23 Kasım 2014 Pazar

SABIR TAŞI

SABIR TAŞI

Toprakla uğraşılarım çok şey öğretti çok.  Öğrendiğimi sanmak yanılgıya düşürüyordur belki de. Türlü türlü bitkiler ekip biçiyorum ya.. Ekip biçtiklerimin yanında bin bir çeşit ot peydahlanıyor durduk yerde. Hiç emek vermediğim halde emek verdiklerimin yanı başında doğrulup yükseliveriyor arsızca. İstenmeyen bir durum yani. Kimi otların arsızlığı sabrımı zorluyor desem hiç yalan değil. Rüzgâr estikçe, yağmur vurdukça, güneş gördükçe nesli çoğalıyor. Hay Allah! Derken artıyor şaşkınlığım. Arsızla baş etmenin zorluğunu kestirmek mümkün mü, mümkün. Arsız otlar, terbiyeli bitki üretmekten vazgeçmeye zorluyor insanı. Vazgeçmeye niyetleniş ekmeğine yağ süreceğini bilirken, heba ediyorsunuz kimi vakit zamanı.  Zamanı heba ederken dikiliyor orta yere atasözleri. “Arsızın ekmeği bir dilim fazla olur” demişler mesela. Bu söz bile insanın mücadele azmini kırıyor durduk yerde. Kafanızı kurcalıyor saat saat, gün gün. Madem öyle “bırak” demek geliyor içinizden. Derken dikilip kalıyorsunuz öylece. Kaldıkça kayboluyor zaferler ne haber!
Rahmetli babam, kavun tarlasına mısır tohumu bile attırmazdı. Köken havasız kalır boğulur derdi. Eksek bile kökenin gelişim evresinde mısırı köklettirirdi. Biz onu köklesek de kaynaş otları boy atardı habersiz. Of ki of! Biz yorulmasak da çapalar yorulurdu en dar vakitlerde. Zerresi kalsa toprakta yeniden boy atardı. Bıkarken bıktırmayı bilmek gerekti. Yoksa, yoksa eksilirdi zaferler.
Gölge verenle vermeyeni ayırmak lazımdı. Faydalıyla, faydasızı da.  Ayırmak o kadar zor ki! Ayırmak öylesine zahmetli ki! Benim gücüm nedir ki? Sabrımın ölçüsü kaç dirhem bilmem ki? Bu noktada sorular çoğaldıkça mağlubiyet çukurunun kıyısına gidip gidip geliyor insan. Ne acı… İşbirliği, el birliği uçup gidiyor laf kalabalığında. Hey gidi hey!...
Zafer sahibi olmak isteyince yorulmayı göze almak gerek. İrfan sahibi olmak içinde okumak yazmak. Gördünüz mü iddialı lafları. Gördünüz mü yara deşen adamı. Hay Allah!...
İlkokul öğretmenim yazmaya en kolayından başlatmıştı. Sonra karmaşık bir sürü işaret. Zorundan başlatsaydı öğrenmem ne kadar zahmetli olurdu. Zoru görenin, zorlanacağı muhakkaktı. Hatta zorlayacağı da. Okuyup yazmasam düşüncem bile güdük kalırdı. Güdük düşünceyle edebi terbiyeden söz etmek mümkün olmazdı kardeşim!
Bizim dairede on kapıda on anahtar. Aman yarabbi! Şangır şangır maşallah. Anahtarları düğün yerine götürsen zile gerek olmaz sanırım. Ne yaparsınız ki bir anahtar bir diğer kapıyı açmaz yapısının gereği. Ya anahtar olarak edep, irfan hangi kapıyı açmaz ki. Dünyanın öbür ucunda bile kutup noktasıdır bence. Bu yüzden artıyor edebe, irfana karşı hayranlığım. Bu hayranlık içimi doldurdukça yüreğim genişliyor. Genişlerken daraltıyor kaynaş otları.
Okumayı öğrenmek için dinlemesini bilmek gerek. Bu noktada önem kazanıyor büyük dedemin hikâyeleri. Aklıma üşüşüyor gümbür gümbür sözleri. Edebi olmayan irfan, tek başına neye yarar ki? Bu yüzden gürülder kimiler. Bu yüzden yakıp yıkarlar. Bu yüzden gözyaşı emiciliği yaparlar. Offf, of!.. Oflarım ahlara denktir benim. Oflarım, ah etmenin bir başka sürümüdür açıkça. Yılgınlığımsa değildir asla.
Toprakla uğraşılarım çok şey öğretti çok!... Sabrı belledim önce. Beklemeyi belledim akıl hanemde. Beklerken gördüm nice arsızlığı. Beklerken, edebin kimilerinde yüklenmiş güçle yok oluşunu uzun uzun seyrettim. Ki onların edebi kıt irfanı zayıftı zaten. Vah ki vah! Beklerken çoğaldı umutlarım. Beklerken gördüm kaynaş otlarının son yıkılışını çok vakit.
İnsan okumasını öğrendikçe, dinlemesini bildikçe anlıyor çok şeyi. Anladıkça hikâyeler çoğalıyor dilinizde. En dramatik piyesler bile tane tane dillenip çıkıyor önünüze. Çıktıkça, sonbahar gecesindeki ayla, İlkbahar gecesindeki ayın ayırdın da oluyorsunuz. Biri gam, biri neşe diyorsunuz yazının bu noktasında. 

“Yine gam yükünün kervanı geldi” şarkısının ezgisi dilinizdeyken, sabır taşını göğsünüze yapıştırıyorsunuz, yorulsanız da… O kadar, o kadar işte! Nereden nereye…. Sağlıcakla.