Hey gidi günler!..
Gemisi olmayan düşlerimin eğlencesi gelip gelip takılıyor ufkuma. Bu ufukta çoğaltıyorum yirmi dokuz harfin ifade edebildiklerini. Evimizin yanındaki “Aşşa Bunar”ın akışına döküyorum bulgur kazanlarını. Goca kavaklardan açcık genç olanına sırtını yaslamış, derin bakışlarla öylesine seyreden yaşlıları resmediyorum bir bir. Bulgur sergilerine dadanan kuşların ürkek duruşlarındaki manayı çözmeye yelteniyorum an an. Hayrat dutlarının olmamış meyvelerinde olgunluk arayan karatavuğun çığlıklarını kayda koyuluyorum gün gün. Su kabağından yapma kepçelelerle kazanında kaynayan pekmezi savuran köylü kadınların gayretine sabır ekliyorum mevsiminde.
İfade edilmek için bu yaşa gelmemi bekleyen bu hatıralar yumağı. Vay bee! Takvim yaprağının aksine sırasız dökülen anılarla gözlerim buğulanıyor. Yüreğim göynülüyor! Kucağıma döküldükçe bir bir, altmış beş yaşın avutucu armağanı oluyor kardeş!
Hey gidi günler!....
“Aşşa Bunar”ın yanındaki çifte kavaklar kadar görkemli izler bırakmış hatıralarımda. “Mezarlık altında”ki dar meraya örüklenmiş merkebin sessizliği bozan, belki de bungunluğun isyanı diyebileceğim, şartlara itiraz edişin haykırışı olarak adlandırabileceğim anırışı hala kulaklarımda yeğenim. Şartlara boyun eğişle nişaşta çıkaran kadınlar!
Boşluk karın doyurmazdı, isyan ediş boşaydı. Ne varsa çalışmaktaydı birader. Bunu bilir, yokuşa vuran yollarda dikersin yırtılan ayakkabıları. “Yenim dar, yerim dar” bahaneleri işe yaramaz, vakti boşa harcadığını çarçabuk anlarsın.
Kararan kapları külle ovar, çamaşır kazanına kül katarsın. Hatta yemeğin, çayın kaşığını tencerenin dibini külle ovalarsın. Ovalayınca görürsün, temizliğin aydınlık yüzünü. Hey gidi hey!
Çokların hiç işitmediği ama benim bildiğim eskiye dair şarkıdır bunlar. Yüzyılın değil yarım asır öncesinin şarkısı ebbabım! İçli, duygusal, bir o kadar gerçek! Sana sesleniyorum kardeş! Dinlemek zorunda değilsin, mecburiyet hiç değil. Benim dağarcığımdan dökülüp gelen bu şarkılar eskilerin şarkısı. Bir o kadar da eskimeyendir aslında. Hiçbir şey sonsuza dek sürüp gitmez cancağızım! Senin bu kayıtsızlığın da… Kaydet koy bir kenara yine de.. N’olur n’olmaz! İlkbahar sandığın günlerde sonbahar gelip öpüverir insanı!!.
Yağmurun baskını olur da düşmanın baskını olmaz mı? Hele yokluğun.. uf, ufff! Zamanın tutsaklığına boyun bükmek, ölümü kabullenmektir. Karşısına oturtup ağzına geleni söylüyor elin oğlu. Ne acı, ne vahşi, ne acımasız! Çaresizliğin acısını çekmek zor olsa gerek.
Oruç ayında orakçıydık biz. Dilimiz dışarıda, dudaklarımızda beyaz köpürcükle kosa salladık yeğenim. Yorgunluğu gelişinden belli olan rüzgârların dostluğunu kosaları sallarken beller insan. Sarı buğday tarlasında bedenini yaladıkça başakları okşar üstelik. Ve bedeninde kısa vadede oluşturduğu hoşlukla türkülere yaslanırsın. “ Değmen benim gamlı yaslı gönlüme” diyerek iç dökersin.
Yaşanmışlıklar kendini böyle anımsatmak istiyor. Kırk yıllık öyküler dökülüyor bir bir. Belleğin değirmeninden geçmiş ne varsa dağarcıktan çıkıp çıkıp geliyor. Şişkinler, şişkinlikler kim nerede, ne varsa! Altmış yıl öncesinde bir akşamüzeri bacalardan çıkan dumanların türü bile bağdaş kurmuş duruyor gözlerimde. Tarlaya çapa vuran analar, yünden konçlu çoraplar örüyor dört şişle. Eliyle göğsüne vurup işten kaytaran oğullara isyan savuran direncin anaları dikiliyor göz önüme. Anaların yüreğinde yumruk gibi asılı kalan duyguları duygularıma karışıyor bugün bile.
Suyu kaçtı toprağın. Rahatsız edildi mi kaçar. Bu yüzden belirir obruklar. Değirmene taş koydum/Taş dönmüyor dönmüyor. Sağlıcakla.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder