26 Şubat 2025 Çarşamba

YÜN KAZAK

 

Çiftçiliğin icabı olan işler benim işimdi. Aralıksız harman dövdüğümüz günler saman tozağını en çok yuttuğumuz günlerdi. Yılmadık, isyan etmedik, tevekkülle gayreti birleştirip toprağın etrafında dönüp durduk. Yağmuru gözlerken, afetlerinden Allaha sığındık. Biz harmanın telaşında kendimizden geçerken, yakınımızdaki kaplıcaya şen şakrak geçen aileleri görürdük. Bu görüşler yutkunuşlarımızı artırırdı. Bu esnada kaynardı içimizde kazanlar.

Anamın işleri zaten bitmezdi. Bulguru kaynatmasından dövmesine, çorabından dokumasına, belirgadından turşusuna, yufkasından tarhanasına, söküğünden çamaşırına hatta evin kirecinden badanasına kadar. Dahası avlunun temizliğinden, sokağın süpürülmesine varıncaya. Ühhüü, yığınla iş anlayacağın. Bungunluğundan dudaklarında belinler belirirdi insanların.

Zaman kısa iş çok! Analık duygusu mesuliyetlerin en büyüğüydü. Mesuliyeti bildi mi insan, emaneti yüklenmenin sorumluluğunu da bilirdi. Bilmezsen?  Perişanlığa, perişanlık eklenirdi.

Aerodinamik döşeklerde kim rahata uykular uyuyorsa geçmişe dönüp anamı, anaları hatırlasın kardeş! Alkışların en büyüğünü hak ettikleri halde görmemiş olanlara birer Fatiha yollasın en azından. Şartların omuzlarına yüklediği sorumlulukla kendinden vazgeçip, iş delisi oluyordu insanlar.  Kimse bu anlatıları palavra filan sanmasın. Bunlar en gerçekçi istatistiktir yeğenim.

Bunları anlat anlat bitmez. Niye anlatıyorum? Senin rahatlığının nereden geldiğini açığa vurmak için. Gevşekliğin huzur değil, muzur getireceğine işaret etmek için. Anlatmasam? Vebali yeter cancağızım!

Anamın pamuk, yün atmada kullandığı yayı tokmağı, bükmek için çıkrığı vardı. Evin yazlık dediğimiz bölümünde atma ve bükme işlerine anamın hüzün yüklü türküleri eklenirdi. Evim evim ayeydin evim türküsü en sevdiği türkülerdendi.  Bungunluğuna bungunluklar eklense de evinin aydınlığı bir başkaydı anam için.

Köy sessizliğinde günün ağarmaya yüz tutunca ayağa dikilirdi anam. Ellerinde nasırlar abdestini alırken yüzünü tırmalasa da tebessümü elden bırakmazdı. Yün atmak, pamuk atmak derdi elindeki kirişten yaya vurmaya. Her vuruşun yarattığı titreşimle yumuşaklık yünün, pamuğun özüne yayılırdı. Zamanını alsa da bu işler, üstesinden gelmenin iç huzuru yeterdi. Yün ve pamuk atmasının ardından çıkrıkla yünden ipler üretmenin, bükmenin telaşesi başlardı. Çıkrığı döndürüp, iğe iplerin dolanışını seyretmek sanat eseri seyretmek gibiydi. Hem sabır, hem ustalık anamdaydı cancağızım. Çıkrığın sesi anamın türkülerine ritim tutardı. O nasırlı eller tam bir sanatçı eliydi yeğenim. Yün atmak, ip bükmek emekti. Yaşamak dediğin alın teri ve emekle bellolurdu. Alın terinden beslenmek hayatın en güzel yanıydı. Huzurlu, dingin. Zor ama kaygısız.

Anam başlı başına sabırdı, azimdi, hayata nasıl tutunacağını gösteren öğretmendi. Ortaya koyduğu her ürün hayatının dışa vurumuydu. Üstüme giydiğim yün kazak insanı sarmalayan sevgiydi. Ördüğü yün eldiven, yün çorap, üstümdeki dokuma göynek anamın hayatının örgüsüydü aslında.

Ben ve benim gibiler o örgünün içinde büyüdük yeğenim. Eğer sabrın, azmin,  inancın, mücadele ruhunun, insani duruşun bir kırıntısı varsa üzerimizde sahibi anamdır. Ya babam? Kuleli terazinin kefelerine karşılıklı koysan ağdırmazlar ebbabım!

Mesele odur ki, hayat birlik ister. Hayat bütünlük ister.  Yün atma, çıkrık çevirme sürecini anlatırken sabrın, hayata tutunuşun, direncin, emeğin, mücadelenin ölçüsünü ortaya koymaktır meram. Analık ve babalık hissini ortaya dökmektir diğer yandan. Velhasıl sevgiyle kucaklamak kucaklatmaktır. Sağlıcakla.

23 Şubat 2025 Pazar

METCEZİRLER

Duygu ve hissedişlerimin gelgitleri oluyor ya da med cezirleri. Olup bitenden kolayca etkilendiğim yaş grubunu çoktan aşmış olsam da üstümde gerginliğini yaşıyorum. Bazen gelgitlerle, medcezirler birbirine karışıyor. Hangisi hangidir, ayırt etmekte zorlanıyorum yeğenim!

Suntalem kaplaması masanın üzerindeki bilgisayarda eski yazılarımı karıştırıyorum. Karıştırdıkça “unuttum” sandığım pek çok anı bilinçaltımdan kör köstebek gibi dürtüyor. Yüreğimin dinginliği bu esnada bozuluyor. Yılların dili olsa, yaşananların kaydı olsa, neyi neleri, nasıl aldığının tespiti kolaylaşacak.

Kimileri yaşlandıkça askıda çalışan motor gibi vaktin gelgitinde zamanı öldürürken, benim duygu ve hissedişlerimin gelgitleri ruhumda at koşturuyor. Yaşanmışlıkların etkisi, anıların derinliklerinde saklandıkları yerden çıkıp çıkıp gelince, dalıp gidiyorum. Dalmalar bazen hüzne, bazen tatlı burukluklara yelken açıyor. Yok saydıklarım, sayamadıklarım.

Geçmişin izleri, zihnimin kıyısına vuran dalgalar gibi, bazen usulca bazen en hiddetlisinden gelip çarpıyor. Yaşayıp geçmiş olduklarını yeniden yaşar gibi oluyorsun. Yaşarken, anıların içinde kayboluyorsun.

Gözlerini kapattığın an yepyeni hatıralar diriliyor gözlerinin önünde. Dirilen anıları gördükçe yaşanılan şeylerin insan üzerinde bıraktığı izin derinliğini ölçmeye yelteniyorsun.   Silinmiyor, solmuyor, kaybolmuyor. Önü açılınca sanki bir nehir. Bazen durgun, bazen çoşkulu, bazen en çılgınından sel!

Nehrin akışını izlerken ellerinle dokunmak istiyorsun bir daha. Dokunduğun asla aynısı olmasa da, geçmişe yolculuk insanın kendini tanımasına, anlamasına düşünmesine, derinliğine katkı yapıyor.

Her bir anı, bir hazine.  Acısıyla tatlısıyla hayata anlam katan, aynı zamanda insanı büyütüp, olgunlaştıran şeyler cancağızım! Geçmişe dönüp bakmak insanın kendi yolculuğuna çıkmasıdır. Kendi yolculuğunda kendine bakmasıdır yeniden. Her yolculuk kendine daha da yaklaşmasıdır. Senin sen olduğunu fark edersin. Her anı, her hissediş, her duygu bizden bir parçadır aslında. Bizi biz yapan bu parçaların bütünüdür cancağızım!

İnsanı, insan yapan değerler önemlidir.

Evinin penceresine kasılıp, aracından yola çöp atanları, sokakta havlayan köpekleri, olumsuzluk adına ne varsa görüp gözleyerek şikâyet edecek merci arayanlardan kendi yolculuğunda kalmak en hayırlısı.

Yardım düzeni geliştirmek insanın kendi huzuru için bile önemlidir. Oturduğun yerden eleştiri geliştirmek en kolay iş. Yerden bir çöpü kaldır! Iıh! Şu caminin tuvaletlerini bir kerecik de sen yıka! Niyeymiş? Şu sokağın temizliği için iki süpürge de sen vur! Benim işim mi? Şu komşuya hal hatır sorup gönül al! O da kim? Ühhüüü!

Bunları düşünürken bile bendeki gelgitlere, medcezirlere bak. Gelip gelip gidiyor! Alçalıp alçalıp yükseliyor.

Garaj yolunun açılması için yaygarayı basan adam eğlencesine eğlence katarken(!) sen hayatın dengesini kurmaya meylediyorsun. Bu meyille dolanıyor diline Çoşkun Sabah’ın şarkısı.

Anılar, anılar, şimdi gözümde canlandılar/ anılar, anılar beni bu akşam ağlattılar” Sağlıcakla

DAMLADAKİ ÖZ

Su damlası kendisini selden sorumlu tutmazmış. Hal bu ki, deryalar damlalardan oluşur. Deryaların kendine has dalgalanışı, çırpıntısı, salınışı vardır. Bireylerin oluşturduğu toplumu da deryalara benzetmek mümkün. Denizlerde, dalgaların en sert vurduğu yerler, kıyılardır. Kıyı olmak sorumluluktur. Kıyıların sağlamlığı güvenin tesis edilmesine sebeptir. Sen ne kadar sağlam olursan ol çevren zayıfsa,  kolay yıkılırsın.

Şu cümlelerin derinliği o kadar yoğun ki! Atasözleri de bazı şeyleri anlamaya, anlatmaya o kadar meyilli ki!  Bezce bez bile kenarından belli olurmuş. Ya işte öyle. 

Kıyımızdaki çürüklüğün bize verdiği zararları düşünün. Ya da sağlamlığın kazandırdıklarını.

Doğa herkese eşit fırsatlar vermezmiş. Özünde herkes aynı olsa da fırsatların yarattığı ayrıcalıkları yaşarmışız çoğu zaman. Ya da olmayan fırsatların suskunluğunu belki de.

 İnsan anladığını anlatabilir. Adamlıktan başka anladığı bir şey olmayanlar o kadar çok ki. Bunları görüp gözledikçe susmanın zorluğunu yaşıyor insan. Onların, boşluğundan kaynaklı hatalarından ders çıkarsan da çıkardıklarını hayata geçirecek alanlar da çoktan zapt edilmiş kardeş.  

Herkesin sonu aynı! Sınırlı vakitlerin yolcusu olunca insan, değiştirilemeyen sonuçtur ölüm. Hey gidi hey! Geçici de olsa, ele geçirdiği fırsatın yarattığı güçle baş en yükseklerde. Baş yüksekteyken beden dipsiz kuyularda yeğenim.  Sonuç, toprağın kabulüdür nihayetinde.

Beynimizin tavan arası; yaşamı kolaylaştırmak, objektif bir bakış sergileyebilmek için vardır. Baş göğe kalkınca ara mara kalmıyor kiminde. Sonuç unutuluyor sonuç! Anlasa, kendi durumunu fark edebilse, zarafet kendiliğinden oluşacak.

İnsanın görüp gözlediklerini yazıyla aktarma biçimi bile hassas mevzu. Aktarmanın kendi içinde akışını, dalgalanışını, renkten renge, duygudan duyguya geçişini okumakta olduğunuz yazı da bile gözlemek mümkün.

Yazıya su damlasıyla başlamışken mevzu nereye geldi bak. Damladan deryaya dönüşüp akışırken, kelimelerde dökülüp cümleyle vuruyor satıra.

Kelimelerdeki özensizlik cümlede sırıtır yeğenim. Satırı bozar satırı. Bozulan satırda anlam yaratmaksa, imkânsızlık mertebesinde.

Kendini selden sorumlu tutmayan damlalar topluluğuysa derya, deryanın sorumluluğu da tartışmaya açık hale gelir. Bu toplumun bireyi olan herkes sorumlu davranmalıdır.  Çünkü her insan bir zamandır. Zaman dilimi içinde topyekûn gelişmeye katkısı olmayanı tarih sorgular. Sorgulama noktasına gelmek bile zaman kaybıdır. Zaman insan ömrüyle sınırlıyken verimli kılmak önem arz eder.

Her insan verdikleriyle aldıklarını ölçüye vurmalıdır.  Ya da ürettiğiyle tükettiklerini. Bu vuruşla denklik oluşur.  Sorumluluğun ölçüsüdür bu mesele.

İnsan kalitesi, elbisenin marka etiketinden çok daha önemlidir. Deryanın özü damlaysa, toplumun özü insandır kardeş!

Kimi bir demet maydanozu üretip, tezgâha koyma telaşında elleri nasır tutarken, tiktokta alevlenen ateşiyle ahlaksızlığın hoyratlığında arsızlaşanları aynı kefeye koymak zamanın kaybıdır yeğenim! Güvelenmiş bakliyattan sağlıklı yemek çıkar mı? Uf ufff! Dönüşüm de dikkat edilecek mevzulardan biri. Geliştiğini sananlar dönüştüğünün farkına varamıyor. Ah! Diyecek zaman dahi kalmıyor.

Sorumluluğun çizgisini çekmek de zorlaştı sosyal medyanın çeşitlendiği ortamda. Gündüz kuşakları sosyal medyanın güvelendirdiği insan tipleriyle dolu.  Zayıflayan irade, ortaya çıkan asabiyet, kıyıdaki çürüklük, yıkılan ortalık. İncirin çekirdeği bile un ufak oluveriyor. Öz gidiyor öz!

 Hastane önünde incir ağacı/ Doktor bulamadı bana ilacı.  Yozgat yöresinde Ali ve Ümmü’nün hikayesi radyoda yanık yüreklerden dökülmeye başlayınca duygular sil baştan köpürüyor. Sağlıcakla.

13 Şubat 2025 Perşembe

ÇEVREDEKİ YANARDAĞLAR

 

Düşünmek, insana mahsus özelliklerdendir. Sorup sorgulamak da. Peki hayat nedir öyleyse? Doğmak, büyümek, gelişmek ve günü geldiğinde ölmek midir hayat? Doğumla ölüm arasındaki geçen süre boyunca alıp verdiğimiz soluktan, yiyip içtiklerimizden haz duymak mıdır kısaca? Üzüntülerin, tartışmaların, duygusallığın, mutluluğun veya mutsuzluğun, düşündüklerimizin, yazdıklarımızın, okuduklarımızın, elde etmeye çalıştıklarımızın toplamı mıdır yoksa?

Kimim ben, ne yapıyorum, neden doğdum, neden yaşıyorum gibi sorular sordunuz mu kendinize? Hayatın anlamını gerçekten sorguladınız mı?

Sırf yemek, içmek, uyumak her gün aynı hareket ve tavır içinde yaşam sürecini tamamlamak mı mesele? 

Zor sorular bunlar kardeş! Zor soruların cevapları da zordur yeğenim!

İçinde yaşadığınız toplum, üzerinde yaşadığınız toprak için neler diliyor ve istiyorsunuz. Her gün üzerinden gelip geçtiğiniz sokaktaki her bir hanede yaşayan insanlar için arzu ettikleriniz nelerdir? Bana nemi diyorum veya diyorsunuz? Sorular, düşünceler ve düşler birbirini kovalıyor yeğenim.

Tüm bu soruların ışığında kendimce belli noktalara işaret etmeyi insani duruş ve görev sayıyorum.

On bir şubat doğum günüm. Önemsemem ama kova grubundanım.  Bizim yaş gruplarının doğum günü kutlaması, partisi şusu busu olmaz. O kültürle yetişmedik çünkü. Akşam, hanımla birlikte sessiz sedasız oturuyoruz. Kapı zili çaldı. Misafir gelmesinin geçtiği bir saat.  Mesele uzun sürmeden anlaşıldı. Doğum günü pastasıydı sessizliği bozan. İçimde bir huzur, bir sevinç, bir gurur! Aradan iki gün geçti. Kapıda kargo. Allah Allah! Bir bot, bir ayakkabı. Bunlar söylenecek anlatılacak şeyler değil belki ama bazen küçük ayrıntılar büyük sevinçlerin habercisidir. Dünyanın tapusu verildi sanki. Maddi şeylerin heva ve hevesi değil mesele. Mesele topluma ne tür insan kazandırdığınla alakalı. Onlara verdiğin kattığın değer, bilinç ve eğitimle alakalı şeyler. Dünyaya gelmesine vesile olduklarının yaşam içindeki davranış şekilleri. Bundan kıymetli ne olur ki! Huzur vermeyen ortamda dünya senin olsa ne yazar. Geride bıraktığın neslin hayırlı ve hayırsızlığı üzerine azıcık kafa yormak olayı açığa kavuşturuyor aslında.

İşin ana fikri, dünyaya gelmesine vesile olduğumuz çocuklara yeterli ehemmiyet ve önemi göstermek, maddi servete verilecek önemden daha kıymetli kardeş. Yeterli ilgi gösterilmediğinde anne babaya tasdiknameyi veriveriyor çocuklar.  Allah korusun!

“Para yok” denildiğinde deliren, en yakınlarına sövüp sayan, kös kös yatıp, efelenmeyi marifet sayan,  çevresine güven vermeyen, buna rağmen mangalda kül bırakmayan çocukların ebeveyni olmak ister misiniz?

Yanardağların fokurdamasını önlemek insan yetiştirmenin önemini bilmekten geçiyor.

Paranız az olsa da, çocuklarınıza ilgi tam olsun birader.  “Düşünmek insana mahsustur” lafını en başa bu yüzden yapıştırdık. Bazı şeyler, yemek içmekten öncelikli. Paradan puldan çok daha kıymetli.

Gündüz kuşağındaki televizyon programlarında seyredilen serserilikler, insan yetiştirme de anne babaların ilgisizliğinin, düşüncesizliğinin, kaygısızlığının ya da kayıtsızlığının eseri.  Of off!

Benim bunları yazmam bir şey değiştirecek mi? Düşünmüyorum değiştireceğini. O türler okumuyor ki zaten. Kendin yaz kendin oku. Biz yazarak, sorumluluğu azalttığımızı sanıyoruz belki de. Kim bilir? Hayırlısıyla…

9 Şubat 2025 Pazar

YANAĞIMDAKİ GÖZYAŞI

 

Anamın ölümüyle başladı sözlerin bendeki anlamı. Hiç dikkat etmediğim, dinlememiş gibi gözüktüğüm sözler tıpır tıpır dökülüyor önüme. Hiç bir işe yaramayan insanlar için, yer ve duruma göre; “ölüye ağlamaz diriye gülmez” derdi. Başka ne derdi? “Akmaz, kokmaz” lafını sık kullanırdı. Her iki sözde içinde yaşadığımız toplumun gerçeklerini ortaya koyması açısından önemlidir. Mana derinliği oldukça yüksektir.  Hareketsiz ve monoton şekilde öylesine duran bir insanın veya eşyanın kime ne faydası olur ki! Canlı, cansız faydası olmayan şeyler için “ha varlığı, ha yokluğu” demek geliyor içimden. Etkisi olmayan şeyin dikkate değer toplumsal katkısı da yoktur.

Böyleleri için kimi zaman toplumda “bana dokunmayan yılan bin yaşasın” gibi dayanak yaratacak sözlerde söyleniyor. Kimseye dokunmuyor ki, sana dokunsun kardeş! Hareketsizlik ve sessizliği önemli bir özellikmiş gibi algı yaratmaya çalışanlarda oluyor. “ ağzı var, dili yok” diyor mesela.

Gelişen ve dijitalleşen dünyada ortaya çıkan meseleler hakkında Allah rızası için bir çift sözü olmaz mı insanın. Bir komşunun işinin ucundan küçücük de olsa tutulmaz mı?

Akıp kokmamanın bencilliği aşan boyutu da var yeğenim. Bir çiğnemlik sakızı komşusuna ikram edemeyene ne denir bilmem ki! Mesele almak olunca ühhü!, “yeter” demez. Akıp kokmayanların cimrilikleri de hat safha da. Kurnazlığa varan duruşları da artısı.  Gözlemlerim odur ki böyleleri, duygusal anlamda bile tıkanıklık yaratan parazit durumundadırlar. Bu tipler her halükarda kazançlı çıktıkları için durumlarında değişiklik yaratmak da istemezler.

Düşünseler de söylemezler, kar edecekleri günü öylece beklerler.

Bakın çevrenize, inceleyin, gözden geçirin. Onlarcasını keşfedersiniz. Doğumla başladı ölümle bitti dünya.  Kime, neden, nasıl, niçin, hangi tonda, hangi biçimde ve amaçla fayda sağladın?

Derin sessizlik….. akıp, kokmayanın nesi olur ki? Akıp kokmayanların bir dilim ekmeği hep fazla olduğu için maddi birikimde yapıyor.  Tosbağa gibi kasıla kasıla yürümeleri yok mu bir de. Görevlisi yapsın diye evinin önündeki çöpe dokunmuyor. Eğilirken beli incinecek.  Tövbe tövbe! Kenarda durmanın, dokunmamanın faydasını yutmuş yalamış böyleleri. Yutmuş yalamış olanları “efendi” diye de işe yerleştirilmelerine vesile oluyoruz üstelik. Gelir girişini belli seviyede tutmak için adres paylaşımı yapıyor uyanıklar. Yaa,  sessiz sedasız “efendi” bunlar. Akıp kokmayı bırak, söğüşleyecek ortam arıyor kimileri.

Hal bu ki bizim toplumumuzun benimsediği çok kıymetli milli ve dini değerleri vardır. Komşuluk hakkı da bunlardandır.  “komşuyu komşuya mirasçı kılacak sandım” hadisi şerifi kulaklarımda çınlıyor. Çınlıyor da, algılar bozuldu, hak kavramı yozlaştı birader. Kimi akıp kokmuyor, kimi hakka inanmıyor. Gücüne göre “çalışmak” ibadet ölçeğindeyken, çalışmıyor yeğenim. Dini ve milli öğretiler bile düzgün kişiliğin oluşmasında etki yapmıyor artık.

Akıp kokmayanların; ölüyle, diriyle de işleri olmuyor. “o zaten öyledir” deyip geçiştiriyoruz. Hâlbuki bu türlerin dünya nimetlerine karşı zaafları da yükseklerde oluyor. Almaya alışkın oldukları için, “vermek” gibi bir dertleri olmuyor. Vermek, gönül zenginliğidir en başta. Vermeyi sadece maddi olarak da düşünmemek gerek.   Sevgi, saygı göstermek hatta bir selam bile, akıp kokabilmenin içinde olan değerlerdendir. Gönül zenginliği dediğimiz iç zenginlik de böyledir.

Ben de, ne yaparsınız ki; kelimelerin savurduğu duyguda kimi zaman içim, dışımı kemirip duruyor. Bu kemirme,  içinde yaşadığımız ve sınırı olan dünyada güzelliklerin üst seviyede olması arzusundan kaynaklanıyor.   Arzuların bedenime yüklediği yükle yüreğim yoruluyor. Gözyaşlarım yanaklarımda uçuşurken, akıp- kokmayanlar keyif çatıyor. Sağlıcakla.

DUYGULARIN TRAŞI

 

Evin penceresinden görünen tarla ve yolların soğuktan kaskatı kesildiğini görünce düşünceye dalıyor insan. Dalarken zamanda yolculuğa soyunuyorsun. Bu soyunuşla yüreğindeki iç sesleri birbirine dolanıyor. Dolanışlar berbat hissedişleri kümeliyor üzgün, üzüntülü. Vakit geriye sarkıyor, sarkan vakitlerde eski zaman hayallerinin sisli ortamında nefes alıp vermeye çalışıyorsun.

Kimi yaşadıklarını yazarken, kimi yaşayamadıklarını yazarmış. Kimileri yaşadı mı, yaşamadı mı belirsizken, anlatının zorluğu çıkıyor ortaya. Tenin buz kesiyor, soğuktan kaskatı kesilmiş toprak gibi kıpırtısız kalıyorsun.

Yaşananlar anlamsız mıydı? Gereklimiydi? Sorular soruları çoğaltırken, hava kararmaya, şehrin üst noktasındaki hastaneyi yalayarak gelen bulutlar çoğalmaya başlıyordu. İçimde hüzünden yumaklar oluşuyordu.  Ne fizik, ne kimya, ne matematik ne coğrafya umurumda değildi. Duygu adına birikenlerin hiç biri, umurumda olmayanları kabullenecek ölçekte hiç değildi. Eşgare yaşananları elemeşkere duyguya dökmekti. Belki de o duyguyu tekrar kendi içinde yaşarken anamın, “gitsin gitsin gelmesin o günler” sözünü hatırlamak, hatırlatmaktı.

Neler biriktirmişim yüreğimde. Dinlemiş, notlar almışım kardeş. Patlak Hasan’ın un değirmenin yeni dişlenmiş döner taşının una karışmış kırıntılarının gıcırtısını dişlerimin arasında hissediyorum yeğenim! Bu gıcırtının bugüne ulaşmış frekansını duygu duygu ölçüyorum. Hak ediş veya etmeyişleri daraya koyuyorum. Daraya koyup yazarken katılaşan bedenimi yumuşatmaya çalışıyorum hece hece. Açık kalan duygusal yaraları iyileştirmeye meylediyorum kelime kelime. Yazmanın huzur veren yanını keşfettiğimden bu eylemi inatla sürdürmeye gayret ediyorum.

Yazmak da kolay iş değil.  Yürekte duygu adına biriken ne varsa karşıya aktarmak, hissedişleri çoğaltmak hiç basit değil. Hayatını, zamanını, işini gücünü bu amaç için harcamak gerekiyor. Kendince bir dünya kurmayı göze alabilmek gerekiyor.

Evin penceresinden soğuktan katılaşmış toprağı, kayganlaşmış yolları gözlerken, sobanın içinde çıtırtı çıkararak yanan odunu, çaydanlığın içinden dışarı yayılan çayın kokusunu, düdüklü den üç yüz iki tahliyesi gibi tısıldayıp mutfağa yayılan proteinin buhar kokulu lezzetinin farkında olmak yada olabilmek hissedişin gücü biraz da. Hey gidi hey!

Zamanı gölgemle ölçen ben, beslenmelerimi dahi dijital saatle belirliyorum. Zaman tünelinde en yoğun duygu seliyle anlamlandıramadıklarımı yeniden anlamaya özen gösteriyorum. Dışarıda keskin soğuk eşliğinde, kimlerin nasıl yandığını ve yanıldığını ölçüye vuruyorum. Cümlenin içine giren kelime dışarıdakine bakakalıyor. Cümlenin içindekiler, dışındakiler.  Kümeler, kümeleşmelerde böyle değil mi?

Duygu yoğunluğu ilmek ilmek birbirine girdikçe, ev içindeki dağınıklığa dönüşüyor duygular. Heyecan artıyor, kalbin ritmi hızlanıyor, soluk kesiliyor. Bu kesiliş esnasında radyodaki türkü araya giriyor.

Mısıri kuruttinmi/ Ambarda duruttinmi/Nenen çarık giyerdi/ Bunları unuttinmi.

Üşüyordum. Üşümelerim daha da arttı. Dedemin çarığı, arpa başaklarını kesip döverek tüketen ninelerin çaresizliği gözümde toplandı. Dün ve bugün! Sen ve ben! Saten çarşaf,  yumuşacık yastık ve yorgan, dahası ergonomik döşekler! Yan gelip yatmalarım! Değmeyin keyfime! Dedelerimin cephesi, ninelerimin çilesi! Uf, uff! Oflar ve uflar üşüşen duyguların traşı kardeş.

İçimde delice dağlar yükseliyor. Derin uçurumlar beliriyor. Azgın sular akıyor. Karanlık mağaralarda yarasalar kovalıyorum.  Bu duygular içinde yeldirirken cama konan yoz güvercinin masumiyeti farklı duygulara yelken açtırıyor. Yazmak zor iş! Okumaksa ciddiyet ister. Sağlıcakla.

8 Şubat 2025 Cumartesi

YAZ DOSTUM!

 

Kimileri, yazarlığın havasında kibre varan vücut dili sergilerken, hatta hava atma yarışının efeliğine soyunurken biz yazmanın huzurundayız sadece.  Biz yazar değil, yazanız kardeş! Neyi? Yaşamın kendisini! Neyi? Bu milletin var olan değerlerini! Duygusunu, hissedişlerini, sevdalarını, türküsünü Türklüğünü. Bekleyişlerini, beklentilerini. Evirip çevirmeden özünü yeğenim. Hatta özümde olanı.     Yaradanın müsaade ettiği ölçüde, imkanda..

Rahmetli Barış Manço, “Yaz Dostum”dediği şarkısında ne güzel anlatmış öz olanı, olması gerekeni. Kendi kendini sorguladığı bir satırda “ Yaz dostum, Barış söyler kendi bir ders alır mı?” diye kendine soruyor, sorguluyor, sorgularken sorgulatıyor aslında. Daha neler neler diyor açıp bakın şarkının sözlerine. Bakarken girin derinliğine.

Doğayı kaygısız ve kayıtsız severim ben. Neden? Nedeni, abartısız duruşundan, olduğu gibi kaldığından.

Bir şiir dinletisinde sözde etiketi ve bazı yan şarjlarla süslenmiş şişkinliği üstünde şahıslarla karşılaştım. “Yazar” mış!!. Hadi ordan!  Yazar olsan ne yazarsın? İnsanlık ve edep sıfır olunca ne işe yararsın ki. Kendi yazdıkları kendisine fayda sağlamamış olanlar “ukala”lık mertebesindedir. O kadar işte.   Şişkinliği çevreye zarar yeğenim. Bir yerlere sırtını dayayıp “güç bende” pozlarında. Bu tür yalamalara hemen hepimiz rastlamışızdır. Böyleleri müzmin hasta grubundadır ama hastalıklarını bilmez, fark etmezler.

Doğaya bakıp ders almak gerek. Doğa oynaşmaz. Doğa şişkinlik yapmaz. Doğa hava atmaz. Doğanın ukalalılığı olmaz. Takvimin yaprakları onun güzelliklerini bir bir gösterir. Yaşar, yaşatır. Sırayla tek tek! En güzelini sona saklamıştır.  İnsanı sükûnete erdiren, avutan bir yanı da vardır en sondakinin! Sonu düşünmeyen hataları kucağında biriktirir,  tekrarlar durur. Off, Of! Acırım böylelerine. Acırım da, bir şey yapamamanın kaygısında kalırım

İnsan her yeni güne başlarken, kendine nasıl hizmet etmesi gerektiğini düşünmeliymiş. Gerçekten bu düşünce biçimi başkalarına faydalı olmanın, yardım etmenin tüm yollarını insana gösteriyor. Yani kendin için istediğin, istemediğin mantığı biraz da. Fırsatlar sonsuzken, hastalıklı yanları ağır basıyor kimilerinin. İnsan olmanın anahtarı fayda sağlamaktır. İşin aslı budur esasen. Bu bir kerecik mesele de değildir. Doğanın mantığında abartısız, gösterişsiz, sırasıyla. “Vermek” ödülün kendisidir yeğenim.

Yukarıda bahsettiğim yandan şarjlı süslüler, vermekten çok almaya alışık huylulardır. Bu türler, vermenin huzurunu bilmezler, sondaki hediyeden habersizdirler.

İnsan seçtiği yollarla verdikçe, huzurun sonsuzluğunda kazançlar edinir! Kimileri bırakın vermeyi; büyüklüğün, bir adım önde olmanın hırsında, kırıp dökmeye odaklanıyor.

Çevrenize bakın nasıl zarar verdiklerini göreceksiniz. Mahallenize bakın, ilçenize bakın, ilinize bakın.  Üh hü! Fert fert, küme küme. Güç ve kudret için girmeyecekleri kılıf yok. Halbu ki gücün ve kudretin gerçek sahibi belli kardeşim. Bu neyin aldanışı? Onlardaki bilmemenin rahatlığı mıdır? Iıh!, biliyorlar. Nefisleri ruhlarını kabzetmiş farkında değiller.  Farkında olmamaları felaketin ta kendisi.  Bu felaketi veya felaketleri (!) yok saysam yazmamam gerekirdi. Görüyorum ve yok saymıyorum. Bulundukları alanın gelişimine engel teşkil ediyorlar tespitini ortaya koyuyorum.

Bu tespiti orta yere koyuyorum. Felaketlerin eylemleri aynı şekilde devam ederse “ eh, ne yapalım gelecek sefere farklı tepkiler ortaya koyarız. Bakışımıza farklı açılar ekleriz.  Elimizden gelenin en iyisini yapmaya çalışırken,  insanca hatalarımızın kaygısına düşeriz.

Yaz dostum güzel sevmeyene adam denir mi/ Yaz dostum selam almayana yiğit denir mi/Yaz dostum altı üstü beş metrelik bez için/Yaz dostum boşa geçmiş ömre yaşam denir mi. Sağlıcakla