar oynamışlığımız bilinirken, aynı öğretmenlerden alfabeyi öğrenmişken senlik- benlik kavgaları nasıl hortladı yeğenim!

Kültür, yaşayan bir şeydi, aynı zamanda gelişen! Şaka gibi kaybolan değerler cancağızım! Birbirimizle “yakan top”, “saklambaç”, “mendil saklamaca” oynar gibiyiz.  Çocukluğumuzun okul bahçelerinde, sokak aralarında öğrendiğimiz bu oyunların algısı bile farklı oluşmuş her birimizde.

Birlikte oynadığımız arkadaşımızı yakmak, bazı gerçekleri saklamak, birbirimize lazım olduğumuzda da saklanmak! Vay be!  “Böyle düşünmemiştik” dense de, her birimizin davranışı kendini ele veriyor cancağızım!

Yüreğimizdeki çukurlar çoğaldıkça, içimizdeki kalite bozuluyor. Üstümüzü örten esvap etiketli, diplomalar çift yıldızlı olsa n’olur? Öteki berikini, beriki diğerini ütmenin hatta alt etmenin hevesinde. Kültürel birikimlerimiz, yaşam şeklimiz, duruşlarımız,  dini ve ahlaki tutumlarımız, davranış şekillerimiz insanlığımızın etiketiydi oysa. Her şey birbirine karıştı birader!

Makam sahipleri bile koltuklardan birbirini ittirmek, düşürmek için zemin oluşturuyor. İtiş kakışların arasında huzur olur mu Allah aşkına? İlim- bilim için aynı okulları okuyanlar farklı kimliklerin de adamı olup çıktılar. Gerçi bu türden şeylerin tarihsel örneklerini çoğaltmak da mümkündür. Kimi sinsi dünya devletlerinin yüzyıllardır üzerimizde ne tür oyunlar oynadığı, ilim – bilim öğrensin diye gönderilen insanları nasıl kendi saflarına çekip, kendi çıkarlarına hizmet ettirdiklerini tarih notlarından okumuşuzdur. Hatta yakın yıllarda yaşadıklarımız verilebilecek örneklerdendir.

Biz, senlik- benlik derdindeyken kimileri iki bin yıllık tarihsel hedeflerinden vazgeçmiyor yeğenim! Biz,  birbirimize yakan top fırlatmanın kaygısızlığındayken hedefleri uğruna sinsice planla dünyayı kana bulayanları bilmek, görmek lazım.

Ülkemiz topraklarında bir zaman dilimini yaşayan insanlar olarak bireysel hırslarımızı, çıkarlarımızı, minnacık payelerimizi, etiketlerimizi, gösterişlerimizi bir kenara bırakarak ülkemize gerçek anlamda hizmet etmenin gayretinde olmak, fabrikalar kurmak kadar dev bir adımdır herhalde.

Haberlerde, programlarda güncel konu,  aşk- meşklerimizden bile kan çıkıyor, ölüm çıkıyor birader. “Türkanların”,  “Bayramların” (!), “Narin’i öldürenlerin” duruşuna anlam vermekte zorlanıyor benim gibiler.

“ Çok gülen, sonunda ağlarmış!”  Ağlamayalım kardeş! Ağlamamanın yolu fert fert hepimizin duruşundan, davranışından, gayretinden, özverisinden, yaşam şeklinden, düşünce yapısından, hissedişinden geçiyor. Değersiz ve bencil davranış biçimlerinin hepimizin canını yakacağı muhakkak. Nisan yağmuru kadar bereketli olmalı düşüncelerimiz.  Yanı başımızdakini duygusal yönden bile ezmek, üzmek, yok saymak birliği bozmaya yeter artar. Dertler böyle çoğalır cancağızım.

İçten tebessümler bile yeter artar huzuru çoğaltmaya. Gün gelir yırtılmış, üst üste birikmiş takvim yaprakları arasında yitirdiğimiz değerleri anımsayıp iç geçirmeler eksikliğimizi örtmez. Yüreklerimizde boşalan çukurlarda engin ovalar yaratmaya ne dersiniz? Sağlıcakla.

13 Kasım 2025 Perşembe

KAN EMİCİ KARANLIKLAR

 

Bahar..

Bizi kurduğumuz hayallerle aldatan bahar!

Nerede başlayıp nerede bittiğini belirlemek elimizdemişcesine hayalleri süsleyen sevinçlerin sebebi..

Yepyeni umutlar ekecektik. Erken kırağıları sorunsuz atlatmanın sevincine düşecektik. Yepyeni uğraşılarla, yazlara yelken açacaktık. Yapraklarını renklerin en güzel tonlarıyla açmış ağaçların arasında bülbüllerin nağmelerine eşlik edecektik. Acı marulun, karakavuğun bile birbiriyle yarışırcasına boy atışını gözleyecektik. Kıştan hazırlığını tamamlamış tomurcukların patlayıp çiçeklenişini resimleyecektik. Her bir çiçeğin kokusunu sende belleyecektik. Bahar sabahlarında gün ağarmadan çiğden mayalar düzecektik. Yağan yağmurlarında saçlarımızın ıslanmasını bekleyecektik. Kuşların sustuğu an biz, yepyeni şarkılar besteleyecektik. Yüreğe ekilen yepyeni umutlarla mevsimleri sıraya dizecektik. Göğün maviliği, yeryüzünün yeşilini kuşatacaktı. İçimizdeki düşleri, dantel gibi işleyecektik.

Velhasıl bitmek tükenmek bilmeyen arzular hayaller olacaktı.  Hayal kurmak, kurabilmekte bir yetiydi aslında.

“Mevsim bahar olunca/ aşk gönüle dolunca/ sevenler kavuşunca/yaşamak ne güzel” baharlara konu olan şarkılardandı.

Arzulanan düşlerin, kurulan hayallerin gerçekleşme oranı önemliydi. Kimi şarkı sözleri de var ki, “baharı görmeden yaz geldi geçti” diyordu mesela. Dahası vardı, “çok güldük, Allah ağlatmasın” derdi anam.

Bahar gelse, kararan toprak bile yeşerirdi. Kuzular koştururdu en yeşil çimenlerde. Arıların gelgit hızları artardı. Romantiklerin sevdiği kelebeklerin kanat çırpışı bir başka olurdu.

Bahar gelse, çocukların sokaktaki sesleri çoğalırdı. Kimi yakar top, kimi mendil kapmaca oynardı. Çember çevirenler hızlarını artırmaya gayret ederdi. Yamacın kum kaymacında kıçtaki donun yırtılmasına aldırış etmeden kay kay yapanlar, ayrı heyecana kapılırdı.

Bahar gelse; yeni sabahların hayali kurulurdu. Geceden gördüğü rüyanın huzuruyla hatırlamaya çalışırdı geçmiş rüyaları.

Hayal kurmak güzeldi. Bu işinde bir disiplini vardı. Boşa hayal kuranlar aldatır kendi kendini. Bunun kadar üzüntü verici ne vardır. “Ah kafam, ah!” deyip dövünürsün sonunda.  Büyüdüğüne bile üzülürsün bazen. Yamacın kum kaymacında çocukça kaymaya benzemez düşlerken düşmeler! “Yaşamak ne güzel” şarkılarından, “gitmek mi zor, kalmak mı?” sözlerine evrilir melodiler.

“Bahar” dedik.. Bizi “kurduğumuz hayallerle aldatan bahar” dedik. Gelmek istediğim nokta, Sanal Kumar Siteleri.

Paçayı kaptıranlar çatılara çıkmaya başladı.  Görünen bu, görünmeyeni? Boşa ya da bedavaya hayal kuranlar boş hayallerin kurbanı oluyorlar. Hatta gerçek gizlenerek farklı senaryolar öne sürülüyor. Ana babaları yakan, ocaklar söndüren bu sitelere ulaşımı engellemek yerinde bir karar olacaktır. Yoksa karanlıklar emecek bahar düşü kuran gençlerin bedenlerini. Boş bahar hayalleri veya kolaydan köşe dönme düşleri mağlup edecek büyümüş çocukları. Hergelece hayaller yakacak bahar beklentilerini.

Bir ilkbahar sabahı, acıyla(!) uyandın mı hiç? Önlemek ödemekten ucuzmuş. Sağlıcakla.

11 Kasım 2025 Salı

SARI KAFA!

Köyümüzün kenarında Hotanlı Deresi vardı. Bu dere Ayvalı Köyünün batı kesimlerinin minik vadilerinden akan küçük kaynak sularının Sekbandemirli Köyü güneyinde oluşturduğu yatakla Emet Çayına ulaşırdı. Yolu uzadıkça tarım arazilerinin sulanmasında önemli katkıları oldu yıllarca. Değişen iklim şartları, madencilik ve ormanlardaki kesim şekilleri bu derenin yıl yıl cılızlaşmasına sebep oldu. Son olarak derenin Sekbandemirli bölümünde gölet oluşturuldu. Kapalı sistem borularla çiftçilerin hizmetine sunuldu. Hotanlı Deresi, Kışlademirli Köyü’nün kenarından Emet Çayı’na doğru uzanırken bizim çocukluğumuzun aslında tam da ortasından geçti. Dere kumlarında ne oyunlar kurduk, ne oyunlar geliştirdik bir bilseniz. Islanan kumdan çanak çömlekler, kumdan kaleler, evler, kurduğumuz bentlerde yüzmeler, kurbağa balıklarına özel havuz kurmalar, dereden ayrıştırılıp yolu değiştirilen suya asma köprüler, şelaler, çökertme havuzları, bağlar bahçeler, çam kabuğundan sallar, gemiler...

Saçlarım sararırdı güneşte fazla kalmaktan.  Sararan o saçlar enselerde, kulak üstlerinde düzensiz kızılçam ormanı gibi olurdu. Rahmetli anam işten güçten bizi okşamaya vakit bulamasa da arada, “ sarı kafam” diye latife yaptığı olurdu. Sarı kafalılık iyimiydi, kötümüydü bilemesem de,  sahiplenme içgüdüsünün yarattığı huzur dolardı içime.

Kafayı “kırktırmak” denirdi. Birkaç ayda kırktırıp geçerdik saçları. Şimdiki çocuklar model yaratıyor kafa traşında. Zaman zaman iç çekişlerim oluyor mu, oluyor. Şans mı, şansızlık mı insan karar veremiyor yine de.

Sancılı dönüşüm yıllarını yaşadık biz. O yaşlarda yaşamın o olduğunu sanıyorduk belki de. Şimdilerde geriye dönüp baktığımda anlayabiliyorum sancıların neler neler olduğunu.

Okulsuz, yolsuz, elektriksiz, aşsız, ekmeksiz, giyim kuşamsız, iletişimsiz bir yaşam. Kıt imkânlar. 

Ocak başında yanan kızılçam dikmesiyle ısınan ve aydınlatılan evler. Ya, işte böyle kardeş! Odundan çıkan alevler, kireç boyalı odaların duvarlarında gölge oyunu gibi dans ederdi. Alevin duvara düşen hareketlerini uzun süre izler, kendimce düşüncelere dalardım ben. Alevin duvardaki dansını tutmaya çalışırdım ellerimle. O alevlerin içinde dönüştü belki de çok şey! O alevlerin içinde harlandı yürek yangınlarım. Hayatımın seyir defteri alevlerin duvardaki kavgasıyla şekillendi kim bilir? Alevlerin kavgasının ardından karanlık çökmesini o yaşlarda bellemiştim belki de! İnce yolla, dar kapılardan geçtik biz, naber! Hey gidi hey! Kanaat ve sabır tutunduğumuz daldı.

Tüm bunlara rağmen, çocukluğumun köylerini insansızlaşan köylere tercih ediyorum. Kara lastiğin yerini spor ayakkabılar, iskarpinler, sabanın yerine en modern toprak işleyiciler gibi değişimleri sözde çağdaş yaşam şartlarını yakalamış olsak da samimiyeti yitirdik yiğidim! Samimiyet ortadan kalkınca insani tüm değerler alt üst oluyor. Hızlı yaşamın, hızlı tüketimin çarkları sorgulamaya duvarda dans eden alevi yakalamaya fırsat tanımıyor yeğenim!

Bunun sonucudur ki dağılan dağılana, göçen göçene, yiten yitene, kaybolan kaybolana! Benim kararsızlığımda burada başlıyor.   Dün mü, bugün mü? O mu bu mu? Bugünün kötülükleri içinde iyi olanı yaşatmak, aramak bulmak zorlaştı cancağızım. Tavırlar tavır değil, düşünceler düşünce!

Çocukluğum sancılı dönemlere rastladı deyip dert yanarken,  Hotanlı Deresinde kurduğumuz saf, arı su bentlerinde özgür kulaç atışların da farkına varıyor insan. O yaşların tüm imkânsızlıklarına rağmen gürültü içinde yalnızlaşan bugünün dünyası için çok daha fazla kaygılanıyorum nedense!

Anlatımlar benimmiş gibi gözükse de aslında her birimizin. Benim gözleyip ifade ettiklerimi yaşayan kimler varsa onlarındır. Hayatın peşinde koşarken; Yaşadıklarımıza dikkat kesilmek, desen desen, bölüm bölüm işaret buyurmak yazanın sorumluluğu olsa gerek. Ah “sarı kafam” ah! Sağlıcakla.

10 Kasım 2025 Pazartesi

YAŞAYIP GİZLEDİKLERİM!

 

Savaşlardan çıkmış, yokluklarla boğuşan bir ülkede hayat birlik, beraberlik demekti. Ağlamak birlik, gülmek birlikti. Açıkçası; anca beraber, kanca beraberdi cancağızım. Birbirine kulak vermekti.

Harmanlar dövüldü, seçler savruldu bir vakit. Sabanla taşlı tarlalar imar edilip ekmek çıkarmaya çalışıldı.  Cılız merkeple getirilen iki kucak odun kör nacaklarla yarılıp ocak başlarında alevlenip aşlar pişirildi.  Birikmiş sıcak küllere soğanlar gömüldü, kuru ekmeğe eşlik etmecesine. Olan, olmayana borçluydu. Hey gidi hey!

Önceleri her şey; herkes için, hepimiz içindi. Gün gün değişti çok şey. Zayıf bir çift öküzün çektiği sabanın izine dökülen tohum çoğu karınların doymasına yetmedi.

Demirli deresine aşağı akan Hotanlı suyu, can simidi olurdu çoğu zaman. Ekilen sebzeleri açılan arklarla beslediği gibi, kurulan kaydırmayla tutulan balıklar protein kaynağıydı. Bayramlık sofraydı açıkça. Hotanlı gidince değişti çok şey! Kışın ortasında ekmeklik buğday biterdi. Merkebin, koşumluk öküzlerin samanı tükenirdi samanı. 

Bunları yaşamayana anlatmak zordur. Topraklar verimsizdi, imar etmek imkânsızlıktı. Yokluklar dağ yarması gibidir kardeş! Olmaya, gelmeye görsün insan başına.

“Dutlar erdi mi köpek ölümleri azalır” denirdi. Dutların ermesi insanlar içinde ayrıcalıktı. Yaa!,  Bu sözün sosyolojisi, psikolojisi üzerine bile tezler yazılır yeğenim. Köpeğin önüne “yavan ekmek” atsan dönüp bakmıyor şimdi.

 Kışın ortasında bir çuval borç buğday alanlar bir yaz ödemekte zorlanırlardı gerçekten. Karacakaşlı 1939 doğumlu Hasan Yerli Amcanın Mustafa Uysala anlatımlarında dediği gibi “yoksullar varlıklıların kölesiydi”. Borçla borç ödersin. Çalış çalış bitmez. Gülmesini unuturdu insanlar. Aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyıktı! Ühhü! Hangi birini anlatmak lazım ki! Sosyal ve siyasi baskılar, ayrıcalıklı kimi ailelerin makineli tüfeğiydi birader! Kimi kaçamak güler bunlara! Kaçamak gülmelerin olduğu yerde haksızlık hukuksuzluk diz boyudur diz! Kaçamak gülenler, güneşin yüklü doğacağını anlayamazlar bir vakit. Hala dedelerinin ödünç verdikleri bir çuval buğdayın ödenip ödenmediğinin hesabında kalırlar.  

Ay, gecenin bulutuna girince ortalık puslanır. Bu puslanma uzun sürmez. Gelir geçer! Bir çuval borç alınan buğdaya, bir yaz çalıştırılan insanlar bu haksızlığı gördü, yaşadı, duydu. Şimdi bazı şeyleri yazmanın sırası işte.

Her insan bir kitaptır. Yaşamı, bir büyük hikâyedir okuyup anlayabilene. Kendi hayatımın tek başına önemi yoktur. Ama yaşadığım büyüdüğüm coğrafyanın hatta doğup büyüdüğüm köyü cebimde taşırım ben. Açar açar okurum kimi zaman. Yaşanmış güzelliklere baktığım kadar yapılan ihanetlere de göz atarım. İçimde biriken sesler o kadar çok ki! Kimine hasretken kimine nefret! Yaşamın hıçkırıkları derin sular gibi hüzünle akarken, sevinçleri düğün davulu gibi gümbür gümbür kulaklarımda. Şiir ve türkülere bağlanışım biraz da bu yüzden işte. Patlağın Değirmeni’nde öğütülen unun dişlerim arasında gıcırdayan sesi, kızılçamdan yarılmış dikmenin yanarken çıkardığı ses kadar acıklı. Aldığı kurbanlığın parasını bir dahaki bayrama çalışarak ödeyemeyen adamın kaygısı yüreğimde geziniyor hala.

Onca börtü böcekle oynamışlığım olmuştur. her birinden insan olarak çıkardığım dersler vardır. Renk renk, desen desen uçuşan kelebekleri de gözlemişimdir. Kelebekleri varlıklı romantikler sevdiği için mesafe koymuşumdur nedense. Kimi varlıklıların bitmez tükenmez fırsatçılığını gözlemiş olmanın sonucu olsa gerek.

Nine ve dedelerimden masallar dinleyerek terbiye almış biri olarak şiir ve anlatıya yönelmiş olmam normal midir sizce? Benim kendimce yorumladığım; kötüler kaybederken, iyiler, masumlar, aşkı olanlar kazanıyordu. Sevdanın şifalı ortamına, vicdanımın ve dost diyebileceğim seslerin içine sığınmak en güzeli. İnsan biraz da yaşayıp gizledikleridir! Sağlıcakla.

24 Ekim 2025 Cuma

SUYUN OLUĞU VE KÖYLER

Toplum olarak genelde günlük hayatın düşünce kısmında teslimiyetçi bir yol izliyoruz. Bu tespiti doğrulayacak, destekleyecek birçok örnek verilebilir. Mesela, yöre türkülerimizden birinin sözleri şöyledir;

Kaymakam geliyor kaymakam/ Dünyanın sonunda ne var sor bakam…

Yani kolaycılığı severiz biz.  Düşünüp beynimizi yormaya kıyamayız. Birileri bizim adımıza düşünsün tembelliğini mıh gibi tutarız.

Bu tembelliğin bedelini yıllarca ağır ödedik aslında!

Kimilerine göre İstanbul düşüncenin kalbinin attığı yerdir. Kimilerine göre Ankara siyasetin kalbinin attığı şehirdir. Siyaset de düşüncenin yorumlandığı, şekillendiği alanlardan biridir. “Kalkınma yerelden başlamalıdır.”, “Kırsal Kalkınma”. Bu kalıptan sözleri çok defa duymuşuzdur.  Yereli tükettik yereli. Kırsalda insan kalmadı kardeş. Köylerde üç beş prostatlıyla, bir o kadar fıtığı patlamış yaşlı....

Yerelin düşünen aydınlarını ya kıskançlıktan ya da başka kılıflar altında harcadık. Yerelin öneminin farkında olan bu insanlar; yaşadıkları alanın keşfini yaparken düşünce ve fikir de üretiyorlardı. Susturduk! Harcadık düşünmeden. Harcarken bir sürü kulp taktık kimilerine.

Yereliyle bütünleşen bir bölgenin gelişimi hızlı olurdu oysa.

Yerelde, kendi topraklarında kendi bakışlarıyla ülke gözlüğünü takarak bakan insanların ortaya attığı düşünceler beni hep heyecanlandırmıştır.  Ne yazık ki gelişim için düşünce ortaya atanı, en başta düşünmeyenler harcamaya kalkmıştır.

Düşünene, boş konuşuyor diyememişlerdir ama “çok konuşuyor” eleştirileriyle sesini kısmaya çalışmışlardır. Hatta kimi zaman düşüncesi olmayanlar, gücü olanlara gidip şikayette bile bulunmuşlardır.

Dünyayı ve ahreti birlikte kucaklama bilinci yaratamadık. Toplumsal gelişmenin anahtarı olan pek çok değeri nefsimize veya düşüncesizliğimize kurban verdik cancağızım!  Kurban verişler arttıkça, gevşemeler çoğalacaktır.. Gelişme bir yana, yerel tel tel dökülecektir.

Eğrigöz Dağı’na bakın. Yaylacığa bakın bakabilirseniz. Bodağan’a göz gezdirin. Bölge topraklarında gezinin. Bölgedeki hayvan sayılarını kıyaslayın. Bölge sularına göz atın. Yerelin dışındaki nüfusu gözden geçirin.

Dizlerimin bağı çözülüyor gerçekten. Yokuşlar yorarmış insanı. Bu gidişle yerelin tarihi, kültürü, geçmişi kalmayacak. Belli bir yaş grubunun adını anmaktan gurur duyduğu köylerin nesillerle bağı kopuyor bağı. Yerelin anlam kaymasına uğrayan kimliğini, oluşan kimsesizliğini nasıl onarıp yeni hedefler belirleyeceğiz?

Baharda sular coşkun akar, çağlardı. Kelebekler bir çiçeğe bir ota konardı. Akan derelere bentler kurmak engelleyemedi susuzluğumuzu. Bulutlar kayboldu gökyüzünden, toprak yarılmaya yüz tuttu. Yarınlar için bugünden hangi temellerin harcı karılmalı? Yaylacığın engin ormanlarının patika yollarında oksijen alıp vermenin güzelliğini nasıl resmetmeli? Köylü olmanın farklılığını, zenginliğini, suya hükmetmenin efeliğini, toprağı işlemenin bonkörlüğünü, sürünün ardında kaval üflemenin keyfini samimi ifadelerle kim dillendirecek?  “Köy” başlıklı yazılarda kim düşüncelerini bana aktaracak. Köyler sessiz sedasız boşaldı. 1963 yılında kurulup, 1983 yılında kapatılan Köy İşleri Bakanlığı tekrar kurulmalıdır. Köyler, ülkemizin başlı başına iktisadi meselesi haline gelmelidir. Bu önemli bir mevzudur. Köyler fabrika bacasına su taşıyan oluktur. Bu oluk elden geçirilmezse cana can dayanmaz. Sağlıcakla. 

5 Ekim 2025 Pazar

OCU, ŞUCU, BUCU

İnsanı anlamak oldukça zor ve karmaşık bir mesele. Hangi açıdan nasıl ve ne şekilde bakacağız? Bir yöntem ortaya koysak bile kime göre, neye göre olmuş olacak.

Tarihi süreçleri gözden geçirmeye kalksak, ühhü! Akademik bir çalışma gerekecek. Günler, aylar belki de yıllar..

Yüzeysel bir bakışla anlaşılıyor ki, tarihten ders almadığımızdır. Dünyayı kanla sulayan savaşlar, katliamlar, kıyımlar, soykırımlar, sabotajlar, ihtilallar, işgaller, işkenceler. Sıralasak sayfalara sığmayacak. 

Öncesini kurcalamasak bile 1914 yılının temmuzunda başlayan savaşın dört yıllık bilançosu on milyon ölü, yirmi milyon sakattır. Avrupa’ya maddi bilançosu 350 milyar dolarlık yıkımdır. Tarihi kayıtlar bunu böyle yazmaktadır. İnsan kaybı karşısında paranın ehemmiyeti olur mu? 

Birinci dünya savaşında kimlerle savaştık. Kafkas ve Galiçya cephelerinde Ruslarla, Makedonya’da Yunan ve Fransızlarla, Çanakkale’de İngiltere, Fransa ve İtalya ile, Filistin, Suriye ve Irak cephelerinde İngiliz ordularıyla… Milyonlarca genç, kadın ve çocuğun açlıktan öldüğü de kayıtlardan anlaşılmaktadır.

Geçmişin rakamsal boyutlarını ifade etmedeki maksat tarihten ders çıkarılmadığını vurgulamak içindir. Bir tek savaşta öldürülen milyonlarca insanın sorumlusu kimdir?

Yazılıp çizilenlerden elde ettiğimiz rakamlara göre, İkinci dünya savaşında da 66 milyon insan öldürülmüştür. Söylemesi ne kadar basit! Can bu can!

Sebep ve sonuçları yaratan insandır neticede.  İnsanın iç dünyasının sentezinden kimliği oluşurmuş. Buradan şu çıkarımda bulunabiliriz. İnsanın duruş ve davranışlarına bakıp kimliği hakkında bir kanıya varabiliriz. Anlayınca haklılık payesi mi vereceğiz. Asla! 

İnsanın yaşam biçimi kişiliğine tam olarak yansırmış. Büyük kişilik ve büyük dünya görüşü olmadan büyük (!)insan olunmazmış. 

Küçük insanların büyük göründüğü dünyada huzuru bulmak zordur. İnsan vahşileşmek, vurup kırmak zorunda değildir aslında.

Asırlardır savaşları başlatan, yakıp yıkan, vurup, kıran, yağmalayan insanlar kimdir? Tek tek incelense ortak kişiliğe sahip olduğu anlaşılır herhalde. İnsanı ve insanlığı utandıran, üzen üstelik mahveden tipler aynı tiplerdir. Güdük aklımla ben böyle düşünürüm en azından. Bu tiplerin dünyaya, insanlığa verdiği zararın bir hukuku, yaptırımı olmayacak mı? Sözde var. Bugün gibi hafızalarımızda olan Bosna Hersek’te Sırp Ordusu katliamları. Binlerce insan öldüğüyle kaldı. 

Netice, millet olarak aklımızı başımıza almalıyız. Milli birliğimizi oluşturan değerleri daha da kıymetlendirmeliyiz. Ocu, şucu, bucu gibi ayrımlar, bölgede ağzının suyunu akıtanlara karşı koz verecektir. Milli birlikten söz etmek, insana sorumluluk yükler. Şahıs olarak bu sorumluluğun bilincindeyim. Boşuna konuştuğumu, yazıp çizdiğimi düşünüp okumaktan vazgeçenlerin insanlık adına umutsuzluğa düşmüş olması gerekir. Düşme durumu varsa bunu da ayrıca sorgulamak gerekir.

İnsan gördükleri ve yaptıkları üzerine düşünmelidir. Kavrayışımız düşündükçe gelişir. Tüm bunlar yaşama düzen verme konusunda kolaylık sağlar.

Adımlarımız ölçülü, düşüncemiz insanlık üzerine olsun. Sağlıcakla.

4 Ekim 2025 Cumartesi

ARKA SAFIN KUYTUSU

Şairin ne dediğine, davranışların hangi kapıya çıktığına bakmazken, yırtılan gecelerde ölüyor bir bir insanlık. Kurşunlar kalıptan kalıba giriyor, çığlıklar birbirine karıştıkça sessizleşiyor dünya.  Bu sessizlikte artıyor yürek titremeleri. Sular bile dar arklarda boğulurken, denizlerin çılgınlığı yıkacak ev, kıracak bel arıyor. Kimi yeri, kimiler göğü arşınlıyor. Kalıba uymayan bu duruş ölüm olup dökülüyor yeryüzüne.

Gökten düşeni rahmet bilirdik biz. Gökyüzünde kümelenen bulutları bereketin habercisi sayardık kardeş. Şimdi taştan katı hınç dolu, kin dolu çelik yapılı şarapneller düşüyor kimsesizlerin üstüne. Gık demiyor, gıkı çıkmıyor sözde insanların. Kaçamak güreşlerle hamasetin belini kırıyor kimi. Ben ve benim gibilerin yüreği kıpır kıpır kıpırdandığı halde şehir meydanlarında kahır söylemleri seslendirmekten öte geçmiyor, geçemiyor. İçlerdeki öfkeden ağızları bıçak açmıyor kardeş. Bedende bir üşüme bir titreme…

Dünyanın kodlarını çözdüler. Birliğe beraberliğe dair ne varsa bertaraf oldu.  Düşünce puslandı,  huzura dair olanlar kış karanlığına büründü. Bunları da görecekmişiz. Olmaz denilenler insan eliyle oluyor. Olurken şaşıyor akıl. Bu şaşkınlıkta duygular hiddetini artırsa da dizlerim karıncalanıyor, bileklerimden aşağı ince sızılar peydahlanıyor.

Az önce yaşayıp gözlediklerimiz, az sonraki daha beterin habercisi mi? Şer odaklarının dillerinde dolananlar nereye, kime, nasıl zararlar vereceği ortada. Meydanda görünen, dilde dolanan topyekun dünya huzuru olması gerekirken!?... Kusurdan büyük cinayete varan duruşlar neyin habercisi yeğenim?

Bu sessizlik hayra alamet değil. Duruşlar duruş değil! Şalvar gecelerinde hoyrat gösterilerin tam zamanı birader. Kıyımlar ancak böyle geçiştirilir. Ancak hoyrat sesler birbirine girdiğinde duyulmaz çığlıklar, can verişler. Şenlik dediğin böylolmalı!

Yaprakların önünde ceylanların susması insanca bir duruştur aslında. Normal ölümler bile insana hüzün verirken, canilerin vahşeti karşısında şalvar gecelerinde oynamak değil, en azından ağlamaktır. Bu yüzden bölünüyor uykularım.  Gözlerimi yumsam da bombalar, yıkılan haneler, açlıktan ağlayan çocuklar gözlerimin önüne dikiliyor. Bedenine kan bulaşmış bebelerin masumiyeti deliyor yüreğimi. En tedirgin uykulara yorgan örtüyorum. Göz kapaklarımın arkasında ayaklanmalar başlatsam da asılsız kalıyor her şey. Sabahın er vakitlerini diri tutuyorum. Ölüp ölüp diriliyorum desem yeridir.

Herkes arka safın kuytuluğunda yer arıyor cancağızım.  Ön saflar hepten boş aslında. “Safları dolduralım” diyecek kimse yok ortada. Adamlar kurmuş düzeni vesselam. Bırakın ölsün insanlar. Bırakın çocukların çığlığı denizlerin soğuk sularında yitip gitsin! Ne günlere kaldık! Ne acılar görüyor, gözlüyoruz!

Hesabını yapmadığımız dünyanın, hesabını tutmadığımız bu genişliğin, yükü olmayan duruşların, arka saflara sinen insanlığın bir bedeli olur kardeş! Bu bedel gelip bizi bulmaz inşallah!

 Düşündükçe alın çizgileri artıyor, Kırılan her çizgi ok olup saplanıyor yüreğime. İnsanlık bugün içindi oysa. Vahşeti anlamanın, algılamanın ve dur demenin zamanı çoktan gelip geçiyor.Hiddetimden dudaklarımda belinlerin sayısı artıyor gün gün. Ne biçim iştir bu! Ne biçim dünyadır Allah aşkına!

Hey! Arka safın kuytusuna sığınanlar. Ön safları dolduralım!. Sağlıcakla

7 Eylül 2025 Pazar

BAĞLAMAM VAR ÜÇ TELLİ

 

Hayatın akışının günlük seyrinde değişiklikler olsa da, sürüp gidiyor. Rastlaştığım arkadaşlarım, dostlarım, ahbaplarım oluyor. Kimiyle doğal olarak uzun aralardan sonra görüşüyoruz.  Çoğu dostlarım hiç değişmediğimi söyleyip “maşallah” çekiyorlar.  Gülen yüzümüz onlara bir enerji veriyor olmalı. Bu anlam da şükür Allaha. Bu tür ifadelerle sık karşılaşınca insan sebep ve sonuçlar üzerinde düşünmeden edemiyor. Eğer gerçekten dedikleri gibiysem, beni ruhen ve bedenen diri tutan şeylerin neler olduğu üzerinde kafa yormaya çalışıyorum.  Sonuç olarak bir sürü çıkarımlar elde ediyorum. Bu esnada insan olarak kendi kendimi süzgeçten geçirmiş de oluyorum. Bir tür denetleme biçimi yani.

İnsanın ruhunu besleyen en temel kaynaklardan biri sanattır. Müzik, resim, edebiyat, şiir ve diğer güzel sanatlar; insanın iç dünyasıyla kurduğu bağın ifadesi olduğunu biliyorum. Güzel sanatlardan, en azından müzik ve edebiyat yaşamımın bir parçası kardeş! Az değil birader!

Aynı şekilde sosyal ilişkilerim, dünyaya ve kendime dair farkındalığımı derinleştiren, yaşamımı anlamlı kılan ana bağ olduğunu görmüş ve hayat felsefem haline getirmişim. Sokakta karşılaştığım insanların pek çoğunu tanıyor, her biriyle ayrı ayrı selamlaşıyorum. Hanım sırf bu yüzden, benimle çarşıya pazara çıkmak istemiyor. !!!

Bazı insanlar var ki bu iki alandan da uzak yaşam sürmeyi seçiyor ya da hayat onları böyle bir yalnızlığa itiyor.

Teee 1974 yılında, henüz on dört yaşımdayken rahmetli babamın bana aldığı bağlamayla iki türkü söyleyince duygularım diri kalıyor en azından. Mırıldandığım bir türkü söyleyemediklerimin sesi olup çıkıyor. İnsanın düşünüp de ifade edemediklerinin içlerde hangi tahribatları yapacağını tahayyül etmek zor değil.

Duygu yönü ağır basan benim gibi biri şiiri, edebiyatı, müziği günlük yaşamı içine sokmamış olsaydı, psikolojik, sosyal ve duygusal sorunlar yaşar mıydı?  Kendim için, ben beni tanıyan biri olarak ifade edeyim ki, yaşardım. Gözlediğim odur ki, kendini ifade edemeyen insanlar ya içine kapanıyor ya da saldırganlaşıyor cancağızım! Ne zor bir durum.

Araştırmalar müzik dinlemenin, sanatla uğraşmanın depresyon, kaygı ve stresle başa çıkmada olumlu etkiler yarattığını gösteriyor zaten. Bu yönlerden mahrum birinin ruhsal dayanıklılığının daha düşük olabileceğini, depresif duygular taşıyabileceğini, duygusal dengeyi kurmakta zorlanabileceğini ifade ediyorlar.

Sanatsal işler, sosyal bağlar, iletişim şekilleri hayata anlam ve yön katıyor. Bunlardan uzak duran kişinin ruhsal olarak, sosyal gelişim açısından, aynı zamanda duygusal ve zihinsel fakirliğinden bahsedilebilir mi? Büyük olasılıkla bahsedilebilir.

Geçtiğimiz günlerde şehrin meydanında Kurtuluş Günü etkinlikleri içinde, bana ayrılan stantta kitaplarımı tanıtıp imzaladım. Yerli yabancı yüzlerce kişiyle ayaküstü sohbetler gerçekleştirdim. İç dünyamda oluşan zenginliği tarife gerek yok sanırım.

Bu nokta da esas olarak söylemek istediğim şudur ki, ilkokuldan başlayarak çocuklarımıza bir enstrüman icra etmesi sağlanmalıdır.

İnsanın kendini tanıması ve bu yönlerini beslemesi uzun vadede daha doyurucu bir yaşam sağlayacağı muhakkak. Ayrıca güzel sanatların her biri kültür taşıyıcılığı görevi de üstleniyor azizim!  Az şey değil yani.

Bağlamam var üç telli. Sağlıcakla

1 Eylül 2025 Pazartesi

KÖR HEVESLER VE GÖZYAŞIM

 Duygunun, vefanın, dostluğun, samimiyetin, edebin, vicdanın terk ettiği yüreğimizde boşlukların kalmaması imkânsız. Boşaldıkça, boşluklar çoğaldıkça doldurmaya meyilli o kadar çok şey var ki! O boşlukların içine gömdüklerimiz nedir, nelerdir ki? Bu soruyu sormuyoruz ya da sorma niyetine dahi girmiyoruz nedense. Fiyakalı telefon ve içlerde sadece kör bir heves kardeşim. Kör hevesler yeter artar çok şeye.

İçimizdeki “insaf” denen terazi yok oldu ilk önce. Kendi acımızı kendimize hissettiren duyularımız kayboldu. İlhan Şeşen’in “ Ne oldu bize?’ şarkısını dinlediğimiz günlerden çok gerilere düştük hissiyatta. Kendi acısını hissetmeyenin başkasının acısından haberi olur mu? İnsan olmanın belki de en yüce biçimi başkalarının acısını duyma hali.

Bir başkasının gözyaşı için gözlerimizin dolması, kalbimizin ince ince sızlaması kelimelerle tarif edilemeyecek kadar kıymetli duygusal değerdir.  Bu değer, empati yapmaktan öte duygusal ortaklıktır. “Senin acın benim acım” diyebilme yürekliliğidir. İnsani hissedişle ağlayabilmektir yeğenim!

Duyarlılığı körelen insan, et ve kemikten öte nedir ki? İletişimin şekil değiştirdiği, hızlandığı dünya ölçeğinde ölümleri göre göre, felaketleri seyrede seyrede kanıksadık.  Orman yangınlarını göre göre her gün olan “bir şeymiş” gibi dikkatimizden uzaklaştırdık. Bu kanıksama hali ahlaki çöküntülerin habercisi değil de nedir cancağızım.

Dedemin savaş hikâyeleri anamın ve dahi çok insanın “gara gıylısının” ıslanmasına yeter artardı. Çünkü vicdan dediğimiz şey gözyaşıyla ortaya dökülürdü. Ya şimdi?

Dünyanın soğuyan yüzünün sıcak noktasıdır vicdan. İnsani yanımızın en güçlü göstergesidir. Ete ve kemiğe derin anlamlar yükleyen duygu denizidir. İnsana güç katan, güç veren hak ve hukuk yanımızdır.

Birlikte susup, birlikte ağlayacak kadar yakınken bu hale geldik nihayet. Bir bir eksildik, duygu duygu çoğalacakken. Bize dokunmayan acıyı “bizden bilmemek” yıkımdır güzel kardeşim. Vicdan olunca şefkat filizlenir. Şefkat üşüyen kalplerin ısınmasına sebeptir.

İnsanlar vahşice öldürülürken hatta açlıktan ölmelerine seyirci kalınırken sadece “kınama” aldatmacası hortladı dünyada. İnsanlar ölürken insanlık öldürülüyor n/aber.

İnancımız gereği, merhametsizlerin cehennemini biliriz bilmesine de, bardak taştı bardak! Taşan bardakların sadece “ayıplı” durumunu konuşuyor dünya. Etten kan pompasını yürek yapan şey ve ona sinen merhametse, dünyayı bozan şey nedir kardeşim?

Bozan ve bozguncular görülse de, öncesinde vicdanları körelttikleri için suskunluk güncelliğini koruyor. Sessizlik uzadıkça ölümlerin tanıklığında kalıyoruz sadece. İnsan olmak başkaları için ağlayabilmeyi gerektirir.

Bazen ataların sözlerine bile bozuluyorum. “Beni sokmayan yılan bin yaşasın.”  Yaşasın mı? İnadına sormak geliyor içimden. Yaşasın mı? Beni sokmasın seni soksun. Ötekini berikini soksun.   Sırayla gidiyor iş. Gördünüz mü atasözündeki yanlışlığı. Sana dokunmuyorsa boş ver gitsin aldırma hatta umursama diyor atanın sözü. Bu yanlışlığa itirazımız olmayacak mı?

Başkaları için ağlamak zayıflık değil gücün belirtisidir tam olarak.  Vicdanlar tükenip merhamet azaldıkça hak hukuk adalet kavramı kaybolur.

İçimde duygu adına biriken ne varsa anlatmak için kelimelerim o kadar yetersiz, o kadar kifayetsiz ki.  Sorma gitsin.

“Bir tepeden bir tepeye oyun olur mu” diyen türkülerin şenliğinde insani doyum yaşamaya çalışırken dünyanın bir ucundan bir ucuna oyunu geçtik, ölüm serpiyor kan içiciler. Bense ifade edebildiğimin acizliğindeyim. Sağlıcakla.

10 Ağustos 2025 Pazar

GURBET TÜRKÜSÜ

 İnsan yaşadığı yere benzer/miş. O yüzden, yaşadığım yer bana, ben yaşadığım yere ait özellikler taşır/mışız. Dildeki telaffuz bile yaşanılan yer hakkında keskin emareler veriyor kardeş. İki kelam edince ‘şıp’ diye bölgesi hakkında hüküm verebilirsiniz. Hatta kişinin siması bile coğrafyanın izlerini taşıyor. Yüz çizgisine sinmiş sertlik, gülüşüne karışmış yoksulluk, göz pınarında biriken çaresizlik… Kimi zaman da toprakla yoğrulmuş sabır.

Ben, bu toprakların çocuğuyum.

Taşlı patikalarında ayakkabısı delinmiş, ayazında el, ayak kulakları üşümüş, güneşinde alnı terlemiş bir köy çocuğu. Kimi zaman cıvıl cıvıl kuşların ötüştüğü, bacasından dumanlar göğe uzadığı, avlusunda kuzuların meleştiği papatya kokulu, çimen boyalı topraklar. Ya da tam tersi! Şimdiler de daha çok terk edilmiş avluların, yıkık bahçe duvarlarının, suskun çeşmelerin köyleri.

Her taşıyla konuşmuşluğum vardır köyümün.  Her sokağında hikâyelerini bildiğim, yalnızlığa boyun eğmiş haneler.  Gölgesinde domates tuzladığım, kabuğunu yercesine ikiye şaklanmış kavunları kazıdığım ve her birine ad taktığım ağaçlar.

İnsan yaşadığı yere benzer/miş dedik ya, benim de konuşmam toprağın dili gibi duygu yüklüdür. Düşüncelerim uzun bir yaz akşamı gibi ağır ağır salınır. Üstüne bastığım toprak konuşur seninle. Ağaçların esen yelle salınışında içerin serinler. Yörenin kuşlarından öte, kaplumbağanın samimiyeti, karıncanın enerjisi siner üstüne.   Belki de bu yüzden şehirde sıkışıp kalırım çoğu zaman.

Biri hızlı konuşunca içim gerilir. Kalabalık yerlere girdiğimde, yüzler tanıdık değilse, ayaklarım geri geri gider.

Oysa köyde, insan selam verirken bile yüreğini koyar söze. Burada ise insanlar selamı bile eksik veriyor yeğenim. Ya da görmezlikten gelip, geçiyor usulca. Şehirde yürürken binalara çarpıyorum sanki. Her köşe, tenimi tırmalıyor nedense. Hele son yıllarda geldiğimiz noktada betonların arasında kaybolmuş yüzler, kimliksiz adımlar, sahte telaşlar. Uf uf! İçimi acıtıyor desem hiç yalan değil. Her şey hızlı, her şey yüzeysel. Ne ağlamaya vakit var, ne gülmeye doya doya. Ne selam var içinde hal hatır barındıran, ne de bir gülüş var içi dolu olan.

Ömrümün bu deminde kendime baktıkça, yaşadığım yeri sorguluyorum gün gün.

Yer mi kusurlu ben mi soruları çoğaldıkça, durumum ağıt yakılacak düzeye geliyor. Ben mi kalıba girmeye sığmıyorum ya da yontulan değerlerimin farkında mı değilim?

Biz, doğduğumuz toprağı sadece haritada bir yer sanır olduk. Oysa o toprak, yalnızca bedenimizi değil, ruhumuzu, davranış şekillerimizi hatta kişiliğimizi şekillendiriyor kardeşim!

Bir dağın yamacında büyüyen çocukla, denizin kıyısında büyüyen çocuğun aynı hayata bakması mümkün mü? Yokuş aşağı koşarken yüzü koyun yere yamanan bir çocuğun dizindeki yaranın kabuğu bile sabrı öğretir sabrı!

Kireçle badana yapılmış duvarlar iç serinliğini, camına gazete sıvanmış çerçeveler yetinmeyi belletir yıl yıl.

Şimdi sorun kendi kendinize! Ben nereye benziyorum? Veya yaşadığım yer bana ne kadar alışık? Belki de insan, doğup büyüdüğü yeri terk ettiğinde, kendinden de bir şeyleri bırakıyor ardında. Dili değişiyor, yürüyüşü değişiyor, düşünce biçimi bile değişiyor. Ama yine de bazı şeyler değişmiyor. Kimi zaman bir kokuda, bazen bir türkünün ezgisinde, bir köy ekmeğinin diliminde birden dönüyor o eski benlik. İnsan sesiyle de yaşadığı yere benzer/miş.

O zaman anlıyorsun ki, yaşadığımız yere benzerken asıl benzerlik, içimizde taşıdığımız yerlermiş.

 Zaman sessizce eksilirken içimizden. Ahırdan gelen inek böğürtüsü, tavukların gıdaklaması, eşeğin anırması, tarlaya giden yorgun insan sesleri, kapı gıcırtısı. Uf, Ufff! Mekânlar, o sesleri duymayınca yetimleşirmiş birader! Kentlerde de sesler önce alçalıyor, sonra kendi kabuğuna çekilmeye başlıyor. Biz, bizden vazgeçiyoruz kuytu köşelerde. “Kim” olduğumuza dair sorular çoğalıyor içimizde.  Ve bir gurbet türküsü ki, yürek yakıyor. Sağlıcakla

6 Ağustos 2025 Çarşamba

YÜKLERİN HAMALI

Günlerden bir gün, sabahlardan bir sabah. Yeniden yaşamaya başlar, yeniden harcamaya çalışırsınız zamanı.  İyiye, güzele, güzelliğe, hayra dair duyguları çoğaltmaya niyetlenirsiniz kendi içinizde. Çoğaltmaya çalıştıkça yıpranır, biriktikçe önünüzde olumsuzluklar, kahra dair eylemlerde bulursunuz kendinizi.  

Sımsıkı tutulması gereken Allah’ın ipinden ıramış bedenler, akıllar, düşler görürsünüz sokak aralarında. Sözde halka dair iş yapanların adamlık hastalığına bürünmüş halleriyle kapı aralığından insani duruşu unutmuş kalıplarını görür, gözlersiniz. Kelebeğin kanadında yazılanları okumaya odaklanmışken, çöp denizi olmuş insan davranışlarıyla kaygılar biriktirirsiniz hesapsız.  

Diplomasız diplomalılar, ehliyetsiz ehliyetliler, liyakatsiz liyakatliler, hak edişsiz puanlar kelimeler, hatta cümleler biriktirir içinizde. Hak adına umut beslerken, neşe yerine kaygılar nakşedersiniz  güne.

Çünkü insan, bazen en çok inandığı şeyin altında kalır. Ve zaman, en fazla yükü, sessizce sessizlerin sırtına yükler. Büyüyen şehirler, küçülen kalplerin tablosunu asar duvarlara.

Sokaklardan geçen insanlar değildir artık! Kaygılar, kayıplar ve kalıplar yürür hızlıca. Bir sel gibi, her şeyi önüne katarak…

Yalancı bahar gibi insan davranışları. İçi başka, dışı bambaşka. Sıcak görünür, ısıtmaz. Güler yüzle yaklaşır, arkasında hançer taşır. Gönül vermeye niyetin olsa, aklını kaybetme ihtimalin ağır basar. Tıpkı kışın ortasında açan tek bir tomurcuğa kanıp montunu çıkaran çocuk gibi. İnsan da, samimi sandığı bir tebessüme kanar önce. Ama sonra?

O yüz donar, o ses değişir, o dokunuş yerini uzaklığa bırakır. Ve sen, içindeki baharın sadece vitrin süsü olduğunu fark edersin. Bu çağ, kılık değiştirmiş karakterlerin pazaryeri gibi yeğenim! Her durakta başka biri, her mekânda başka bir suret.

Yüzler tanıdık, kalpler yabancı. Cümleler anlamlı, niyetler bulanık. Herkes iyi görünmeye çalışıyor ama kimse iyi olmaya yanaşmıyor. "Ben buyum" diyenlerin bile içinde başkaları yaşıyor cancağızım! Kendi sesine bile yabancılaşmış, başkasının onayına muhtaç akıllar. Bir gözün içinde umut değil, fırsat aranıyor. Bir selamda samimiyet değil, çıkar hesaplanıyor. Ne çok insan var, bir gülüşün ardına öfke gizleyen. Ne çok dost var, omzuna yaslanmayı beklerken sırtını kollaman gereken. Ve ne yazık ki, ne çok kalp var kendi içinde bile yabancı gezen...

Ama yine de, baharı gerçekten içinde taşıyanlar var. Yüzüyle yüreği bir olanlar. Sustuğunda bile güven veren, konuştuğunda yaraya merhem olanlar. İşte onlar için dayanılır bu yalancı mevsimlere. Onlar içindir sabretmeye değer her yanılgı, her hayal kırıklığı. 

Çünkü bir tek gerçek insan, bin sahte tebessümü unutturur. Bir tek hakiki niyet, bin yalan davranışın üstünü örter. Belki de bu yüzden yazmaya, yürümeye, sabretmeye devam ediyoruz. Gerçek bahar, ancak içiyle dışı bir olanların yüreğinde açar çünkü. Zaman harcarken yeniden yaşamayı seçmek;Yıpransak da içimizdeki güzeli büyütmeye devam etmektir. Ve belki en çok da, bütün bu kirin içinde temiz kalabilmektir asıl duruş.

Kimileri günahkâr duruşun bağışıklığında sarhoş ve hedefsiz kurşun gibi kardeşim. Adamlık ve çıkar kör ediyor gözlerini.

Olsun, bizim peyniri kuru ekmeğe yakıştıran bir yanımız hep vardır.  O yakıştırmayla, yorgun bedenlerin, duygu yüklerinin hamalı olmaya meyilliyizdir biz. Günahkâr olmaktan iyidir. Sağlıcakla.

4 Ağustos 2025 Pazartesi

YAZININ KIYMETİ

Bilim adamlarının ifadelerine göre dünya, dört buçuk milyar yıldır dönüp durmaktadır. Geceler gündüzler, aylar yıllar, yazlar kışlar, buzullar, kutuplar çöller. Canlılar, cansızlar, yağmurlar seller, dolular, karlar Ühhü, soğumalar ısınmalar. Depremler, fırtınalar, hortumlar, yangınlar. Ölümler, doğumlar, varoluşlar, yok oluşlar. Dünya “iki kapılı han”! Kim gelmiş, kimler gitmiş. Akıl bile zorlanıyor.

Bu yaz yağışsız, sıcak bir mevsim oldu. Küresel ısınmalar, iklim sözleşmesi söylemleri gırla gitti. Buzullar eriyecek, dünyanın pek çok yerini sular basacak/mış. Yeryüzünde canlıların yaşamını sürdüreceği yerler bile tek tek sayılıyor. Dünya güya hep böyle süregelmiş zaten. Kimi yerler ısınıp yanmanın ardından soğumalar başlıyormuş oldum olası.

Şu janjanlı, havalı duruşumuzun umurunda değil çok şey! Her yönüyle zor, bir o kadar yorucu üstelik belalı bir ortamda rüyalarda gibiyiz biz. Yalan dünya desek de, hiç kimse yalanmış gibi durmuyor kardeş. Kimileri fırsatını bulsa yutacak dünyayı! Detaylar derin, ayrıntı mühim! Gücü eline geçirenlerin gösteri yeri gibi görünse de filmin ikinci bölümü kimileri için acı olacak. Asıl film ölümden sonra. Biz buna hep inandık. İlk bölümde bırak istediği gibi davransın kimileri. Dünyalık para pul, nüfuz, makam ve şöhretin havasını soluyup dursun bazıları. Halkın kapısını, halkın yüzüne kapatanlar hak kapısı yüzlerine kapandığında anlayacaklar belki de çok şeyi. Tek hedefleri kendi haz ve konforlarını artırmak olanların sonu hüsran olacaktır. Bu yüzden huzurluyuz biz. İnancımızdır manevi dünyamızı diri tutan. Varsın janjanlı duruşlarını sürdürsün kimiler.  Büyüklenişleri küçüklüklerinin göstergesidir birader.

Biz doğum ve ölümü tabiatın içinde öğrendik yeğenim. Önümüzden çok sular aktı çok. Varlığı ve yokluğu evin karşısındaki mezarlıkta gerçekleşen defin işlemlerinden sonra ölçülere vurduk hep.  Erdemli duruşlar huzurlu yolculuklara kapı aralıyor cancağızım.

Hava ısınsın, soğusun. Kimi gitsin, kimi kalsın. Filmin ilk sahnesini tamamlayan ikinci sahnesini mutlaka görecek. Öncesi ve sonrası.

Son zamanın yenileri için dünya hızlı dönüyor. Hızın ve hazzın sarhoşluğunda kimiler. Hey gidi hey! Döndükçe tüketiyorlar çok şeyi. Tüketmenin bedelini ağır ödeyecekleri mutlak. Hızın ve hazzın savrulması çok kolay olurmuş. Bu savrulmayla dünyayı ebedi sananlar tuzakların ölümcül kıskacında kahrolacaklardır.

İçi ürperiyor mu kimilerinin bilmem ki. Ürpermediği için midir laylay lom duruşlar. Empati yapmadıkları ya da yapamadıkları için midir kaykılıp üstten bakmalar?

Dünya ısınıp, sonra soğuyacak/mış. Denizaşırı yolların güzergahı bile değişecek /miş. Dünya üzerinde üç dört bölge de yaşam sürerken büyük çoğunluk yok olacak/mış.

İnsanca duruş duruşların en güzelidir yeğenim. Aldanmamak lazım nefsi okşayan işlere. Aldandıkça körelir gözler. Aldandıkça  davranışlarımızın vebali artar üstümüzde. O veballe hakkı da halkı da bulmak güçleşir. Yaptığımız düzgün işlerle içimiz yıkanıp paklanır.

Çoğu insan içinde gizledikleri ve söyleyemedikleriyle yaşam sürmektedir.

Dünya fani; aldanmamak gerek vesselam. Yazının kıymeti de, faniliği bilmekte başlar. Sağlıcakla..

16 Temmuz 2025 Çarşamba

KELEBEK SEVENLER

 

Benim gibi kırsalda yaşayanlar çok iyi bilir.  Neyi? Doğayı, tabiatı, coğrafik yapıları,  yönleri, rüzgârı, hava durumunu, kuşları, böcekleri, sıcağı, soğuğu, velhasıl çok şeyi. Daha küçük yaşta pek çok şey öğretileri arasındadır kır yaşamının. Yaşadıkları bölge içinde ne vakitte, rüzgârın hangi taraftan hangi yöne eseceğini bilir. Ateş yakacaksa ona göre, yabayla secini savuracaksa ona göre vaziyet alır. Basitmiş gibi görünen bu meseleler günlük yaşam içinde önemli mevzulardır.  Nerden çıktı bu konu diye mırıldanabilirsiniz.

Yaban tavşanının arazinin hangi yönünde nasıl bir yapı içinde yatak oluşturacağını bilmeyen av yapamaz. Yaban domuzunun nasıl bir hayvan olduğunu, beslenme şekillerini bilmeyen tarım yapamaz. Gece rüzgârının hangi yönden eseceğini bilmeyen davarına arazide sağlıklı ağıl oluşturamaz.

İnsanın doğasında doğduğu günden itibaren ilerleme düşüncesi vardır. Bu düşünce insanın dolayısıyla toplumun daha iyi durumda olmasını sağlama beklentisidir. Bilgiyi seyret dur. Bilgi, doğa üzerinde egemenlik kurma, isteklerimize hizmet etme aracıdır. Yoksa ilkel insandan bugünkü noktaya ulaşmak mümkün olmazdı.

İnsan ve toplumların iyi zamanları olduğu gibi kötü zamanları olabilir. Değişik sebep ve şartlar iniş ve çıkışlara zemin hazırlayabilir.

Bazen modernleşme söylemleri, arzu ve isteklerimiz bizi maceralara sürükleyebilir.  İçinde yaşadığımız ilçe için bazı sorular soralım.  Tarımı kimler yapmaktadır? Bölgemizde hayvancılık kimlerin elindedir? İnşaat sektöründe kimler çalışmaktadır? Gıda sektöründe üretim ve ticaretin durumu hangi konumdadır?  Yerli halkın yaşam şekli ve pozisyonu ne durumdadır? Bu sorulara gerçekçi cevaplar aradığımızda mesele anlaşılacaktır.

Köylerden kentlere koşarken çağ atladık, modernleşmenin ipinin ucundan tuttuk sandık. Sanayi toplumunun bireyi olma hayaliyle köleleştiğimizin bile farkına varamadık. Renkleri tanıyan sanayide iş bulduğunu sandı ama???..

Yazıya girerken meramım son yıllardaki artan orman yangınlarına parmak basmaktı. Başta değindiğim kadarıyla kırsalda yaşayan insanlar doğada nasıl davranacağını bilirdi. Köy okulları şehirlere taşınınca, kırsalın öğretileri kesintiye uğradı. Kentte yaşamaya alışan nüfus doğada nasıl davranacağını bilemiyor cancağızım! Bilse bile, o alanda sürekli yaşamadığı için “kullan geç” mantığı öne çıkıyor.

Köyleri insansız, dağları hayvansız bırakmamalıydık. Eğrigöz Dağı’nın yaylalarında on binlerce hayvan olmalıydı bu mevsimde. Yaylacık’ın  yaz serinliğinde ormanlar sadece “Yılkı atlarına” kalmamalıydı. Yılkı atlarını özel besiye çeksek bu kadar olmazdı. Meselenin anlaşılması çok basit. Kırsalın besleyiciliği en doğal haliyle üst düzeyde.  Kendi üzerimizde düşünmeden iş yapışlarımızı fark etmek, bu gerçekleri düşününce anlaşılıyor.

Kırsalın insanı yaşadığı alanı çok iyi korur. Hele o alandan ekmek yediği, beslendiği, ekonomik gelir sağladığı için, sahiplenir. Ormanlara kimin girip çıktığı belirsiz. Orman içinde ekonomik değere dönüşebilecek bitkilerde anca yılkı atlarına yarıyor. Yıllardır yöre insanın gezindiği alanlar, kese yollar, kayboldu. Köylerde yaşayan sayılı insana da ormana girmek yasak.

Toplum olarak, kendi varlık ve hakikatlerimiz üzerine durup düşünmemiz gerekir. Köydeki toprağımızı satıp kaç gün yeteceğine bakmak topyekun aldanmaktır. Her birimiz bu ülkenin bireyi olarak sorunları derinleştirmek yerine gerçekçi eylemlerde bulunmamız gerekir. Şehir parklarında  boş dedikodu yapma konforundan(!) vazgeçmenin vaktidir. Konuşulacak çok şey, verilecek yığınla örnek var!   

Kelebekler romantiklerin olsun, karıncalar benim! Sağlıcakla.

14 Temmuz 2025 Pazartesi

VASFIN GÖÇÜ!

 Her gün biraz daha köşesine çekiliyor insan. Tarifsiz sessizliğe bürünmeye meylediyor dil. Huy mu şekil değiştiriyor vakit mi zamana uymuyor tahmini güç bir durum. Negatif pozlardan baskılanmış, sararmaya meyleden fotoğraflar gibi yürekçiğimin duruşu. Kelimelere sığmayacak ağırlıkta duygusal gelgitlerim. Hüzne meyil verdikçe, sonbahar bitkilerinin salınışı gibi içimdeki sesler. Gözyaşlarım ha aktı, ha akacak durumunda. Bu anlar göğsümün en yufka anları. Yanağımdaki yaş en sıcak seyrinde. Sonsuzluğa bırakmaya çalıştığım insanlık ve jet hızında akan zaman.  Hayatla kavgalarım, kaygılarım, şu ana kadar ki en çok da aldanışlarım.

Gönül göklerde uçarken, avuca sığmayan beden. Toprağa basışım,  tatil fotosu paylaşmalarım, sokakta en kasıntılı adım atışlarım. Hey gidi hey! Kargaşa, karmaşa, curcuna, şamata. Dert ettiğim, etmediğim ne varsa duygunun yokuşunda sarıyor yüreğimi. Sardıkça artıyor iç kanamalar. Bacaklardaki derman kesiliyor önce, göz fersizleşiyor gün gün. Boğazda düğümleniyor topak topak hınçlar. Maddi varlıkların, etiketlerin, makam ve mevkilerin, eldeki imkânların, aldatan boşluklarının dehşeti dikiliyor gözlerinin önüne. O dehşetle kapılıyorsun evhamlara.  Pişmanlıklar, ah edişler çakırdikeni gibi yığılsa da üstüne, akılları baştan alan ihtirasların kurbanı olur insan. İnsanın içindeki kör kuyular, fokurdatan amansız ateşler, gereksiz hırslar, doymayışlar, kuruntular, sinsice etrafı dalayan ısırgan oluyor.

“Nasıl bilirsiniz?” dendiğinde cemaatin cılız sesi! Hakkınızı helal eder misiniz? Sorusunda, “helal olsun!” cevabının gürlüğü huzura erdirecek hal midir bilmem ki!

Sürüp gidecek sandığımız günlerin, eskimez sandığımız bedenin, içimizde azgınlaşan kuruntunun hesabını, var olan sonda verileceğini bilmek lazım.  Aldatırken, nasıl aldandığını düşünmeli insan! İçi titremeli içi!  Yalan dolana hapsoluşlar, çamur atışlar, çıkara meyleden davranışlar! Ühhüüü! Yakar insanı yakar!  Anlamayı akıl etmeyenler, insanlık yağmurunun bereketine inat, çevresine ateş üfleyenler, düşmanlıktan medet umanlar; tedavi edilmesi gereken kuru gürültüsünüz.  Sonbahar rüzgârları sert eser. Yerin kovuklarına bile sığmayacak kötülüklerinize son verin yeğenim. “Hayra soluk soluyan, hayırlı insandır” derdi anam. Can yakacak davranış biçimleri sonbahar rüzgârlarının esintisinde gelir kendinizi yakar.

Anam, kimilerine bakıp, “bunun garnı b.k dolu” derdi. Kötülükten beslenenlerin eni sonu ıstıraptır. Kuru gürültü içinde ömürleri gelir geçer. Bir başkasını aldatan kendini aldatır.

Kuşların taze mevsimlere göç için hazırlığı vardır. İnsan da yeni mevsimlere ulaşmak için, her günün sabahında adım atışımızdan, aldığımız nefese, yuttuğumuz lokmaya, ağzımızdan çıkan söze velhasıl duruşumuza bakmak lazım. Hayırla anılanlar olduğu gibi, şerlerinden bahsedilenler vardır. Hangi grupta olmak istersiniz?

Hayat bitse de, duruş ve karakterin güzelliğinden bahsettirmek insanın kendi elinde. Vasıf önemlidir. Vasıf göçerken önemli.  Vasıf huzurun vizesi kardeş.

Türkülerimiz bile açık seçik belirtir her şeyi.  O manada bile dilden dile ulaşır da gerçekler, yine de aymaz kimiler. Hiçbir şey yapmayıp türküleri can kulağıyla dinlese doğru ritmi bulur insan. 

Kul Ahmet’in “seher yeli nazlı yare” sinde “düşmüşem elden ayaktan” dizeleri sonun derinliğini anlatan sözlerdir. Yine  Ruhsati’nin türküsü ne güzel hatırlatıp uyarısını yapar. “çok yaşayan yüze kadar yaşıyor”. Mesele, uygun ve düzgün yaşamakta.yaşamın türküsünü doğru okumakta. Göçler çok yakınımızda. Sağlıcakla

6 Temmuz 2025 Pazar

MEŞGULİYET VE TERCİH!

Hep meşguldük. Neyle? İşle, güçle, geçimle. Hayatın kendisiyle. Ailemizle, çevremizle, köyümüzle, kentimizle velhasıl ülkemizle, insanımızla, insanlığımızla. İnsanlığımızı muhafaza edecek duruşla. Bu yüzden zikzaklarımız olmadı bizim. Bu yüzden mutlu olduk cancağızım. Üzüldüğümüz anlar oldu mu? Elbette. Üzenler oldu mu? Ühhü! Yığınla.

Şu an, geçmişte yaşadıklarımı, kalbimden geçenleri tam olarak adlandırmak zor mu zor. Biz düşüncelerimizi, kimseyi kırmamak adına yüreğimizin kuytu odalarında zapt ederken, sorun çözmek adına bilgiç bilgiç kaykılanların ortalığı karıştırmakta üstlerine yok.  Hatta öyleleri şamatanın tam olarak kendisidir kardeşim!

Sadece sevgiyi, ilgiyi alakayı almaya alışmış kimselerin vermek gibi derdi olmuyor. Zaman içerisinde güçlü küçümseyiciler olup çıkıyor böyleleri. Biz, zamana bitmiş gibi bakıp, alçak gönüllülüğü yüreğimizde tutmaya çalıştıkça hoyratlaşıyor kimileri.  Ha bire içlerindeki kaosu boca etmenin hava ve hevesinde oluyorlar. Böylelerine uçmayı öğretmek, hayatın gayesini özümsetmek zor yeğenim. Terbiyemiz boynu bükük seyrediyor çoğu zaman.

Dün birisi “yüzüne gülve” diyor. Kimin yüzüne? Yanlışın! Yanlışın yüzüne güldükçe daha da arsızlaşmaz mı?   Yüze gülmelerden değil mi şımargınların varlığı? Keserle çivi çakma becerisine sahip olmayanlar teknolojik mikser maşallah. Attıkları her adım misket üten çocuk hevesi ve kurnazlığında.

Biz meşgulken üttü kimileri! Yüzlerine güldükçe,  görünmez tuzakların, çamurların hesabını yaptılar. Yetmedi; şiirimize, sanatımıza, duruşumuza, güçlü sosyal yapımıza dil uzattılar. Gece yarısı telefonlarıyla kudurmuş sözcükler fırlattılar çekinmeden.

Biz hep meşguldük! Neyle?  Toplumun dertleriyle.  Neyle? Üretmenin hevesiyle. Neyle? Sevgiyle. Neyle? Memleket sevdasıyla!

Sizi gidi tıfıllar!  Hastalığınız o kadar açıktaki. Herkes farkındayken siz değilsiniz. Yakan topsunuz olduğunuz yerde. Herkes bulaşmamak için sabrı zorluyor kardeş! Bize de uyarı çekiyorlar an an! “Boş ver uyma, bulaşma!” diye. Siz sabrı bilir misiniz? Yiyip içtikleriniz aklınızı bulandırdıkça düz çizgi kalmaz sizde.

Rahmetli anacığımda çok uyarmıştı çocukluğumuzda. “Filancıya, feşmancıya sakın uyma, uzak dur!” diye. Çirkef olanı bilirdi. Çirkef olanın çirkinliğini bilirdi. Vaktin zayi olmasından korkardı. Anamızın uyarıları bizi mutlu kıldı belki de. Üzülsek de mutluluğumuz eksilmedi. Şükre yaslanmak sırf bu yüzden bile mühim ebbabım!

Bu ülkenin ekmeğini, suyunu içip düzgün yürümemenin hesabını sorar Allah! Yürümeyi öğrenen her insan, yeri geldiğinde uçmayı da öğrenir. Bu topraklara hizmet için kimsenin ittirmesine gerek yok. Kötülükleri içinde besleyip, kendini iyi addedenler, zayıflığınız ortada.

Zayıf olanların düşünce yapısı da arızalıdır. Bir rüya süresi kadar kısa olan şu ömürde gerçek meşguliyetlere, yönelmek huzurun kendisidir.  Bunu bilir söyleriz.

Biz kaybetmeye bile kader deyip tevekkülle karşılarken, kimileri varsın yüz üstü yüzüyor gözüksün. Tüm iyilikleri es geçip insanlığı kalleşçe ortada bırakanlar eni sonu kendi kör kuyularında boğulacaklardır. Attıkları taş kimi zaman baş yarsa da, bizim cennetimiz onların yardığı baştan doğacaktır.

İki kelime,  iyi ve kötü! Mesele tercihte. Sağlıcakla.