İnsan yaşadığı yere benzer/miş. O yüzden, yaşadığım yer bana, ben yaşadığım yere ait özellikler taşır/mışız. Dildeki telaffuz bile yaşanılan yer hakkında keskin emareler veriyor kardeş. İki kelam edince ‘şıp’ diye bölgesi hakkında hüküm verebilirsiniz. Hatta kişinin siması bile coğrafyanın izlerini taşıyor. Yüz çizgisine sinmiş sertlik, gülüşüne karışmış yoksulluk, göz pınarında biriken çaresizlik… Kimi zaman da toprakla yoğrulmuş sabır.
Ben, bu toprakların çocuğuyum.
Taşlı patikalarında ayakkabısı
delinmiş, ayazında el, ayak kulakları üşümüş, güneşinde alnı terlemiş bir köy
çocuğu. Kimi zaman cıvıl cıvıl kuşların ötüştüğü, bacasından dumanlar göğe
uzadığı, avlusunda kuzuların meleştiği papatya kokulu, çimen boyalı topraklar.
Ya da tam tersi! Şimdiler de daha çok terk edilmiş avluların, yıkık bahçe
duvarlarının, suskun çeşmelerin köyleri.
Her taşıyla konuşmuşluğum vardır
köyümün. Her sokağında hikâyelerini
bildiğim, yalnızlığa boyun eğmiş haneler.
Gölgesinde domates tuzladığım, kabuğunu yercesine ikiye şaklanmış
kavunları kazıdığım ve her birine ad taktığım ağaçlar.
İnsan yaşadığı yere benzer/miş
dedik ya, benim de konuşmam toprağın dili gibi duygu yüklüdür. Düşüncelerim
uzun bir yaz akşamı gibi ağır ağır salınır. Üstüne bastığım toprak konuşur
seninle. Ağaçların esen yelle salınışında içerin serinler. Yörenin kuşlarından
öte, kaplumbağanın samimiyeti, karıncanın enerjisi siner üstüne. Belki de bu yüzden şehirde sıkışıp kalırım
çoğu zaman.
Biri hızlı konuşunca içim gerilir.
Kalabalık yerlere girdiğimde, yüzler tanıdık değilse, ayaklarım geri geri
gider.
Oysa köyde, insan selam verirken
bile yüreğini koyar söze. Burada ise insanlar selamı bile eksik veriyor yeğenim.
Ya da görmezlikten gelip, geçiyor usulca. Şehirde yürürken binalara çarpıyorum
sanki. Her köşe, tenimi tırmalıyor nedense. Hele son yıllarda geldiğimiz
noktada betonların arasında kaybolmuş yüzler, kimliksiz adımlar, sahte
telaşlar. Uf uf! İçimi acıtıyor desem hiç yalan değil. Her şey hızlı, her şey
yüzeysel. Ne ağlamaya vakit var, ne gülmeye doya doya. Ne selam var içinde hal
hatır barındıran, ne de bir gülüş var içi dolu olan.
Ömrümün bu deminde kendime baktıkça,
yaşadığım yeri sorguluyorum gün gün.
Yer mi kusurlu ben mi soruları
çoğaldıkça, durumum ağıt yakılacak düzeye geliyor. Ben mi kalıba girmeye
sığmıyorum ya da yontulan değerlerimin farkında mı değilim?
Biz, doğduğumuz toprağı sadece
haritada bir yer sanır olduk. Oysa o toprak, yalnızca bedenimizi değil,
ruhumuzu, davranış şekillerimizi hatta kişiliğimizi şekillendiriyor kardeşim!
Bir dağın yamacında büyüyen
çocukla, denizin kıyısında büyüyen çocuğun aynı hayata bakması mümkün mü? Yokuş
aşağı koşarken yüzü koyun yere yamanan bir çocuğun dizindeki yaranın kabuğu bile
sabrı öğretir sabrı!
Kireçle badana yapılmış duvarlar iç
serinliğini, camına gazete sıvanmış çerçeveler yetinmeyi belletir yıl yıl.
Şimdi sorun kendi kendinize! Ben
nereye benziyorum? Veya yaşadığım yer bana ne kadar alışık? Belki de insan,
doğup büyüdüğü yeri terk ettiğinde, kendinden de bir şeyleri bırakıyor ardında.
Dili değişiyor, yürüyüşü değişiyor, düşünce biçimi bile değişiyor. Ama yine de
bazı şeyler değişmiyor. Kimi zaman bir kokuda, bazen bir türkünün ezgisinde,
bir köy ekmeğinin diliminde birden dönüyor o eski benlik. İnsan sesiyle de
yaşadığı yere benzer/miş.
O zaman anlıyorsun ki, yaşadığımız
yere benzerken asıl benzerlik, içimizde taşıdığımız yerlermiş.
Zaman sessizce eksilirken içimizden. Ahırdan
gelen inek böğürtüsü, tavukların gıdaklaması, eşeğin anırması, tarlaya giden
yorgun insan sesleri, kapı gıcırtısı. Uf, Ufff! Mekânlar, o sesleri duymayınca
yetimleşirmiş birader! Kentlerde de sesler önce alçalıyor, sonra kendi kabuğuna
çekilmeye başlıyor. Biz, bizden vazgeçiyoruz kuytu köşelerde. “Kim” olduğumuza
dair sorular çoğalıyor içimizde. Ve bir
gurbet türküsü ki, yürek yakıyor. Sağlıcakla
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder