30 Kasım 2020 Pazartesi

AHMET ABİ VE ZAMAN


 AHMET  ABİ VE ZAMAN

Halil Oral/ Tavşanlı


Zaman su misali akıp gidiyor. Giderken bizden neler götürdüğünün ya da bizi hangi limanlara yaklaştırdığının farkına bile varamadan.. 

Yeni emekli olan bir dostumuz kurumunda kaç yıl, kaç ay hatta kaç saat çalıştığını hesaba vurmuş.. Uf uf! Koca bir hayat vesselam. Yaşanmış ve geçmiş.

Bugün de Ahmet Uluçay abimizin onbirinci ölüm yılı. Yıla saate vursam..Üzüntü yumağı içinde hesaba vurmak hiç kolay değil. Nasıl geçti, nasıl da geçti.. 

Eğrigöz kalesine birlikte tırmanışımız daha dün gibi. Drakulanın işkencelerini birlikte düşünmüş birlikte öfkeler savurmuştuk kaleden.  Birlikte ufuklara dalıp dalıp gitmiştik. Hey gidi hey! Heyler arasında sıkışıp kalan o kadar çok kelime var ki.. Düğüm düğüm boğazımda pek çoğu. 

“Havuç mu olsun Hıyar mı” demişti bir köşe yazısında. Çocuklarımıza ait usturuplu ders niteliğinde laflar etmişti kalem kalem.  Dünyayı sığdırabileceğimiz evlere İtalyan koltukları sokarak sıkışıklık yaşadığımızdan bahsetmişti yine bir yazısında. Yazdı ve yazdıkları kaldı aklımızda. Tıpkı filmleri gibi. Zaman su gibi akmış biz farkına varmadan, varamadan.

Yaşamının zor günleriydi tedavi süreçleri. Yinede hayal kurmayı sürdürüyor, kafasındaki onlarca senaryo zaman zaman diline dökülüyordu. Kışlademirli köyünden Tepecik’e mantar satmaya gelen köylüleri senaryosunun bir yerine konduruyordu. 

Uluslar arası yarışmalarda boy gösterirken ve adını duyururken kendi ilçesinde tanımayan o kadar çok insan vardı ki Ahmet abiyi. Beyinden ameliyat olmuş kendini fiziken zor toparlarken onun kim olduğunu bilmeden öyle ön yargılı davrananlar gördüm ki… of of! Ön yargılara kurban ediyorlardı en okumuşlar. Gerçeği anlatınca utançları yüzlerine vuruyordu kimilerinin. Ya gerçeği anlatamadıklarımız!

 Gerçeğini bildiğimizi sandığımız çok şeyin esiri oluyoruz bazen. Gördüğümüzü sandıklarımızla da yanılıyoruz çoğu kez.

Hayallerin en güzelini kurardı Ahmet abi. Eşi hanımefendi Ayşe ablanın çayı eşliğinde ahşap yapılı evde geceleri yarılardık kimi zaman. Tavşanlı’nın Sesi Gazetesinde az sohbetler etmemiştik.  Hayata dair anlattığı çok şey filmin kendisi, senaryonun hasıydı. Filmleriyle, anlattıkları ve yazdıklarıyla gönlümüzde yaşayacak Ahmet abi.

Bense hayata sığdıramadığım çok şeyin telaşesin de, zamanın yaklaştırdığı limana itirazsız boyun bükeceğim. Bu evrende kendimde düzeltebileceğim çok şey varken düzeltemeden belki de.

Sevgimizi yaşarken belli edemedik çok kimseye. Ahmet abiye edemediğimiz gibi. Sevgi emek vermekti, iyilikti.  Geride kaldık hep nedense. Geride kalışımıza bir anlam yükleyememişti belki de. 

Çok şeyi gözümüze dikti ve gitti. Konforun bizi nasıl öldürdüğüne dair ipuçları bırakarak.

Giden geri gelmez ama sen gönlümüzde, yüreğimizdesin Ahmet abi. Azmin azmimizdir bunu bil.  

Mekanın cennet olsun. Sağlıcakla.

20 Kasım 2020 Cuma

ARTİSLİĞE GEREK YOK

 


 

Çocukluğuma takılıp kalıyorum bazen. Dünle bugünü kıyaslayıp ölçüye vuruyorum ne işe yarayacaksa. Eskiye özlem desem değil kardeşim. Maddi şeylerin artısı inadına çok bugün.  Fakat beni dünde bırakan, takılı koyan manevi şeyler sanırım.

Anlatayım isterseniz.. eskinin evleri dayalı döşeli değildi mesela. Çatılardan içeri girdimi üfültedirdi ortalığı rüzgâr. Öyle elektrikli ev aletleri, mutfak gereçleri, sabunu, matiği rüyanda göremez hayal bile edemezdin. Beş numara, yedi numara, ondört numara gaz lambalarına bir de gemici fenerleri eklenmişti. Bir evden bir eve gitmek için bir tutam tutuşturulmuş çırayla çıkardın sokağa.. Bırak evleri sokakları gündüz gibi yapıyor elektrik şimdi. Ya içimiz!..

Odun sobası bile çok yeni icatlardan be! O odun sobası ki bir başka ısıtırdı ortamı. Belki soba değildi ısıtan da, ben öyle sanırım işte. Evin alt bölümünden vuran rüzgâr tabana yayılmış öteberiyi yukarı kaldırırdı sanki ortamın sıcaklığına ortak olmak istercesine. Hey gidi hey!

 Herkes birbirine gider gider gelirdi. Kimse kimseye burun kıvırtmazdı nedense. Gökten bakmazdı kimse. Bakmaz mıydı? Eh, tek tük olurdu yine de..bir iki şişkin çıkardı ne yalan söyleyeyim. Ama çokluk değildi.

İnsanın insana lazım olduğunu, aynı yolun yolcusu olduklarını bilirdi çoğu insan. Kibirlenip küçük dağları ben yarattım koskosluğunda olmazlardı. İnsanın acizliğini, muhtaçlığını bilirdi belki de çoklar. Birbirlerine artistlik taslamazlardı velhasıl.

Şişkinlik yapan o tek tükler de hem yazdıklarımıza konu oluyor hem de örneklemek için malzeme yaratıyor insana. Üff, üff ya şimdi? Çok daha fazlası kardeşim. Diploma sahibi bazıları bilgin, bilgin.  Diplomaya bir de siyasi bir etiket yapıştırdı mı yaklaşma yanına. İnsani şeylerin diploması nerden alınıyor? Ona gerek var mı ki?

Bu noktada konu uzayacak belki ama çok bildik bir hikâye dilime dolanıyor. Kestirmeden anlatayım. Bir bilgin seyahat için gemiye biner. Kimseyi beğenmeyen bu adam gemiciyi de basit bir adam gibi görüp ona şöyle bir soru sorar.

-Sen hiç gramer okudun mu?

Ömrü denizlerde geçen gemici mesleğiyle alakalı bilgilere sahiptir. Başkaca bir bilgiye de ihtiyacı olmamıştır.

“hayır okumadım” der.

Bilgin kendinden emin “senin yarı ömrün boşuna geçmiştir” diye söylenir. Gemici susar, fakat içinden kırılmıştır. Bir müddet sonra rüzgâr gemiyi girdaba düşürür. Gemici bilgine seslenir.

-“Yüzme bilir misin?

Bilgin; “bilmem, böyle bir yeteneğim yok” cevabını verir.

“ öyleyse senin bütün ömrün boşa gitti, birazdan gemi batacak. Gramer bilgin seni kurtarsın bakalım nasıl kurtaracaksa”

Gördün mü? Şişkinliğe gerek yok. Artılarıyla eksileriyle insan insana muhtaç. Kibirse insan olana hiç yakışmaz

Şimdi çocukluğumdan girip, bilgiç hikayeler anlatmam garip gelebilir. Sizde dünün insan ilişkileriyle bugünü şöyle gözden geçirin isterseniz. Hangi değerlerden nasıl uzaklaştığımızı fark edeceksiniz. Birbirimizden nasıl uzaklaştığımızı mesela. Bir de benim ömrümün nasıl boşa geçtiğini. Haydi hayırlısı. Sağlıcakla

9 Kasım 2020 Pazartesi

ÖYKÜNMEK GEREK

 

Rahmetli babam okul yüzü görmemiş adamdı. Ama okuryazardı. Bazı hesapları bile parmak hesabıyla tutardı. Fakat çokların okumuşluğuna beş basardı birikimleri. Edebi de edebiyatı da iyi bilirdi. Fen desen,  fizik desen vallahi ondaydı. Psikoloji desen yine ondaydı. Tarımsal aletlerimizin çoğunu kendi imal ederdi. Yaşamı kolaylaştıran pek çok aleti de. Hey gidi babam hey! Fen bilen, fizik bilen, matematik bilen, edep bilen edebiyat bilen, örfü adeti, gelenekleri özümseyen tam bir Anadolu insanıydı vesselam. Onun haykırışı kadar susması da dersti ders. Okul görmemiş yüzüyle irfan sahibiydi. Uzatmadan kestirmeden söylerdi söyleyeceğini. Uf uf! “Dikkat edin!” derdi kısaca. Dikkat kelimesi tek başına geniş anlamlar içerirdi. Dikkat etmesek?.. Canımız mutlaka yanardı. Hüzün, acı, ıstırap adına ne varsa yaşanırdı. Güvendiklerimiz, kimle yürümeye kalktıklarımız bile “dikkat!” kelimesinin içine bir çırpıda sığardı. Güvendiklerimiz bedel ödetir, üzülürdük çoğu kez. Of, Offf!..  Okul yüzü görmemiş haliyle en kaliteli model olmuş bize. Sen çok yaşa baba desem tam yirmi bir sene oldu göçeli. Bedenen göçse de, bize verdikleri; beynimizde, yüreğimizde elan yaşıyor kardeşim. Belki de o kuşak top yekun böyleydi  kim bilir..  Ruhları şad olsun!

Kaliteli insan rollerinin arkasında kalitesizliği o kadar çok görüyoruz ki şimdi. Ütme yarışında giren o kadar çok ladesçi var ki sorma gitsin. Bu çoğalış karşısında ölmüş babamın söyledikleri mıhlanmış beynimden çıkıp çıkıp geliyor. Eğitimci kisvesiyle üten öğretmenler gördük biz. En kallavi ünvanlarla çarpan cinlere rastladık kimi vakit. Of, offf!

Babamın yorgunluğunu şimdi çok iyi anlıyorum. Tecrübenin karşılığı yorgunlukmuş. Bu yorgun haliyle aktarabilmek de ayrı yorgunluklar olsa gerek.

Hep babamdan bahsettim ya, anamdan söz etmesem haksızlık olur. Atasözleri meşhurdu anamın da. Sözlerin zamanını ve yerini iyi bilirdi. Dedelerimin hikâyeleri boldu. Anlattıklarını yazmaya kalksan sayfalar almazdı. Uzun kış gecelerini onların hikayeleri doldururdu. Anamın söz birikimi de  bu yüzdendir herhalde.

“Güvenme dayına ekmeğini al yanına” derdi. Uf uf! Söze bak söze..  Boşa söylenecek, hafife alınacak, geçiştirilecek cinsten değil be kardeşim bu söz. Tek başına anamın sözü değil,  tam tamına ataların sözü işte. Güvendiklerimiz, hangi güvensizlikleri peydahladılar bir düşünün siz de.

Dünya ölçeğinde bile kaleme vurun güvendiklerimizi. Değişir diye bekliyorsun değişmiyor kardeşim. Kimi akrep oluyor, yılan oluyor yılan. Yılan derisini değiştirse de huyunu değiştirmiyor be cancağızım. Bu nokta da kurbağayla akrep hikâyesi dilime dolanıyor. Herkesçe bilinen malum hikâye.  Kurbağanın akrebi suyun karşısına geçirirken suyun ortasında kurbağayı sokup öldürme öyküsü vesselam. Güvenmenin karşılığı okkalı acılar oluyor kimi vakit. Demokrasi, insan hakları diyenlerin dünyaya hangi tumturaklı acıları yaşattıkları ortada. İnsanlığı öldürdüler insanlığı!

Bu nokta da ekmeğimizi yanımıza almaya başladıkça çelme takma yarışları gırıla gidiyor demokrasi havarilerinin. İnsan haklarından bahsedenlerin haksızlığı köpürtüşleri gün gibi ortada. Ah ki ahh! Ataların sözleri unutulsa da,  haksızlıkları unutmamak gerek. Yılanı akrebi bilmek gerek. Bazen de böyle öykünmek gerek ve de “dikkat etmek”…

Nereden nereye… Sağlıcakla

3 Kasım 2020 Salı

ZOR İMİŞ

 ZOR İMİŞ..


Şu İzmir'den çığlık gelir yas gelir

Yazlar bitti kış günleri tez gelir

Fay yırtıldı binalardan toz gelir

Beklenmeyen ölüm kula zor imiş..


Neden niçin demek haşa hoş değil

İnanç sonsuz imanımız boş değil

Bir beden ki yapıları taş değil

Beklenmeyen ölüm kula zor imiş


Yatlar katlar gücü ile eğildi

Yırtılan fay görünürde değildi

Ateş oldu yüreklere dağıldı

Beklenmeyen ölüm kula zor imiş.


Ölçü kaçmış tartıları hep noksan

Mizan çökmüş çok binalar yer yeksan

Kötülerden yılsan acıdan bıksan

Beklenmeyen ölüm kula zor imiş


Bir millet ki acılarda bir oldu

Yıkıntıda bekleyişler sır oldu

Ölen canlar yüreklerde har oldu

Beklenmeyen ölüm kula zor imiş.


Çoban Çeşme su İzmir'e ağladı

Devletimiz zorluklarda çağladı

İmkansıza imkanları sağladı

Beklenmeyen ölüm kula zor imiş


03/11/2020 İzmir depremi uzerine