SABIR TAŞI
Toprakla uğraşılarım çok şey
öğretti çok. Öğrendiğimi sanmak
yanılgıya düşürüyordur belki de. Türlü türlü bitkiler ekip biçiyorum ya.. Ekip
biçtiklerimin yanında bin bir çeşit ot peydahlanıyor durduk yerde. Hiç emek vermediğim
halde emek verdiklerimin yanı başında doğrulup yükseliveriyor arsızca.
İstenmeyen bir durum yani. Kimi otların arsızlığı sabrımı zorluyor desem hiç
yalan değil. Rüzgâr estikçe, yağmur vurdukça, güneş gördükçe nesli çoğalıyor.
Hay Allah! Derken artıyor şaşkınlığım. Arsızla baş etmenin zorluğunu kestirmek
mümkün mü, mümkün. Arsız otlar, terbiyeli bitki üretmekten vazgeçmeye zorluyor
insanı. Vazgeçmeye niyetleniş ekmeğine yağ süreceğini bilirken, heba ediyorsunuz
kimi vakit zamanı. Zamanı heba ederken
dikiliyor orta yere atasözleri. “Arsızın ekmeği bir dilim fazla olur” demişler
mesela. Bu söz bile insanın mücadele azmini kırıyor durduk yerde. Kafanızı
kurcalıyor saat saat, gün gün. Madem öyle “bırak” demek geliyor içinizden.
Derken dikilip kalıyorsunuz öylece. Kaldıkça kayboluyor zaferler ne haber!
Rahmetli babam, kavun tarlasına
mısır tohumu bile attırmazdı. Köken havasız kalır boğulur derdi. Eksek bile
kökenin gelişim evresinde mısırı köklettirirdi. Biz onu köklesek de kaynaş
otları boy atardı habersiz. Of ki of! Biz yorulmasak da çapalar yorulurdu en
dar vakitlerde. Zerresi kalsa toprakta yeniden boy atardı. Bıkarken bıktırmayı
bilmek gerekti. Yoksa, yoksa eksilirdi zaferler.
Gölge verenle vermeyeni ayırmak
lazımdı. Faydalıyla, faydasızı da. Ayırmak o kadar zor ki! Ayırmak öylesine
zahmetli ki! Benim gücüm nedir ki? Sabrımın ölçüsü kaç dirhem bilmem ki? Bu
noktada sorular çoğaldıkça mağlubiyet çukurunun kıyısına gidip gidip geliyor
insan. Ne acı… İşbirliği, el birliği uçup gidiyor laf kalabalığında. Hey gidi
hey!...
Zafer sahibi olmak isteyince
yorulmayı göze almak gerek. İrfan sahibi olmak içinde okumak yazmak. Gördünüz
mü iddialı lafları. Gördünüz mü yara deşen adamı. Hay Allah!...
İlkokul öğretmenim yazmaya en
kolayından başlatmıştı. Sonra karmaşık bir sürü işaret. Zorundan başlatsaydı
öğrenmem ne kadar zahmetli olurdu. Zoru görenin, zorlanacağı muhakkaktı. Hatta
zorlayacağı da. Okuyup yazmasam düşüncem bile güdük kalırdı. Güdük düşünceyle
edebi terbiyeden söz etmek mümkün olmazdı kardeşim!
Bizim dairede on kapıda on anahtar.
Aman yarabbi! Şangır şangır maşallah. Anahtarları düğün yerine götürsen zile
gerek olmaz sanırım. Ne yaparsınız ki bir anahtar bir diğer kapıyı açmaz
yapısının gereği. Ya anahtar olarak edep, irfan hangi kapıyı açmaz ki. Dünyanın
öbür ucunda bile kutup noktasıdır bence. Bu yüzden artıyor edebe, irfana karşı
hayranlığım. Bu hayranlık içimi doldurdukça yüreğim genişliyor. Genişlerken
daraltıyor kaynaş otları.
Okumayı öğrenmek için dinlemesini
bilmek gerek. Bu noktada önem kazanıyor büyük dedemin hikâyeleri. Aklıma
üşüşüyor gümbür gümbür sözleri. Edebi olmayan irfan, tek başına neye yarar ki?
Bu yüzden gürülder kimiler. Bu yüzden yakıp yıkarlar. Bu yüzden gözyaşı
emiciliği yaparlar. Offf, of!.. Oflarım ahlara denktir benim. Oflarım, ah
etmenin bir başka sürümüdür açıkça. Yılgınlığımsa değildir asla.
Toprakla uğraşılarım çok şey
öğretti çok!... Sabrı belledim önce. Beklemeyi belledim akıl hanemde. Beklerken
gördüm nice arsızlığı. Beklerken, edebin kimilerinde yüklenmiş güçle yok
oluşunu uzun uzun seyrettim. Ki onların edebi kıt irfanı zayıftı zaten. Vah ki
vah! Beklerken çoğaldı umutlarım. Beklerken gördüm kaynaş otlarının son
yıkılışını çok vakit.
İnsan okumasını öğrendikçe,
dinlemesini bildikçe anlıyor çok şeyi. Anladıkça hikâyeler çoğalıyor dilinizde.
En dramatik piyesler bile tane tane dillenip çıkıyor önünüze. Çıktıkça,
sonbahar gecesindeki ayla, İlkbahar gecesindeki ayın ayırdın da oluyorsunuz.
Biri gam, biri neşe diyorsunuz yazının bu noktasında.
“Yine gam yükünün kervanı geldi”
şarkısının ezgisi dilinizdeyken, sabır taşını göğsünüze yapıştırıyorsunuz,
yorulsanız da… O kadar, o kadar işte! Nereden nereye…. Sağlıcakla.