Kelimelerin sırrı vardır. Cümlelerin birikim adına topladıkları… Dilin
kendi sırdır aslında. İnsan sırdır, yaşam sırdır, yaşanmışlıklar sırdır.
Sırlara sığınırsınız, güvenirsiniz de kimi vakit. Sır sandıklarınız sıradandır
belki de.. Hatta sır yanıltandır da. Kim
bilir?
Anamın çinko mutfak eşyaları oldu
bir vakit. Toprak mutfak eşyalarının ardından hatta bakırın ardından belirdi
onlar. Süt beyaz renklerin üstünde desen desen çiçekleri olurdu. Anam onları
dizdi mi rafa keyfine diyecek olmazdı. Yeni ele geçirenler için göstermelik bir
eşyaydı bir yandan. Rafların en görünecek yerine sıralanırdı büyüklü küçüklü.
Alıcıydı al beniliydi. Suyla, azıcık
sabunla yıkasan alıcılığı hemen çıkardı ortaya. Kimyasal özelliklerini say
desen benim gibi birinin sayması elbette mümkün değil ama birkaç çeşit
sülfürden oluşmuş camsı görünümü olan bir kaplamaydı işte. Alt malzemeyi
koruyan bir şey.
Düşmeye düşürmeye gelmezdi. Anam
bunu bilirdi de “ sırını dökersiniz “ diye sıkı sıkı tembihlerdi. Ellemeye
korkardık bu yüzden. Hay Allah!.. ne zaman yazıya heveslensem anam yetişiyor
imdada. Anam da olmasa yazıya girecek hikaye yakalamak zor.
Sır dökülse alttaki malzeme ne işe
yarardı ki? Yaşamın sırları olmasa yaşamın bile bir anlamı olmazdı belki
de. Yazının bu noktasında anlamsız ve
yersiz duygulara mı savruluyorum bilmem ki. Sırlı kelimelerden sıyrılmak adına
geriye eskilere yöneleyim ben yine. Eskilerle sır köprüsü kurabilirsem ne
ala!..
Radyodan arkası yarınlar, Saniye Can’dan
türküler dinlemekten öte sosyal icralar görmeyen bir nokta da üç günlük
düğünlerimiz olurdu bizim. Düğünlerinde çalgıcısı veya çalgıcıları diyelim.
Asarcıklı Topal Ahmet. Davulcu İsmela, gırnatacı Memedela.. Hisarcık
ilçesindendilerde, yerel ağız pek çok ismi yuvarlayıp söylerdi. Topal Ahmet
sazını çenesinin altına kıstırdı mı ağlatırdı kemanı. Kemanın çıkardığı içli
ses yürekleri dağlardı. Hele Mehmedela gırnataya üfledikçe üflenen nefes su
olur damlardı. Damlayan su gırnatanın
göz yaşı bile sayılabilirdi.Uf uf!
Yaşlılar oturak havası der, gençler
oyun havası. Oturak havaları içli olurdu. Topal Ahmet gerçekten topaldı ama
kemanesi değildi. Kemanın yayı tellerin
üstünde gidip gidip gelirken hüznü toplar, yüreği yoklardı. Yaşlı kesim
yüreklerindeki hüznü kemanın sesine ortak ederlerdi. Hey gidi hey!
Bizim köyün “Musa” sı vardı bir
de.. meczup demeyelim de garipliğin meczubu biraz daha doğru tarif olur
herhalde. Köyde ki tek gramofonlu adamdı. Gramofonun türküleri dertleriyle
buluşturduğu, diyemediklerini dediği için midir bilinmez, severdi. Dönemine
göre bu yönüyle bir adım önde bile sayılabilirdi. Günde kaç plak çalardı, aynı
plağı kaç kez döndürürdü bilinmez. Musa’nın hangi sırları vardı bilmem ki!..
Gıran Harmandan aşağı salındığında ince müzik sesi geliyorsa bilirsin ki Musa
gramofon çalıyor. Gramofonu onun elinde görmüştük de taş plaklar sanatçılar
kimdi bilmem imkansız.
Topal Ahmet oturak havasına girip
hüzünden hüzüne koşarken elinde kaşıkla ortaya çıkan gençler bozardı havayı.
Bir müddet görmezliğe gelerek inadına sürerdi yayı.
Yine o yıllara aitti sanırım destancılar.
Elinde basımdan çıkmış destanları satmaya çalışan kişiler görmüştüm Tavşanlı
pazarında. Onları okuyarak satmaya çalışırdı. Destanlar da dokunaklıydı,
acıydı, hüzündü. Sırı dökülmüş duygularıydı belki de insanımızın. Ortak acıları
yaşamış insanların dilli düdüğüydü sanırım destancılar.
Bizim halkımız bilir ama
söyleyemez, hisseder ama dillendiremez. Destancılar söyleyemeyenin
söyleyicisiydi herhalde. Savaşları görmüş, hikayeleri dinlemiş insanlar için
ezgiler yüreklerdeki sırrın dışa vurumudur.
Hey onbeşli onbeşli/ sokak yolları
taşlı diyen ezgiler dillerde sallanırken, memleket şiirleri bir tutam çiçekken
sırrı dökülmüş duyguyla bedensel aşk şiirleri düzenlere selam olsun.
Bunlarda benim ortaya dökülen
sırrım sayın. Sağlıcakla..