Evin penceresinden görünen tarla ve yolların soğuktan kaskatı kesildiğini görünce düşünceye dalıyor insan. Dalarken zamanda yolculuğa soyunuyorsun. Bu soyunuşla yüreğindeki iç sesleri birbirine dolanıyor. Dolanışlar berbat hissedişleri kümeliyor üzgün, üzüntülü. Vakit geriye sarkıyor, sarkan vakitlerde eski zaman hayallerinin sisli ortamında nefes alıp vermeye çalışıyorsun.
Kimi yaşadıklarını yazarken, kimi
yaşayamadıklarını yazarmış. Kimileri yaşadı mı, yaşamadı mı belirsizken,
anlatının zorluğu çıkıyor ortaya. Tenin buz kesiyor, soğuktan kaskatı kesilmiş toprak
gibi kıpırtısız kalıyorsun.
Yaşananlar anlamsız mıydı? Gereklimiydi?
Sorular soruları çoğaltırken, hava kararmaya, şehrin üst noktasındaki hastaneyi
yalayarak gelen bulutlar çoğalmaya başlıyordu. İçimde hüzünden yumaklar
oluşuyordu. Ne fizik, ne kimya, ne matematik
ne coğrafya umurumda değildi. Duygu adına birikenlerin hiç biri, umurumda olmayanları
kabullenecek ölçekte hiç değildi. Eşgare yaşananları elemeşkere duyguya
dökmekti. Belki de o duyguyu tekrar kendi içinde yaşarken anamın, “gitsin
gitsin gelmesin o günler” sözünü hatırlamak, hatırlatmaktı.
Neler biriktirmişim yüreğimde. Dinlemiş,
notlar almışım kardeş. Patlak Hasan’ın un değirmenin yeni dişlenmiş döner
taşının una karışmış kırıntılarının gıcırtısını dişlerimin arasında
hissediyorum yeğenim! Bu gıcırtının bugüne ulaşmış frekansını duygu duygu
ölçüyorum. Hak ediş veya etmeyişleri daraya koyuyorum. Daraya koyup yazarken
katılaşan bedenimi yumuşatmaya çalışıyorum hece hece. Açık kalan duygusal
yaraları iyileştirmeye meylediyorum kelime kelime. Yazmanın huzur veren yanını
keşfettiğimden bu eylemi inatla sürdürmeye gayret ediyorum.
Yazmak da kolay iş değil. Yürekte duygu adına biriken ne varsa karşıya
aktarmak, hissedişleri çoğaltmak hiç basit değil. Hayatını, zamanını, işini
gücünü bu amaç için harcamak gerekiyor. Kendince bir dünya kurmayı göze
alabilmek gerekiyor.
Evin penceresinden soğuktan
katılaşmış toprağı, kayganlaşmış yolları gözlerken, sobanın içinde çıtırtı
çıkararak yanan odunu, çaydanlığın içinden dışarı yayılan çayın kokusunu,
düdüklü den üç yüz iki tahliyesi gibi tısıldayıp mutfağa yayılan proteinin buhar
kokulu lezzetinin farkında olmak yada olabilmek hissedişin gücü biraz da. Hey
gidi hey!
Zamanı gölgemle ölçen ben,
beslenmelerimi dahi dijital saatle belirliyorum. Zaman tünelinde en yoğun duygu
seliyle anlamlandıramadıklarımı yeniden anlamaya özen gösteriyorum. Dışarıda keskin
soğuk eşliğinde, kimlerin nasıl yandığını ve yanıldığını ölçüye vuruyorum. Cümlenin
içine giren kelime dışarıdakine bakakalıyor. Cümlenin içindekiler,
dışındakiler. Kümeler, kümeleşmelerde
böyle değil mi?
Duygu yoğunluğu ilmek ilmek
birbirine girdikçe, ev içindeki dağınıklığa dönüşüyor duygular. Heyecan artıyor,
kalbin ritmi hızlanıyor, soluk kesiliyor. Bu kesiliş esnasında radyodaki türkü
araya giriyor.
Mısıri
kuruttinmi/ Ambarda duruttinmi/Nenen çarık giyerdi/ Bunları unuttinmi.
Üşüyordum. Üşümelerim daha da
arttı. Dedemin çarığı, arpa başaklarını kesip döverek tüketen ninelerin
çaresizliği gözümde toplandı. Dün ve bugün! Sen ve ben! Saten çarşaf, yumuşacık yastık ve yorgan, dahası ergonomik
döşekler! Yan gelip yatmalarım! Değmeyin keyfime! Dedelerimin cephesi, ninelerimin
çilesi! Uf, uff! Oflar ve uflar üşüşen duyguların traşı kardeş.
İçimde delice dağlar yükseliyor. Derin
uçurumlar beliriyor. Azgın sular akıyor. Karanlık mağaralarda yarasalar
kovalıyorum. Bu duygular içinde
yeldirirken cama konan yoz güvercinin masumiyeti farklı duygulara yelken
açtırıyor. Yazmak zor iş! Okumaksa ciddiyet ister. Sağlıcakla.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder