İnsanca sevmekten uzağız biz. Her birimizin neden, niçin kaynaklandığını bile bilmediği hırsın, kinin, nefretin esiri olup çıkıyoruz. Anlamsız rekabetlerin, yüreğimizi kabzeden intikam duygularının, kıskançlıkların esaretinde yollar yürüyoruz.
Bilgiç
duruşlarımız, çirkinliğin girdabında sevgiyle dokunmayı unutuyor cancağızım.
Tutulması gereken onca güzel iş varken, kin bulutları ortalıkta toz duman.
Saldırı üstüne saldırı. Kötülükten beslenmeyi
alışkanlık edinmiş kimileri. Doğruya kapı araladığı sandığı sabırsızlıkla;
hırçınlığın, kötülüğün bekçiliğini yapıyor bazıları. İçlerindeki virüsle,
toplumsal huzursuzluğa çanak tutacak isyanın ateşinde yandığının farkına
varamıyor.
Baharlar,
bülbüller, kelebekler, şarkılar, renkler, türküler kayboluyor yüreğinde.
Ruhunun
hasta olduğunu göremiyor, kabullenemiyor. İnsanlığı kaybediyor özünde
insanlığı!. Merhametsizliğin, kusurlu duyguların engelinde her şeye parmak
sokmayı adamlık sanan duruşla kendini yok edişin yollarını yürüyor. Esaretinde
kaldığı hayatın dışında iyiliğe dokunmaya niyetlenebilse, kendinden başkalarına
sıcak bir bakış sergileyebilse, var olmaktan zevk alacak. Iıh!... Aynı duruş ve bakışta dura dura huy
edinmiş huy! Huy sandığımız alışkanlıklar karakteri sıfırlamış birader.
Rahmetli
Anam; sözlerin kime, neden, niçin
dendiğini anlayamadığı zaman, “ne diyo bu be!?” diye çevresindekilere sorardı.
Anlamasına anlardı da, sorarak konunun netleşmesini hedefe ulaşmasını sağlardı
kimi zaman. Kimi zaman da “uyma sen o deliye” derdi.
Büyük
sözü dinlemenin kaygısızlığında büyüdük biz. Şikâyetçi miyim? Değilim ama…
Uymaya uymaya azıyor kimi. Laf edilemez adam kılığında pozlara giriyor. Sabrı zorluyor yeğenim.
Arif
ve engin insanlarımız vardır bizim. Hatta söze ve sözcüklere yüklediği anlamla
takla attıranlarımız. Kızına söylediğini sanırken, gelinine laf yetiştiren
kaynanaları biliriz mesela.
Evirip
çevirmeden, hatta eğip bükmeden, fazla da uzatmadan ifade edeceğim kardeş!
Sözüm,
bulunduğu ortam da cıvıklık yapmayı iş yapıyorum sanan, soluduğu havadan,
içtiği sudan, yararlandığı doğadan mutlu olmayıp çirkinleştiren, nerede nasıl
davranacağının ölçüsünü dahi tutturamayan,
bozduğu havayla, kirlettiği
dünyayla, huzuru kaçırmaya çalıştığı diyarda içindeki kötücül virüsü
besleyenleredir. Adamlık pozlarında
yaşarken bi kesere kulp olamamış,
olmuşlara salvolar savuran kendini, hatta haddini bilmezleredir.
Torunum
var. Allah acısını göstermesin. Beş yaşında. Eş dost soruyor, kaç yaşında? –Beş!
Neden
“beş” demişim. Hal bu ki “altı, yedi demeliymişim” itirazları peşi sıra
geliyor. Yani çocukça çocuk bir an önce büyümenin merakını yaşıyor. Büyüyen
yaşın olgunluğunu üstüne yapıştırmaya çalışıyor. Toplum içinde kimileri de var ki, yaşı
rakamsal olarak değişse de büyüyemiyor. Daha doğru ifadeyle, gelişemiyor
yeğenim.
Çocukluğum
köyde geçti. Önceleri ev ortamını ocak başında yakılan odunlar ısıtırdı. Sonra
sobalar çıktı. Müthiş yenilikti. Attın mı odunu kömürü içine, bacanın çekişi de
güçlüyse, papırdayarak yanardı. İnsanın
sırtını bile ısıtırdı. Şimdilerde doğalgazlı kombili ısıtmalar. Soba
sıcaklığına alışkın olanlar kombili evlerde battaniye örtüyor üstüne.
İnsanlığın,
dostluğun, komşuluğun, birlikte yaşamanın sıcaklığına, samimiyetine, güvenine,
vefasına alışmış kuşaklar donanımlı sanılan yeni yetmelere(!) alışması zor.
Vefa yok, vicdan yok, duygu yok! Ne kadar büyürse büyüsün boş, boş! Boş olanın
yarattığı boşluk da büyük olur. Hatta boş olanın tıngırtısı yüksek olur
cancağızım.
Kimilerin
bir duruşu vardır ki anamın ifadesiyle “on beşli” sanırsın. Doluluğu rakamların
üstündedir. Sıcaklığı yeter insana.
Yaşına rağmen geçirdiği zamanın doluluğuna göre gösterdiği yaş vardır
kimilerinin. Attığı adımı bilen,
sabırlı, olgun..
Bir
de yaş basamaklarıyla ilgili âşıkların saz eşliğinde dillendirdiği hal ve
durumlar vardır. Üzerinde durmak lazım. Ömür
kısa yol uzun. İyiler iyilikleriyle, kötüler kötülükleriyle anılır. Yaş
tahtadan ev olmaz. Durdukça gıcırdar. Sağlıcakla.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder