Hayata dair çok şey yazabilirmişim
meğer. Yazdıklarım yazamadıklarımın yanında bir hiçmiş oysa. Yaşama dair, köye,
kente dair neler varmış yazılacak bir bilsen. Yılların ardından durup
düşündükçe anlıyorsun hafızanda birikenleri. Kimi tatlı, kimi acı. Gazoz kapağını
açınca uçup giden gazlar gibi unuttuğunu saydığın şeyler çıkıp çıkıp geliyor
kardeş! Çıkıp çıkıp geldikçe, kuruduğunu sandığın ekmek misali, durgunluğun
içinde kavak yeli ölçeğinde her şey taze, hepsi gerçek.
Nice isimsiz, aynı zamanda tarifsiz,
bir o kadar yüzsüz yüzler dikiliyor hatıraların ortasına. Islığa verdiğim melodiler, çalıya dolanan
hayallerim, bez yapılı toplarım, patlangacım, el yordamına şekillenmiş tarak
yüzü görmemiş saçlarım… uf, uf! Ne varsa üşüşüyor cancağızım. Peh! Peh!
Naylonla, gazete kağıdıyla yamanmış
çerçevenin camı yok sırada. Tuzlanmış bezle sarılmış sobanın tüten borusu
hesapta hiç yok.
Ben herkesken, herkes bendi
aslında. Onlar hepten hatırlamamış, hatırlayamamıştı sırdaş sayılacak anıları. Belki
de köşe bucak gizlenen, görmezden gelinen hatıralar. Pek çoklar, anılarda ne
soluklanacak ne de konaklayacak vakti bile zarar saymıştı.
Günlerin içinde gölgeler bile şekil
değiştirmeye alışıktı. Sabahın ayrı, kuşluğun ayrı akşamın ayrı. Vakit vakit
gölgelerin şekli de yönü de değişikti.
Kendi gölgelerimin ayak ayak
ölçüsünün hesabına duran ben, çaresizliklerimi hesaba vursam n’olur? Yazsam ne
olur ya da yazmasam! Hayallerimin heyecanını duyup ayağa dikecekler mi var? Burun
kıvırıp alaycı bir gülümseme yapışacak dudaklarının bir yanına çokların…
Yazmasam? Gölgelerin şekli nasıl
fark edilecek ya da kim ettirecek…
Yazarken, meramı tam anlatamamanın
korkuları da peydahlanıyor durduk yere. Ya da yüksek duruşların alaycı
davranışına mazhar olmanın psikolojisi kabzediyor yüreğini.
Masal değildi hiçbir şey. Yoksulduk
herkes gibi. Yoksulluğun canımızı acıttığını bilmezdik biz. Olmayandan var olan
bir duyguydu belki de üzerimizi örten.
Doğum günlerinde bisiklet, mumlu pasta bilmedik biz. Olmayanı düşünmek
güçtü yeğenim. Doğmuşsun, doğmamışsın umur değildi. Yedeği olmayan ermenek ayakkabının
altı delinse sumsuklanacağını bal gibi bilirdin. Yenisini almak zordu. Zor olan,
topyekun zorluktu bizim oğlan!
Sarp Dere de karga düşüğü
cevizlerin yağı damağımıza yapışır lezzeti zihnimizden çıkmazdı. Ya al kırmızı
kızılcıklar.. Gazezin damı yanında
kirazlar. Bığışın Karatepedeki, Zeybek İsmel’in mezarlık altındaki dutları, yabani
dere korukları, dağ elmaları, alıçlar, Çınarlıdere’de Davut Memedin üzümleri. Çerezdi çerez. Doğada
yokluğun bakkalıydı onlar. Yaşamayan bilmez kardeş. Bilinmediği için köyler
bile meyvesiz ağaçlarla dolduruluyor ne hikmetse. Biraz akıl, biraz düşünce..
Demiryolları inşa edilirken Almanlar istasyonlarda yapmıştı bunu. Yabancı
ajanlar “ ceviz diken ölür” diyerek yıllarca ceviz ağacı dikilmesini
önlemişlerdi bu memlekette.
Yokluğumun yoksulluğunda
hayallerimin maketiyle avunup durayım ben.
Herkes bildiği duayı okudukça (!) el kaldırıp amin diyeyim sessiz
sedasız. Benden beklenen de bu zaten.
Şubatın on biri doğum günüm. Şimdiden
doğum günümde gelecek mesajların, hediyelerin
heyecanındayım ben. Sayenizde azıcık tadına varayım.
Sağlıcakla…