5 Ekim 2025 Pazar

OCU, ŞUCU, BUCU

İnsanı anlamak oldukça zor ve karmaşık bir mesele. Hangi açıdan nasıl ve ne şekilde bakacağız? Bir yöntem ortaya koysak bile kime göre, neye göre olmuş olacak.

Tarihi süreçleri gözden geçirmeye kalksak, ühhü! Akademik bir çalışma gerekecek. Günler, aylar belki de yıllar..

Yüzeysel bir bakışla anlaşılıyor ki, tarihten ders almadığımızdır. Dünyayı kanla sulayan savaşlar, katliamlar, kıyımlar, soykırımlar, sabotajlar, ihtilallar, işgaller, işkenceler. Sıralasak sayfalara sığmayacak. 

Öncesini kurcalamasak bile 1914 yılının temmuzunda başlayan savaşın dört yıllık bilançosu on milyon ölü, yirmi milyon sakattır. Avrupa’ya maddi bilançosu 350 milyar dolarlık yıkımdır. Tarihi kayıtlar bunu böyle yazmaktadır. İnsan kaybı karşısında paranın ehemmiyeti olur mu? 

Birinci dünya savaşında kimlerle savaştık. Kafkas ve Galiçya cephelerinde Ruslarla, Makedonya’da Yunan ve Fransızlarla, Çanakkale’de İngiltere, Fransa ve İtalya ile, Filistin, Suriye ve Irak cephelerinde İngiliz ordularıyla… Milyonlarca genç, kadın ve çocuğun açlıktan öldüğü de kayıtlardan anlaşılmaktadır.

Geçmişin rakamsal boyutlarını ifade etmedeki maksat tarihten ders çıkarılmadığını vurgulamak içindir. Bir tek savaşta öldürülen milyonlarca insanın sorumlusu kimdir?

Yazılıp çizilenlerden elde ettiğimiz rakamlara göre, İkinci dünya savaşında da 66 milyon insan öldürülmüştür. Söylemesi ne kadar basit! Can bu can!

Sebep ve sonuçları yaratan insandır neticede.  İnsanın iç dünyasının sentezinden kimliği oluşurmuş. Buradan şu çıkarımda bulunabiliriz. İnsanın duruş ve davranışlarına bakıp kimliği hakkında bir kanıya varabiliriz. Anlayınca haklılık payesi mi vereceğiz. Asla! 

İnsanın yaşam biçimi kişiliğine tam olarak yansırmış. Büyük kişilik ve büyük dünya görüşü olmadan büyük (!)insan olunmazmış. 

Küçük insanların büyük göründüğü dünyada huzuru bulmak zordur. İnsan vahşileşmek, vurup kırmak zorunda değildir aslında.

Asırlardır savaşları başlatan, yakıp yıkan, vurup, kıran, yağmalayan insanlar kimdir? Tek tek incelense ortak kişiliğe sahip olduğu anlaşılır herhalde. İnsanı ve insanlığı utandıran, üzen üstelik mahveden tipler aynı tiplerdir. Güdük aklımla ben böyle düşünürüm en azından. Bu tiplerin dünyaya, insanlığa verdiği zararın bir hukuku, yaptırımı olmayacak mı? Sözde var. Bugün gibi hafızalarımızda olan Bosna Hersek’te Sırp Ordusu katliamları. Binlerce insan öldüğüyle kaldı. 

Netice, millet olarak aklımızı başımıza almalıyız. Milli birliğimizi oluşturan değerleri daha da kıymetlendirmeliyiz. Ocu, şucu, bucu gibi ayrımlar, bölgede ağzının suyunu akıtanlara karşı koz verecektir. Milli birlikten söz etmek, insana sorumluluk yükler. Şahıs olarak bu sorumluluğun bilincindeyim. Boşuna konuştuğumu, yazıp çizdiğimi düşünüp okumaktan vazgeçenlerin insanlık adına umutsuzluğa düşmüş olması gerekir. Düşme durumu varsa bunu da ayrıca sorgulamak gerekir.

İnsan gördükleri ve yaptıkları üzerine düşünmelidir. Kavrayışımız düşündükçe gelişir. Tüm bunlar yaşama düzen verme konusunda kolaylık sağlar.

Adımlarımız ölçülü, düşüncemiz insanlık üzerine olsun. Sağlıcakla.

4 Ekim 2025 Cumartesi

ARKA SAFIN KUYTUSU

Şairin ne dediğine, davranışların hangi kapıya çıktığına bakmazken, yırtılan gecelerde ölüyor bir bir insanlık. Kurşunlar kalıptan kalıba giriyor, çığlıklar birbirine karıştıkça sessizleşiyor dünya.  Bu sessizlikte artıyor yürek titremeleri. Sular bile dar arklarda boğulurken, denizlerin çılgınlığı yıkacak ev, kıracak bel arıyor. Kimi yeri, kimiler göğü arşınlıyor. Kalıba uymayan bu duruş ölüm olup dökülüyor yeryüzüne.

Gökten düşeni rahmet bilirdik biz. Gökyüzünde kümelenen bulutları bereketin habercisi sayardık kardeş. Şimdi taştan katı hınç dolu, kin dolu çelik yapılı şarapneller düşüyor kimsesizlerin üstüne. Gık demiyor, gıkı çıkmıyor sözde insanların. Kaçamak güreşlerle hamasetin belini kırıyor kimi. Ben ve benim gibilerin yüreği kıpır kıpır kıpırdandığı halde şehir meydanlarında kahır söylemleri seslendirmekten öte geçmiyor, geçemiyor. İçlerdeki öfkeden ağızları bıçak açmıyor kardeş. Bedende bir üşüme bir titreme…

Dünyanın kodlarını çözdüler. Birliğe beraberliğe dair ne varsa bertaraf oldu.  Düşünce puslandı,  huzura dair olanlar kış karanlığına büründü. Bunları da görecekmişiz. Olmaz denilenler insan eliyle oluyor. Olurken şaşıyor akıl. Bu şaşkınlıkta duygular hiddetini artırsa da dizlerim karıncalanıyor, bileklerimden aşağı ince sızılar peydahlanıyor.

Az önce yaşayıp gözlediklerimiz, az sonraki daha beterin habercisi mi? Şer odaklarının dillerinde dolananlar nereye, kime, nasıl zararlar vereceği ortada. Meydanda görünen, dilde dolanan topyekun dünya huzuru olması gerekirken!?... Kusurdan büyük cinayete varan duruşlar neyin habercisi yeğenim?

Bu sessizlik hayra alamet değil. Duruşlar duruş değil! Şalvar gecelerinde hoyrat gösterilerin tam zamanı birader. Kıyımlar ancak böyle geçiştirilir. Ancak hoyrat sesler birbirine girdiğinde duyulmaz çığlıklar, can verişler. Şenlik dediğin böylolmalı!

Yaprakların önünde ceylanların susması insanca bir duruştur aslında. Normal ölümler bile insana hüzün verirken, canilerin vahşeti karşısında şalvar gecelerinde oynamak değil, en azından ağlamaktır. Bu yüzden bölünüyor uykularım.  Gözlerimi yumsam da bombalar, yıkılan haneler, açlıktan ağlayan çocuklar gözlerimin önüne dikiliyor. Bedenine kan bulaşmış bebelerin masumiyeti deliyor yüreğimi. En tedirgin uykulara yorgan örtüyorum. Göz kapaklarımın arkasında ayaklanmalar başlatsam da asılsız kalıyor her şey. Sabahın er vakitlerini diri tutuyorum. Ölüp ölüp diriliyorum desem yeridir.

Herkes arka safın kuytuluğunda yer arıyor cancağızım.  Ön saflar hepten boş aslında. “Safları dolduralım” diyecek kimse yok ortada. Adamlar kurmuş düzeni vesselam. Bırakın ölsün insanlar. Bırakın çocukların çığlığı denizlerin soğuk sularında yitip gitsin! Ne günlere kaldık! Ne acılar görüyor, gözlüyoruz!

Hesabını yapmadığımız dünyanın, hesabını tutmadığımız bu genişliğin, yükü olmayan duruşların, arka saflara sinen insanlığın bir bedeli olur kardeş! Bu bedel gelip bizi bulmaz inşallah!

 Düşündükçe alın çizgileri artıyor, Kırılan her çizgi ok olup saplanıyor yüreğime. İnsanlık bugün içindi oysa. Vahşeti anlamanın, algılamanın ve dur demenin zamanı çoktan gelip geçiyor.Hiddetimden dudaklarımda belinlerin sayısı artıyor gün gün. Ne biçim iştir bu! Ne biçim dünyadır Allah aşkına!

Hey! Arka safın kuytusuna sığınanlar. Ön safları dolduralım!. Sağlıcakla

7 Eylül 2025 Pazar

BAĞLAMAM VAR ÜÇ TELLİ

 

Hayatın akışının günlük seyrinde değişiklikler olsa da, sürüp gidiyor. Rastlaştığım arkadaşlarım, dostlarım, ahbaplarım oluyor. Kimiyle doğal olarak uzun aralardan sonra görüşüyoruz.  Çoğu dostlarım hiç değişmediğimi söyleyip “maşallah” çekiyorlar.  Gülen yüzümüz onlara bir enerji veriyor olmalı. Bu anlam da şükür Allaha. Bu tür ifadelerle sık karşılaşınca insan sebep ve sonuçlar üzerinde düşünmeden edemiyor. Eğer gerçekten dedikleri gibiysem, beni ruhen ve bedenen diri tutan şeylerin neler olduğu üzerinde kafa yormaya çalışıyorum.  Sonuç olarak bir sürü çıkarımlar elde ediyorum. Bu esnada insan olarak kendi kendimi süzgeçten geçirmiş de oluyorum. Bir tür denetleme biçimi yani.

İnsanın ruhunu besleyen en temel kaynaklardan biri sanattır. Müzik, resim, edebiyat, şiir ve diğer güzel sanatlar; insanın iç dünyasıyla kurduğu bağın ifadesi olduğunu biliyorum. Güzel sanatlardan, en azından müzik ve edebiyat yaşamımın bir parçası kardeş! Az değil birader!

Aynı şekilde sosyal ilişkilerim, dünyaya ve kendime dair farkındalığımı derinleştiren, yaşamımı anlamlı kılan ana bağ olduğunu görmüş ve hayat felsefem haline getirmişim. Sokakta karşılaştığım insanların pek çoğunu tanıyor, her biriyle ayrı ayrı selamlaşıyorum. Hanım sırf bu yüzden, benimle çarşıya pazara çıkmak istemiyor. !!!

Bazı insanlar var ki bu iki alandan da uzak yaşam sürmeyi seçiyor ya da hayat onları böyle bir yalnızlığa itiyor.

Teee 1974 yılında, henüz on dört yaşımdayken rahmetli babamın bana aldığı bağlamayla iki türkü söyleyince duygularım diri kalıyor en azından. Mırıldandığım bir türkü söyleyemediklerimin sesi olup çıkıyor. İnsanın düşünüp de ifade edemediklerinin içlerde hangi tahribatları yapacağını tahayyül etmek zor değil.

Duygu yönü ağır basan benim gibi biri şiiri, edebiyatı, müziği günlük yaşamı içine sokmamış olsaydı, psikolojik, sosyal ve duygusal sorunlar yaşar mıydı?  Kendim için, ben beni tanıyan biri olarak ifade edeyim ki, yaşardım. Gözlediğim odur ki, kendini ifade edemeyen insanlar ya içine kapanıyor ya da saldırganlaşıyor cancağızım! Ne zor bir durum.

Araştırmalar müzik dinlemenin, sanatla uğraşmanın depresyon, kaygı ve stresle başa çıkmada olumlu etkiler yarattığını gösteriyor zaten. Bu yönlerden mahrum birinin ruhsal dayanıklılığının daha düşük olabileceğini, depresif duygular taşıyabileceğini, duygusal dengeyi kurmakta zorlanabileceğini ifade ediyorlar.

Sanatsal işler, sosyal bağlar, iletişim şekilleri hayata anlam ve yön katıyor. Bunlardan uzak duran kişinin ruhsal olarak, sosyal gelişim açısından, aynı zamanda duygusal ve zihinsel fakirliğinden bahsedilebilir mi? Büyük olasılıkla bahsedilebilir.

Geçtiğimiz günlerde şehrin meydanında Kurtuluş Günü etkinlikleri içinde, bana ayrılan stantta kitaplarımı tanıtıp imzaladım. Yerli yabancı yüzlerce kişiyle ayaküstü sohbetler gerçekleştirdim. İç dünyamda oluşan zenginliği tarife gerek yok sanırım.

Bu nokta da esas olarak söylemek istediğim şudur ki, ilkokuldan başlayarak çocuklarımıza bir enstrüman icra etmesi sağlanmalıdır.

İnsanın kendini tanıması ve bu yönlerini beslemesi uzun vadede daha doyurucu bir yaşam sağlayacağı muhakkak. Ayrıca güzel sanatların her biri kültür taşıyıcılığı görevi de üstleniyor azizim!  Az şey değil yani.

Bağlamam var üç telli. Sağlıcakla

1 Eylül 2025 Pazartesi

KÖR HEVESLER VE GÖZYAŞIM

 Duygunun, vefanın, dostluğun, samimiyetin, edebin, vicdanın terk ettiği yüreğimizde boşlukların kalmaması imkânsız. Boşaldıkça, boşluklar çoğaldıkça doldurmaya meyilli o kadar çok şey var ki! O boşlukların içine gömdüklerimiz nedir, nelerdir ki? Bu soruyu sormuyoruz ya da sorma niyetine dahi girmiyoruz nedense. Fiyakalı telefon ve içlerde sadece kör bir heves kardeşim. Kör hevesler yeter artar çok şeye.

İçimizdeki “insaf” denen terazi yok oldu ilk önce. Kendi acımızı kendimize hissettiren duyularımız kayboldu. İlhan Şeşen’in “ Ne oldu bize?’ şarkısını dinlediğimiz günlerden çok gerilere düştük hissiyatta. Kendi acısını hissetmeyenin başkasının acısından haberi olur mu? İnsan olmanın belki de en yüce biçimi başkalarının acısını duyma hali.

Bir başkasının gözyaşı için gözlerimizin dolması, kalbimizin ince ince sızlaması kelimelerle tarif edilemeyecek kadar kıymetli duygusal değerdir.  Bu değer, empati yapmaktan öte duygusal ortaklıktır. “Senin acın benim acım” diyebilme yürekliliğidir. İnsani hissedişle ağlayabilmektir yeğenim!

Duyarlılığı körelen insan, et ve kemikten öte nedir ki? İletişimin şekil değiştirdiği, hızlandığı dünya ölçeğinde ölümleri göre göre, felaketleri seyrede seyrede kanıksadık.  Orman yangınlarını göre göre her gün olan “bir şeymiş” gibi dikkatimizden uzaklaştırdık. Bu kanıksama hali ahlaki çöküntülerin habercisi değil de nedir cancağızım.

Dedemin savaş hikâyeleri anamın ve dahi çok insanın “gara gıylısının” ıslanmasına yeter artardı. Çünkü vicdan dediğimiz şey gözyaşıyla ortaya dökülürdü. Ya şimdi?

Dünyanın soğuyan yüzünün sıcak noktasıdır vicdan. İnsani yanımızın en güçlü göstergesidir. Ete ve kemiğe derin anlamlar yükleyen duygu denizidir. İnsana güç katan, güç veren hak ve hukuk yanımızdır.

Birlikte susup, birlikte ağlayacak kadar yakınken bu hale geldik nihayet. Bir bir eksildik, duygu duygu çoğalacakken. Bize dokunmayan acıyı “bizden bilmemek” yıkımdır güzel kardeşim. Vicdan olunca şefkat filizlenir. Şefkat üşüyen kalplerin ısınmasına sebeptir.

İnsanlar vahşice öldürülürken hatta açlıktan ölmelerine seyirci kalınırken sadece “kınama” aldatmacası hortladı dünyada. İnsanlar ölürken insanlık öldürülüyor n/aber.

İnancımız gereği, merhametsizlerin cehennemini biliriz bilmesine de, bardak taştı bardak! Taşan bardakların sadece “ayıplı” durumunu konuşuyor dünya. Etten kan pompasını yürek yapan şey ve ona sinen merhametse, dünyayı bozan şey nedir kardeşim?

Bozan ve bozguncular görülse de, öncesinde vicdanları körelttikleri için suskunluk güncelliğini koruyor. Sessizlik uzadıkça ölümlerin tanıklığında kalıyoruz sadece. İnsan olmak başkaları için ağlayabilmeyi gerektirir.

Bazen ataların sözlerine bile bozuluyorum. “Beni sokmayan yılan bin yaşasın.”  Yaşasın mı? İnadına sormak geliyor içimden. Yaşasın mı? Beni sokmasın seni soksun. Ötekini berikini soksun.   Sırayla gidiyor iş. Gördünüz mü atasözündeki yanlışlığı. Sana dokunmuyorsa boş ver gitsin aldırma hatta umursama diyor atanın sözü. Bu yanlışlığa itirazımız olmayacak mı?

Başkaları için ağlamak zayıflık değil gücün belirtisidir tam olarak.  Vicdanlar tükenip merhamet azaldıkça hak hukuk adalet kavramı kaybolur.

İçimde duygu adına biriken ne varsa anlatmak için kelimelerim o kadar yetersiz, o kadar kifayetsiz ki.  Sorma gitsin.

“Bir tepeden bir tepeye oyun olur mu” diyen türkülerin şenliğinde insani doyum yaşamaya çalışırken dünyanın bir ucundan bir ucuna oyunu geçtik, ölüm serpiyor kan içiciler. Bense ifade edebildiğimin acizliğindeyim. Sağlıcakla.

10 Ağustos 2025 Pazar

GURBET TÜRKÜSÜ

 İnsan yaşadığı yere benzer/miş. O yüzden, yaşadığım yer bana, ben yaşadığım yere ait özellikler taşır/mışız. Dildeki telaffuz bile yaşanılan yer hakkında keskin emareler veriyor kardeş. İki kelam edince ‘şıp’ diye bölgesi hakkında hüküm verebilirsiniz. Hatta kişinin siması bile coğrafyanın izlerini taşıyor. Yüz çizgisine sinmiş sertlik, gülüşüne karışmış yoksulluk, göz pınarında biriken çaresizlik… Kimi zaman da toprakla yoğrulmuş sabır.

Ben, bu toprakların çocuğuyum.

Taşlı patikalarında ayakkabısı delinmiş, ayazında el, ayak kulakları üşümüş, güneşinde alnı terlemiş bir köy çocuğu. Kimi zaman cıvıl cıvıl kuşların ötüştüğü, bacasından dumanlar göğe uzadığı, avlusunda kuzuların meleştiği papatya kokulu, çimen boyalı topraklar. Ya da tam tersi! Şimdiler de daha çok terk edilmiş avluların, yıkık bahçe duvarlarının, suskun çeşmelerin köyleri.

Her taşıyla konuşmuşluğum vardır köyümün.  Her sokağında hikâyelerini bildiğim, yalnızlığa boyun eğmiş haneler.  Gölgesinde domates tuzladığım, kabuğunu yercesine ikiye şaklanmış kavunları kazıdığım ve her birine ad taktığım ağaçlar.

İnsan yaşadığı yere benzer/miş dedik ya, benim de konuşmam toprağın dili gibi duygu yüklüdür. Düşüncelerim uzun bir yaz akşamı gibi ağır ağır salınır. Üstüne bastığım toprak konuşur seninle. Ağaçların esen yelle salınışında içerin serinler. Yörenin kuşlarından öte, kaplumbağanın samimiyeti, karıncanın enerjisi siner üstüne.   Belki de bu yüzden şehirde sıkışıp kalırım çoğu zaman.

Biri hızlı konuşunca içim gerilir. Kalabalık yerlere girdiğimde, yüzler tanıdık değilse, ayaklarım geri geri gider.

Oysa köyde, insan selam verirken bile yüreğini koyar söze. Burada ise insanlar selamı bile eksik veriyor yeğenim. Ya da görmezlikten gelip, geçiyor usulca. Şehirde yürürken binalara çarpıyorum sanki. Her köşe, tenimi tırmalıyor nedense. Hele son yıllarda geldiğimiz noktada betonların arasında kaybolmuş yüzler, kimliksiz adımlar, sahte telaşlar. Uf uf! İçimi acıtıyor desem hiç yalan değil. Her şey hızlı, her şey yüzeysel. Ne ağlamaya vakit var, ne gülmeye doya doya. Ne selam var içinde hal hatır barındıran, ne de bir gülüş var içi dolu olan.

Ömrümün bu deminde kendime baktıkça, yaşadığım yeri sorguluyorum gün gün.

Yer mi kusurlu ben mi soruları çoğaldıkça, durumum ağıt yakılacak düzeye geliyor. Ben mi kalıba girmeye sığmıyorum ya da yontulan değerlerimin farkında mı değilim?

Biz, doğduğumuz toprağı sadece haritada bir yer sanır olduk. Oysa o toprak, yalnızca bedenimizi değil, ruhumuzu, davranış şekillerimizi hatta kişiliğimizi şekillendiriyor kardeşim!

Bir dağın yamacında büyüyen çocukla, denizin kıyısında büyüyen çocuğun aynı hayata bakması mümkün mü? Yokuş aşağı koşarken yüzü koyun yere yamanan bir çocuğun dizindeki yaranın kabuğu bile sabrı öğretir sabrı!

Kireçle badana yapılmış duvarlar iç serinliğini, camına gazete sıvanmış çerçeveler yetinmeyi belletir yıl yıl.

Şimdi sorun kendi kendinize! Ben nereye benziyorum? Veya yaşadığım yer bana ne kadar alışık? Belki de insan, doğup büyüdüğü yeri terk ettiğinde, kendinden de bir şeyleri bırakıyor ardında. Dili değişiyor, yürüyüşü değişiyor, düşünce biçimi bile değişiyor. Ama yine de bazı şeyler değişmiyor. Kimi zaman bir kokuda, bazen bir türkünün ezgisinde, bir köy ekmeğinin diliminde birden dönüyor o eski benlik. İnsan sesiyle de yaşadığı yere benzer/miş.

O zaman anlıyorsun ki, yaşadığımız yere benzerken asıl benzerlik, içimizde taşıdığımız yerlermiş.

 Zaman sessizce eksilirken içimizden. Ahırdan gelen inek böğürtüsü, tavukların gıdaklaması, eşeğin anırması, tarlaya giden yorgun insan sesleri, kapı gıcırtısı. Uf, Ufff! Mekânlar, o sesleri duymayınca yetimleşirmiş birader! Kentlerde de sesler önce alçalıyor, sonra kendi kabuğuna çekilmeye başlıyor. Biz, bizden vazgeçiyoruz kuytu köşelerde. “Kim” olduğumuza dair sorular çoğalıyor içimizde.  Ve bir gurbet türküsü ki, yürek yakıyor. Sağlıcakla

6 Ağustos 2025 Çarşamba

YÜKLERİN HAMALI

Günlerden bir gün, sabahlardan bir sabah. Yeniden yaşamaya başlar, yeniden harcamaya çalışırsınız zamanı.  İyiye, güzele, güzelliğe, hayra dair duyguları çoğaltmaya niyetlenirsiniz kendi içinizde. Çoğaltmaya çalıştıkça yıpranır, biriktikçe önünüzde olumsuzluklar, kahra dair eylemlerde bulursunuz kendinizi.  

Sımsıkı tutulması gereken Allah’ın ipinden ıramış bedenler, akıllar, düşler görürsünüz sokak aralarında. Sözde halka dair iş yapanların adamlık hastalığına bürünmüş halleriyle kapı aralığından insani duruşu unutmuş kalıplarını görür, gözlersiniz. Kelebeğin kanadında yazılanları okumaya odaklanmışken, çöp denizi olmuş insan davranışlarıyla kaygılar biriktirirsiniz hesapsız.  

Diplomasız diplomalılar, ehliyetsiz ehliyetliler, liyakatsiz liyakatliler, hak edişsiz puanlar kelimeler, hatta cümleler biriktirir içinizde. Hak adına umut beslerken, neşe yerine kaygılar nakşedersiniz  güne.

Çünkü insan, bazen en çok inandığı şeyin altında kalır. Ve zaman, en fazla yükü, sessizce sessizlerin sırtına yükler. Büyüyen şehirler, küçülen kalplerin tablosunu asar duvarlara.

Sokaklardan geçen insanlar değildir artık! Kaygılar, kayıplar ve kalıplar yürür hızlıca. Bir sel gibi, her şeyi önüne katarak…

Yalancı bahar gibi insan davranışları. İçi başka, dışı bambaşka. Sıcak görünür, ısıtmaz. Güler yüzle yaklaşır, arkasında hançer taşır. Gönül vermeye niyetin olsa, aklını kaybetme ihtimalin ağır basar. Tıpkı kışın ortasında açan tek bir tomurcuğa kanıp montunu çıkaran çocuk gibi. İnsan da, samimi sandığı bir tebessüme kanar önce. Ama sonra?

O yüz donar, o ses değişir, o dokunuş yerini uzaklığa bırakır. Ve sen, içindeki baharın sadece vitrin süsü olduğunu fark edersin. Bu çağ, kılık değiştirmiş karakterlerin pazaryeri gibi yeğenim! Her durakta başka biri, her mekânda başka bir suret.

Yüzler tanıdık, kalpler yabancı. Cümleler anlamlı, niyetler bulanık. Herkes iyi görünmeye çalışıyor ama kimse iyi olmaya yanaşmıyor. "Ben buyum" diyenlerin bile içinde başkaları yaşıyor cancağızım! Kendi sesine bile yabancılaşmış, başkasının onayına muhtaç akıllar. Bir gözün içinde umut değil, fırsat aranıyor. Bir selamda samimiyet değil, çıkar hesaplanıyor. Ne çok insan var, bir gülüşün ardına öfke gizleyen. Ne çok dost var, omzuna yaslanmayı beklerken sırtını kollaman gereken. Ve ne yazık ki, ne çok kalp var kendi içinde bile yabancı gezen...

Ama yine de, baharı gerçekten içinde taşıyanlar var. Yüzüyle yüreği bir olanlar. Sustuğunda bile güven veren, konuştuğunda yaraya merhem olanlar. İşte onlar için dayanılır bu yalancı mevsimlere. Onlar içindir sabretmeye değer her yanılgı, her hayal kırıklığı. 

Çünkü bir tek gerçek insan, bin sahte tebessümü unutturur. Bir tek hakiki niyet, bin yalan davranışın üstünü örter. Belki de bu yüzden yazmaya, yürümeye, sabretmeye devam ediyoruz. Gerçek bahar, ancak içiyle dışı bir olanların yüreğinde açar çünkü. Zaman harcarken yeniden yaşamayı seçmek;Yıpransak da içimizdeki güzeli büyütmeye devam etmektir. Ve belki en çok da, bütün bu kirin içinde temiz kalabilmektir asıl duruş.

Kimileri günahkâr duruşun bağışıklığında sarhoş ve hedefsiz kurşun gibi kardeşim. Adamlık ve çıkar kör ediyor gözlerini.

Olsun, bizim peyniri kuru ekmeğe yakıştıran bir yanımız hep vardır.  O yakıştırmayla, yorgun bedenlerin, duygu yüklerinin hamalı olmaya meyilliyizdir biz. Günahkâr olmaktan iyidir. Sağlıcakla.

4 Ağustos 2025 Pazartesi

YAZININ KIYMETİ

Bilim adamlarının ifadelerine göre dünya, dört buçuk milyar yıldır dönüp durmaktadır. Geceler gündüzler, aylar yıllar, yazlar kışlar, buzullar, kutuplar çöller. Canlılar, cansızlar, yağmurlar seller, dolular, karlar Ühhü, soğumalar ısınmalar. Depremler, fırtınalar, hortumlar, yangınlar. Ölümler, doğumlar, varoluşlar, yok oluşlar. Dünya “iki kapılı han”! Kim gelmiş, kimler gitmiş. Akıl bile zorlanıyor.

Bu yaz yağışsız, sıcak bir mevsim oldu. Küresel ısınmalar, iklim sözleşmesi söylemleri gırla gitti. Buzullar eriyecek, dünyanın pek çok yerini sular basacak/mış. Yeryüzünde canlıların yaşamını sürdüreceği yerler bile tek tek sayılıyor. Dünya güya hep böyle süregelmiş zaten. Kimi yerler ısınıp yanmanın ardından soğumalar başlıyormuş oldum olası.

Şu janjanlı, havalı duruşumuzun umurunda değil çok şey! Her yönüyle zor, bir o kadar yorucu üstelik belalı bir ortamda rüyalarda gibiyiz biz. Yalan dünya desek de, hiç kimse yalanmış gibi durmuyor kardeş. Kimileri fırsatını bulsa yutacak dünyayı! Detaylar derin, ayrıntı mühim! Gücü eline geçirenlerin gösteri yeri gibi görünse de filmin ikinci bölümü kimileri için acı olacak. Asıl film ölümden sonra. Biz buna hep inandık. İlk bölümde bırak istediği gibi davransın kimileri. Dünyalık para pul, nüfuz, makam ve şöhretin havasını soluyup dursun bazıları. Halkın kapısını, halkın yüzüne kapatanlar hak kapısı yüzlerine kapandığında anlayacaklar belki de çok şeyi. Tek hedefleri kendi haz ve konforlarını artırmak olanların sonu hüsran olacaktır. Bu yüzden huzurluyuz biz. İnancımızdır manevi dünyamızı diri tutan. Varsın janjanlı duruşlarını sürdürsün kimiler.  Büyüklenişleri küçüklüklerinin göstergesidir birader.

Biz doğum ve ölümü tabiatın içinde öğrendik yeğenim. Önümüzden çok sular aktı çok. Varlığı ve yokluğu evin karşısındaki mezarlıkta gerçekleşen defin işlemlerinden sonra ölçülere vurduk hep.  Erdemli duruşlar huzurlu yolculuklara kapı aralıyor cancağızım.

Hava ısınsın, soğusun. Kimi gitsin, kimi kalsın. Filmin ilk sahnesini tamamlayan ikinci sahnesini mutlaka görecek. Öncesi ve sonrası.

Son zamanın yenileri için dünya hızlı dönüyor. Hızın ve hazzın sarhoşluğunda kimiler. Hey gidi hey! Döndükçe tüketiyorlar çok şeyi. Tüketmenin bedelini ağır ödeyecekleri mutlak. Hızın ve hazzın savrulması çok kolay olurmuş. Bu savrulmayla dünyayı ebedi sananlar tuzakların ölümcül kıskacında kahrolacaklardır.

İçi ürperiyor mu kimilerinin bilmem ki. Ürpermediği için midir laylay lom duruşlar. Empati yapmadıkları ya da yapamadıkları için midir kaykılıp üstten bakmalar?

Dünya ısınıp, sonra soğuyacak/mış. Denizaşırı yolların güzergahı bile değişecek /miş. Dünya üzerinde üç dört bölge de yaşam sürerken büyük çoğunluk yok olacak/mış.

İnsanca duruş duruşların en güzelidir yeğenim. Aldanmamak lazım nefsi okşayan işlere. Aldandıkça körelir gözler. Aldandıkça  davranışlarımızın vebali artar üstümüzde. O veballe hakkı da halkı da bulmak güçleşir. Yaptığımız düzgün işlerle içimiz yıkanıp paklanır.

Çoğu insan içinde gizledikleri ve söyleyemedikleriyle yaşam sürmektedir.

Dünya fani; aldanmamak gerek vesselam. Yazının kıymeti de, faniliği bilmekte başlar. Sağlıcakla..