Her iki dedem güngörmüş insanlardı.
Anlatmaya başladıklarında dilsiz dinlerdik. Saatleri tutar, zihnimizde harman ederdik
sözlerini. Savaşlara, yokluklara, dair anlatımlar ibretlikti. Hikaye ve
masalların doğruluğa sevk eden yanları vardı. Onlar anlattıkça bir olmanın
sırrına ererdik. Bir olmak, birbirimizin acısına süs olmaktı. Fikrin harmanında
acıları bölüşmekti. Kader ve kederde ortaklaşa davranabilmekti. Sıkıntı
anlarında kucaklaşabilmekti. Birbirimizin elini tutabilmekti. Dost uyusa da düşmanın uyumadığını
bellemekti. Anlattıkça anlardık çok şeyi. Hey gidi hey!..
Gözler uzaklara dalar,
Balkanlardan, Trablus’tan, Kore’den Arap yarım adasından, Çanakkale’ye, oradan Dumlupınar’a uzayıp
giderlerdi. Giderken dostu düşmandan
ayırt etmeyi ihmal etmezlerdi. Vatan sevgisi dillerinde duaydı. Dualar öğün
aşıydı kısaca.
Bizi bizden çalmalara uyanık
kalmamızı sağlamaktı her kelam. Üst başları eski olsa da sözleri yeniydi.
Referans noktaları belliydi. Hak kokardı, hukuk kokardı, kitap kokardı, vatan
kokardı anlatımları. Onlar anlattıkça şekillenmişti çok şey. Onlar anlattıkça
güveçte pişer gibi pişti duygularımız. Pişerken pişirildik. Yarenlerle oyun
arkadaşlığından öte kan kardeşi ilan ederdik birbirimizi. Kardeşliğin
gereklerini yerine getirmenin gayretinde olurduk. Birbirimizin ellerini öyle
tutardık ki, benim kanım onun, onun kanı benim damarlarım da dolaşıyor gibi
olurdu. Komşunun işi benim, benim işim komşunundu.
Hal böyleyken kapıldık ayrılık
rüzgârlarına. Usul usul ve sessizce esen rüzgârla düşürdüler ayrı. İpe sapa
gelmez düşünceyle ele avuca sığmayan tavırlara büründük. Önce hanelerde odalara
ayrıldık sonra ibadethaneleri bölüştük. Neresinden tutmaya kalksam bölük börçük
kardeşim.. Başımızın üstünde yer verdiklerimiz, yemeyip yedirdiklerimiz vurdu
ilk darbeyi. Şeytanla yol arkadaşlığına koyulanlar tüm değerlerimizi ütüp
gitmek istedi. Üterken yıkmak… Bizim biz olmamızı hazmedemeyenlerin değirmenine
su taşıdılar durduk yerde.. Biz büyürken üzerimize olmayan, dar gelen ne varsa
bir bir geride bırakırken haddini bilmezlik de ne... Kandırılmış insanlar
hortladı gecelerin orta yerine. Bizden bildiklerimiz bize saldırdı. Düşmanın eliyle
olmasa bile düşmanın diliyle düştü bombalar. Düşerken düşürmeye meylettiler. Of
ki, of!
İnancımız, imanımız tamdı bizim.
Örfümüz yerli yerindeydi. On yılda on beş milyon genç yarattık her yaştan
marşları söyleyerek her bir yurttaşla öğünmüştük. Ya şimdi? Güven tükendi
güven. Bizi bizden ayırdılar. Her güne yeni şüphelerle uyanır olduk. Ayarları
bozuldu kimilerinin. Aylardır kalemimi ısırıyorum ayarı bozulanları gördükçe.
Atalardan aldığımız öğütle insanlığın acısına ağıtlar yakarken, Gazze de,
Türkistanda her nerede zulüm gören varsa acısını içimizde biriktirirken
merhametsizlerin hışmına uğradık durduk yerde. İçimizdeki merhametsizlerin
dehşet zindanlarını kavrayamadık. Kavradıklarımızın mermi dolu yüreklerini
bilirdik de, bağrımızda zemin tutanlardan şüphe dahi etmezdik. Soframızda
oturanların ekmeğimizi bölüşenlerin kardeş kanı içmeye niyetlendiğini
bilemezdik.
Ey bu memleket için can veren
yiğitler! Bu nokta da en azından sizi selamlamadan, adınızı bir kez olsun anmadan
bu yazı çok eksik kalırdı çok.. Toprağınız da sizin kadar engin olsun.
Yarasa kılıklılara geçit vermediniz
ya! Yiğitliğinizle bizlere örnek oldunuz ya!
Şimdi dedemin hikayelerini,
anılarını, anlattıklarını yeniden hatırlama vakti. İkinci dünya savaşından beri
kendi topraklarında savaş görmeyenlerin bölgemizdeki ayak oyunlarını bilmek
bellemek gerek. İçimizdeki işbirlikçilerini tanımak gerek.
Karakoç üstadın dediği gibi; Olmalı
gardaşlık Lale gül gibi/Resulü Zişanla Cebrail gibi/Bizi bize düşman edip el
gibi/Bu hale koyana gardaş mı deyim.
Kime gardaş diyeceğimizin, kimi
dost belleyip sarılacağımızın farkına vardıracak şuur ve bilincin içimize
dolması dileğiyle. Sağlıcakla