Oturduğum yerde dağlara takıldı
aklım. Çevremizi çevreleyen dağlara kuş bakışı dalıp dalıp çıktım. Hay Allah!
Oluyor böyle bazen bende.
Dağ deyince ürkütür insanı aslında.
Engeldir, geçit vermeyen arazi parçasıdır. Şiirlere, türkülere, aşklara
sevdalara, hasretliğe konudur da öylesine bakar geçeriz çok vakit. Dumanlıdır
hep başı, yüreği dağlayandır. Yüreği yakandır. Derttir, tasadır nedense hep
gözümüzde. Biz insanoğlu böylesine kötümser anlamlar yükleriz nedense.
Ressamlarda böyle mi bakar dağlara
bilmem ki. En görkemli dağ manzaralarını fırçasıyla şekillendirirken başına kar
kütlelerini koyuşu, soğuk duruşunu vurgulamaya dair bir eylem midir? Güneşle
aramızdaki engel gördüğü için midir günü, dağın kıyı veya köşesinden usulca
resmetmesi?
Kar neden önce dağlara yağar,
yağmurları neden mıknatıs gibi kendine çeker bilmem ki. Neden başı hep dumanlı
olur? Tam bilimsel bir konu. Bilimsel yanlarını bilimciler açıklasın bence.
Dağların dili olsa da kendi haykırabilse başındaki dumanı çok daha güzel olur
aslında.
Çevremizdeki dağları say deseler
bir çırpıda sayamamanın korkusu sarıyor yüreğimi. Öğretmen karşısında ık -mık
eden çocuk edasında kalmaktan korkuyor insan. Her gün gördüğüm, uzaktan
seyrettiklerimi tarif edememek ne kötü.. Onlar benimle sürekli iletişim
halindeyken, derinliklerinden en hayati yaşam malzemelerini bize sunarken
ismiyle tanımamak ne hazin. Utancımı içimde gizlemeye çalışırken elim telefona
telefona gidiyor. Orman Bölge Müdüründen öğrenme kolaylığına yöneltiyor aklım.
Yuh olsun duyarsızlığıma, yuh olsun kayıtsızlığıma, yuh olsun vurdum
duymazlığıma!.
Soluduğum hava, içtiğim su, etini
yediğim keçi, sebze ve meyvesini tattığım dağların varlığından bi haber olmak
ne derseniz deyin içimi burktu bugün. Evimin penceresinin bir tarafı Yaylacık’a
bir tarafı Bodağan’a bakarken benim mutfaktaki musluğa bakmam ne kadar
anlamsız. Uf uf!
Bu yazıyı okurken içinden benim
anlamsızlığıma verip “ dert ettiğin şeye bak” deyip şarkılar bile
mırıldanıyordur kimileri. Kim bilir? İçinden akıp gelen suların dili olsa da
dağların yürek zenginliğini anlatsa bana. Anlatsa türlü nebatatı, bitkiyi,
ağacı, börtü böceği, madeni de sevdalarım bir kat daha artsa. Anlatsa da Necip
Fazıl’ın Sakarya Türküsü gibi türküler, şiirler düzebilsem dağlarıma. Düzerken
Yaylacık, Bodağan Alabarda, Taşlı dağ,
Türkmen dağı gibi niceleri gözlerime dikilse. Eğrigöz’ün eğriliğine en kavi
anlamları yükleyebilsem de dillerde
çağlayanlar gibi çağlasa şiirler. Karları yağdırsa Kütahya’nı dağına
türküler. Dağları sevdadan delik deşik etse aşıklar. Of of!
Suyun hangi dağın suyu olduğunu,
çiçeğin hangi dağın çiçeği olduğunu bilmek kadar güzel bir şey var mı? Bir
çiçeğin kokusunu içimize çektiğimizde bütün zamanlar içimizde canlanır.
Topyekûn dağların kokusunu çektiğinizi düşünün siz. Of Allah’ım! Neler
canlanmaz ki!...
İnsanın sosyolojisi kadar önemlidir
dağların sosyolojisi..İçinde yetişen nebatatların her birinin hikayesi
yazılmalı aslında. Domaniç dağlarındaki kestanenin, Alıçın. Kantoron otunun
bilimsel analizi olmalı..Esatlar dağından fırlayıp çıkan suyun insanlığı nasıl
selamladığının destanı olmalı kardeşim. İçinde cirit atan yılkı atlarını
resmetmek yetmez bana. Bir varmış bir yokmuşla başlayan masalları olmalı
dağlarımın. Kulağımda fısıldaşan şarkıları olmalı. Sular şiirlerde akmalı,
kuşlar uçmalı. Uçtukça, dağların sevdası yeniden depreşmeli.
Sahi neydi adı?.. Dağlar
dağlarrrr…. Yolver geçem. Sağlıcakla
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder