31 Mart 2016 Perşembe

NAYLON KIZLAR !



Altmışlardan bu yana ezbere bilirim yaşanmışlıkları. Bilirim de bildirmem. Bildirmezliğin kıskacında kaldıkça yeldirir dururum. Bu yeldirmeyle bilim tarihinde yolculuğa soyunurum. Anamın toprak yapılı mutfak gereçlerinden, bakıra, bakırdan çinkoya, çinkodan melamin ve plastik gereçlere geçişi üzerinde uzun uzun düşünürüm. Hikâyelerinden hareketle ilk insanların yol hikâyelerine merak salarım durduk yerde. Taş devrinden, cilalı taş devrine dalar giderim. Her dalış zorlukları tüttürür gözlerimde. Bakırın bulunuşuyla taş devrinin hükümsüzlüğüne üzülürüm. Bakıra rağmen, taşı kullanmayı sürdürenlerin inadına şaşarım mesela. Şaşırmalarım sürerken aklıma düşer hanımın çeyizleri. Taş devrinin izleri bizim hanımın çeyizine kadar sürmüştür mesela. Bakır, taşın hükmünü bitirdi desek de M:Ö 4000 lerden ta bizim düğüne kadar kırıntıları devam ede gelmiştir. Çeyizlik eşyalar arasında toprak testimiz vardı bizim. Nefes alıp veren, terleyen. Dışı terlerken içi serinleten. Daha sonra gömlek bile dikip giydirmişti testiye hanım. Hay Allah! Çeyizlik testinin bu yazıya girdiğini okusa, olacakları siz düşünün. “Sil şunu” deyip üzerimde baskı kuracak. Ama gerçek bu. Gerçeği gizlemek geçmişe ihanet öyle değil mi?
Bakırın bulunması bronz çağını başlatmış mesela. Bizim evde cam ve porselen sürahiler var bugün. Hatta bazıları süs niyetine öylesine durur camekanlı dolaplarda. Mesele orda durması değil, sürecin işleyişi aslolan. Anam da bakıp bakıp kaderine küser. “Erken gelmişiz” dünyaya deyip kahrolur kendi kendine. Kimi zaman bizleri müsrif ilan eder. Bulup bunamakla suçlar.
Geçen gün çinide hatırı sayılır dostlardan birinin atölyesinde bulundum. Topraktan, kilden, kuvarstan velhasıl pek çok şeyden bahsetti. Anlam derinliği olan pek çok mevzuya daldı çıktı. Toprağı, kili kumu anlatırken çeyizlik toprak testi gözlerimin önüne dikildi. Toprak diye öylesine baktığım şey, neymiş meğer. Nefes bile üflenmiş üstünden. Of of!
Her devirde yepyeni buluşlar olmuş. Bronz, teknolojik gelişmenin en önemli buluşlarından mesela. Sümerler Mezopotamya’da bu sayede üstünlük sağlamışlar. Her buluş insanlığa hizmet etmiş. İnsanlığa hizmet etmenin derinliğini varın siz düşünün.
Okullarımıza da sık sık uğrarım. Olimpiyatlara hazırlananlar var bugünlerde. Hazırlıkları gördükçe ümitlerim arttı. Geleceğin kimyacılarını, fizikçilerini görür gibi oldum kimi projeleri izlerken. Projelere göz atarken daha fazlasını umdum. Ummak hakkım mıydı bilmem ki..  Hakkım olmasa bile, ummanın ahlaki bir yanı vardı en azından. Kimileri ürettiği sessiz silahlarla üstümüze saldırdıkça kendi çocuklarımızdan çok daha fazlasını bekliyor insan. Dizilerin entrikasında bocalamasın, zaman yitip gitmesin istiyor gönül. Bu arzuyla heyecanlarım artıyor. Arttıkça, ömre çok şeyi sığdırmanın telaşına düşüyorum ben. Düştükçe düşlüyorum. Sosyal medyadaki boşluklara, televizyon ekranındaki program ve dizilere kilitlendikçe, kahroluyorum. Diziler yerine hayvanlar âlemiyle ilgili belgeseller izlense çok şey değişecek vallahi.
Tek eşliliğin önemini, yavru yetiştirmedeki işbirliğini, yaşam alanına nasıl sahiplenilmesi gerektiğini, zorluklarla mücadelede dayanışmayı hepsinden önemlisi sabrı öğreneceğiz sabrı.
Bunlardan ibret almalarımız olsa, cami önlerine bebekler bırakılmayacak. Eş üstüne kumalar konmayacak.. Yuvalar daha sağlıklı olacak. Örnekleri çoğalt da çoğalt. Dizilerin entrikasına takıldıkça insanlığın hayrına çoğaltacağımız işler azalıyor kardeşim. Üç kıtaya hükmetmiş neslin çocuklarıysak birey olarak kendimizden başlayıp ailemizi, mahallemizi, beldemizi, ülkemizi sarıp sarmalayacak değerleri bir adım öne çıkarmalıyız. Sonrasında insanlığın hizmetine sunulacak ne varsa payımıza düşeni yerine getirmeliyiz. Atalarımızın başarısıyla övünüp suya sabuna dokunmamak hayrımıza olmayacak.
Taş devrinden girip insanlık tarihinde gezinti yapacaktım oysa. Hatta türküler söyleyecektim sessiz sedasız. “Evlenmeyin bekârlar naylon kızlar çıkacak” diyecektim arada.  Çoktan naylonlaştı mı yoksa her şey. Sorgulayalım mı yeniden? Haydi hayırlısı. Sağlıcakla.

6 Mart 2016 Pazar

ÇÖL MECNUN’UNSA ÇEVRE BİZİM



Bu sene geçirdiğimiz kışa bakarak evvelki senenin kışından dem vuruyor insanlar. “Allah bilir ya!” deyip değişik yorumlara yelteniyorlar. Kışın ya da mevsimlerin değişiminden söz edip derin mevzulara dalıyorlar. Mevsimlerin ucunun kendine değdiği yerde ne yapması gerektiğiyle  ilgili mevzudan uzak kalmaya çalışıyorlar. Aslında ben de  öyleyim. Üstüme düşenler konusunda yol değiştiriveriyorum. Üstüme toz kondurmuyorum toz. Ne kötü, ne acı!
Halbu ki çevre evimiz gibi. Hatta sürekli ilişki içinde olduğumuz en yakın akrabamız gibi. Ben bilim adamlarının yalancısıyım. Çevreye bakışımız, kullanma biçimlerimiz iklimler üzerinde etki yapıyormuş. Eee!..öyleyse kulak vermek lazım kardeşim!.
Havanın ısındığını gördükçe dağa, kıra, parka, bahçeye atıyoruz kendimizi. Kirlettiğimiz çevreden yine kendimiz şikayete başlarız yakında. Kirlettiğimiz çevreyi birileri temizlesin isteriz. Biraz özen göstermekten imtina ederiz. Kamusal alanda kullandığımız ne varsa başkalarının malıymış gibi bakarız. İtiraf etmeliyim ki bu konuda özürlüyüz özürlü. En azından ben kendimi öyle sayıyorum.
Köylerimizi geçmiş yıllarda değişik sebeplerle bir bir dolaştım. Gözlediğim şu ki, yakın akrabaların çoğu birbiriyle dargın. Birbirne zarar verenler yakın akrabalar sanki. Bunu anlatırken “elden zarar gelmez” deyip dargın kalmayı sürdürmeye çalışıyor insanlar. Of Allahım Of!
Bırak hadisi ayeti, atasözleri bile  kafamda fing atıyor şimdi.
Akarabasıyla dargın olanın çevreyle barışık yaşaması zor mu, zor. Toplumsal iklim böyle böyle değişiyor. Değiştikçe en ağır bedelleri el birlik ödüyoruz.
“İlla benim dediğim olsun”  babayiğitliğinde kalmak en yakın akrabalıkları bile köreltiyor. Oturup konuşsak, birbirimizi anlamaya çalışsak, topluma hatta ülkeye yararlı olanı çoğaltmaya çalışsak. Iııh!
Her şeyin tıpatıp her birimize uygun olması imkânsız. O zaman ortak noktalarda buluşmasını bilmek gerek.  Çevre, hele iklim bambaşka bir şey. İçinde  yaşadığımız ev neyse, çevre çok fazlası değil mi? El birlik koruyup kollamak lazım. Çevreyi koruyup kollamakla aslında neleri koruduğumuzu sıralasak sayfaya sığmaz. Çevre bizlere sunulmuş ilahi bir lütuf ve ihsan değil midir? Bir ihsan, bir lütuf olarak sunulan çevre üstümüzdeki elbise gibidir bir yandan. Bu elbiseyi yırtıp atmayı, hor kullanmayı hakikat olana  karşı durmak gibi görmek gerek. İçinde yaşadığımız çevreye göz gezdirin. Havasından suyuna, gökte uçan kuşuna dahası ne varsa insan için meyveli ağaçtır. Meyveli ağacı gözümüze dikip, ona nasıl davrandığımıza bakmamız lazım. Bunu hak ve hakikat için yapmamız lazım hem de. Çevre hepimiz için birse, binimiz bu bir için çırpınmalıyız.
Çevre konusu o kadar çıplak ve açık bir konu ki. Hepimize sorumluluk düşüyor. Dağda sürüsünü otlatan çoban bile bu sorumluluktan kaçamaz. Kaçarsa sonuç belli.. Kişi başına ürettiğimiz çer çöpe, atığa bile dikkat etmek sorumluluğun gereği.
Çöl söz konusu olunca Mecnun, dağ söz konusu olunca Ferhat akla gelir. Çevre deyince aklımıza gelmesi gereken o kadar çok şey var ki. Kendimizden başlayarak Allaha  uzanan ince, hassas bir yol. Bize sunulan çevreyi hor kullanmak en başta kendimize hor davranmaktır. İşin özü parka, bahçeye, dağa kıra bayıra çıkmaya meyillendiğimiz şu günlerde çevreyi öldürmek değil,  inadına diriltmektir insan olanın görevi. Yoksa, yoksa değişen iklimden, kuraklıktan, hastalıktan söz açar dururuz.  Sağlıcakla.