BERRAK
BİR YAZI
Halil Oral/Tavşanlı
Pürüzsüz duru bir yazı yazacaktım.
Sıcaklığı ekim ayının ortalama ısısına denk düşsün diyordum içimden. Bu niyetle
oturmuştum bilgisayarın başına. Televizyonda “Dila Hanım” oynuyor. Yoğunlaşmak,
kafamdaki parçaları birleştirip bir kaba kotarmak mümkün gözükmüyor bu yüzden.
Yazmak için televizyonsuz bir yer
olmalıydı ama burası tam olarak neresiydi?
Kocaçay’ın kenarında bir çınarın ya
da bir söğüdün dibi olsa mesela. Kuşların cıvıltısı kulaklarıma hoş sedalar
verse.. Güneş sırtıma vurdukça üşüme
ürpertilerim kaybolsa. Sağ elinin üç parmağıyla şarap şişesini tutan adam
kafasını geriye kanırtıp içkisini gırtlağına boca ederken bakışları rahatsızlık
vermese mesela. Başıboş köpeklerin sürüsü içinize korku salmasa.. Altına oturduğum ağaç küçük esintilerde
yapraklarını döküyor olsa. Vakit tam olarak ikindi vaktine sallansa.
Ya da Durak Mahallesi’nde Hasan
Ağa’nın fırının yanındaki çınarların dibi olsa. Sıra sıra dizilmiş masaların
etrafında kümelenmiş insanlar aralarında çok ciddi şeyler konuştuklarını tahmin
ederken kuşlar mayısını boşaltsa. Direksiyonuna hafiften yan oturulmuş aracın
egzozu geçerken acayip homurtular çıkarmasa. Kahveci Cemal’in çayları biraz
daha sıcak olsa. Bu sıcaklık sırasında tüm masalar fısıl fısıl siyaset konuşsa.
Dilenciler bu esnada masaları sarsa. Fırından çıkan maya kokusu etrafı kaplasa.
Şehrin orta yerindeki meydanın
havuz başı mı olsa yoksa. Hatta seçim öncesinde tüm yerel adaylar arada ütopik
vaatler sıralasa. Kimi “sosyallik” dese, kimi “önce insan” kimi “çevre” dese. Bu
sırada renkli balonlar gökyüzünü kaplasa. Alkışlardan yer gök inlese. Bu inlemeyle
herkes ben kazandım bilse. Hay Allah!
Önemli şeyler bunlar. Ama
düşündüğüm gibi duru bir yazı yazmak hiç de kolay değil. Vazgeçmenin boşluğuna burun kıvırırken nadas
yapılacak tarlada buldum kendimi. Mazotun okkası, gübrenin torbası akla düşünce
nefesin rengi değişti. Kalbin atışları bitişti. Kaygıların derinliği arttı.
Traktörün sigortası bitmiş, fenni muayenesi geçmişti. Altındaki lastikler
kendisi kadar eskiydi. Eller tümden nasırdı. Pazarda müşteri hepten haklıydı.
Ispanak yüksek, domates pahalıydı. Kim haklı kim haksız karışıktı. Kim mutlu
kim mutsuz soruları yerli yerindeydi.
Toprak hayattı. Toprak sevdaydı.
Umutlar tarlaydı. Atalardan geçen bir kısım toprak BeBe (2B) ydi mesela. Böyle
denmesi bedeldi. Yılan, çıyan, köstebek, keklik, tavşan taa çocukluğumdan
bildik yabandı. Anlarmışım gibi bilgiç yazılarım, boş gevezeliklerim vardı.
Gevezeliğim sürdükçe köprülerden çok sular akardı. Çocuklar okula gider
dershaneden çıkardı. Hanım bu esnada tarhanaya nohut katardı. Kış kurutmalık
biber aşını yedikçe kolonları gaz basardı.
Gördünüz mü yazının geldiği
noktayı. Oysa duru olacaktı. Yalın ve berraklığının yanında Ekim sıcaklığında
kalacaktı. Kaldı mı? Tarlada türküler söyleyip ıslıklar çalacaktım. Herkes
uyurken ben çalışacaktım. Son model arabaya kasılıp kıvrak müzikler eşliğinde
size el sallayacaktım. Mutluluğunuza mutluluk katacaktım. Yazının berraklığıyla
sizi parklarda koşturacaktım. Yazım tosbağalar kadar ağırbaşlı, güzel ötüşlü
kuşlar kadar neşe saçacaktı. İçimde mutluluk adına ne varsa yazıda zirveye
çıkaracaktım. Seçim süreci tam olarak başlamadan aday olacaklardan bile kıvrak
davranıp ağzımdan ballar akıtacaktım. Hatta seçimlik eşantiyonlar dağıtacaktım.
Öykü henüz bitmedi. Televizyonda dizi hâlen devam ediyor. Tüm bunlar olur
belki. Kim bilir, belki bir gün. Sağlıcakla.