1 Eylül 2025 Pazartesi

KÖR HEVESLER VE GÖZYAŞIM

 Duygunun, vefanın, dostluğun, samimiyetin, edebin, vicdanın terk ettiği yüreğimizde boşlukların kalmaması imkânsız. Boşaldıkça, boşluklar çoğaldıkça doldurmaya meyilli o kadar çok şey var ki! O boşlukların içine gömdüklerimiz nedir, nelerdir ki? Bu soruyu sormuyoruz ya da sorma niyetine dahi girmiyoruz nedense. Fiyakalı telefon ve içlerde sadece kör bir heves kardeşim. Kör hevesler yeter artar çok şeye.

İçimizdeki “insaf” denen terazi yok oldu ilk önce. Kendi acımızı kendimize hissettiren duyularımız kayboldu. İlhan Şeşen’in “ Ne oldu bize?’ şarkısını dinlediğimiz günlerden çok gerilere düştük hissiyatta. Kendi acısını hissetmeyenin başkasının acısından haberi olur mu? İnsan olmanın belki de en yüce biçimi başkalarının acısını duyma hali.

Bir başkasının gözyaşı için gözlerimizin dolması, kalbimizin ince ince sızlaması kelimelerle tarif edilemeyecek kadar kıymetli duygusal değerdir.  Bu değer, empati yapmaktan öte duygusal ortaklıktır. “Senin acın benim acım” diyebilme yürekliliğidir. İnsani hissedişle ağlayabilmektir yeğenim!

Duyarlılığı körelen insan, et ve kemikten öte nedir ki? İletişimin şekil değiştirdiği, hızlandığı dünya ölçeğinde ölümleri göre göre, felaketleri seyrede seyrede kanıksadık.  Orman yangınlarını göre göre her gün olan “bir şeymiş” gibi dikkatimizden uzaklaştırdık. Bu kanıksama hali ahlaki çöküntülerin habercisi değil de nedir cancağızım.

Dedemin savaş hikâyeleri anamın ve dahi çok insanın “gara gıylısının” ıslanmasına yeter artardı. Çünkü vicdan dediğimiz şey gözyaşıyla ortaya dökülürdü. Ya şimdi?

Dünyanın soğuyan yüzünün sıcak noktasıdır vicdan. İnsani yanımızın en güçlü göstergesidir. Ete ve kemiğe derin anlamlar yükleyen duygu denizidir. İnsana güç katan, güç veren hak ve hukuk yanımızdır.

Birlikte susup, birlikte ağlayacak kadar yakınken bu hale geldik nihayet. Bir bir eksildik, duygu duygu çoğalacakken. Bize dokunmayan acıyı “bizden bilmemek” yıkımdır güzel kardeşim. Vicdan olunca şefkat filizlenir. Şefkat üşüyen kalplerin ısınmasına sebeptir.

İnsanlar vahşice öldürülürken hatta açlıktan ölmelerine seyirci kalınırken sadece “kınama” aldatmacası hortladı dünyada. İnsanlar ölürken insanlık öldürülüyor n/aber.

İnancımız gereği, merhametsizlerin cehennemini biliriz bilmesine de, bardak taştı bardak! Taşan bardakların sadece “ayıplı” durumunu konuşuyor dünya. Etten kan pompasını yürek yapan şey ve ona sinen merhametse, dünyayı bozan şey nedir kardeşim?

Bozan ve bozguncular görülse de, öncesinde vicdanları körelttikleri için suskunluk güncelliğini koruyor. Sessizlik uzadıkça ölümlerin tanıklığında kalıyoruz sadece. İnsan olmak başkaları için ağlayabilmeyi gerektirir.

Bazen ataların sözlerine bile bozuluyorum. “Beni sokmayan yılan bin yaşasın.”  Yaşasın mı? İnadına sormak geliyor içimden. Yaşasın mı? Beni sokmasın seni soksun. Ötekini berikini soksun.   Sırayla gidiyor iş. Gördünüz mü atasözündeki yanlışlığı. Sana dokunmuyorsa boş ver gitsin aldırma hatta umursama diyor atanın sözü. Bu yanlışlığa itirazımız olmayacak mı?

Başkaları için ağlamak zayıflık değil gücün belirtisidir tam olarak.  Vicdanlar tükenip merhamet azaldıkça hak hukuk adalet kavramı kaybolur.

İçimde duygu adına biriken ne varsa anlatmak için kelimelerim o kadar yetersiz, o kadar kifayetsiz ki.  Sorma gitsin.

“Bir tepeden bir tepeye oyun olur mu” diyen türkülerin şenliğinde insani doyum yaşamaya çalışırken dünyanın bir ucundan bir ucuna oyunu geçtik, ölüm serpiyor kan içiciler. Bense ifade edebildiğimin acizliğindeyim. Sağlıcakla.

10 Ağustos 2025 Pazar

GURBET TÜRKÜSÜ

 İnsan yaşadığı yere benzer/miş. O yüzden, yaşadığım yer bana, ben yaşadığım yere ait özellikler taşır/mışız. Dildeki telaffuz bile yaşanılan yer hakkında keskin emareler veriyor kardeş. İki kelam edince ‘şıp’ diye bölgesi hakkında hüküm verebilirsiniz. Hatta kişinin siması bile coğrafyanın izlerini taşıyor. Yüz çizgisine sinmiş sertlik, gülüşüne karışmış yoksulluk, göz pınarında biriken çaresizlik… Kimi zaman da toprakla yoğrulmuş sabır.

Ben, bu toprakların çocuğuyum.

Taşlı patikalarında ayakkabısı delinmiş, ayazında el, ayak kulakları üşümüş, güneşinde alnı terlemiş bir köy çocuğu. Kimi zaman cıvıl cıvıl kuşların ötüştüğü, bacasından dumanlar göğe uzadığı, avlusunda kuzuların meleştiği papatya kokulu, çimen boyalı topraklar. Ya da tam tersi! Şimdiler de daha çok terk edilmiş avluların, yıkık bahçe duvarlarının, suskun çeşmelerin köyleri.

Her taşıyla konuşmuşluğum vardır köyümün.  Her sokağında hikâyelerini bildiğim, yalnızlığa boyun eğmiş haneler.  Gölgesinde domates tuzladığım, kabuğunu yercesine ikiye şaklanmış kavunları kazıdığım ve her birine ad taktığım ağaçlar.

İnsan yaşadığı yere benzer/miş dedik ya, benim de konuşmam toprağın dili gibi duygu yüklüdür. Düşüncelerim uzun bir yaz akşamı gibi ağır ağır salınır. Üstüne bastığım toprak konuşur seninle. Ağaçların esen yelle salınışında içerin serinler. Yörenin kuşlarından öte, kaplumbağanın samimiyeti, karıncanın enerjisi siner üstüne.   Belki de bu yüzden şehirde sıkışıp kalırım çoğu zaman.

Biri hızlı konuşunca içim gerilir. Kalabalık yerlere girdiğimde, yüzler tanıdık değilse, ayaklarım geri geri gider.

Oysa köyde, insan selam verirken bile yüreğini koyar söze. Burada ise insanlar selamı bile eksik veriyor yeğenim. Ya da görmezlikten gelip, geçiyor usulca. Şehirde yürürken binalara çarpıyorum sanki. Her köşe, tenimi tırmalıyor nedense. Hele son yıllarda geldiğimiz noktada betonların arasında kaybolmuş yüzler, kimliksiz adımlar, sahte telaşlar. Uf uf! İçimi acıtıyor desem hiç yalan değil. Her şey hızlı, her şey yüzeysel. Ne ağlamaya vakit var, ne gülmeye doya doya. Ne selam var içinde hal hatır barındıran, ne de bir gülüş var içi dolu olan.

Ömrümün bu deminde kendime baktıkça, yaşadığım yeri sorguluyorum gün gün.

Yer mi kusurlu ben mi soruları çoğaldıkça, durumum ağıt yakılacak düzeye geliyor. Ben mi kalıba girmeye sığmıyorum ya da yontulan değerlerimin farkında mı değilim?

Biz, doğduğumuz toprağı sadece haritada bir yer sanır olduk. Oysa o toprak, yalnızca bedenimizi değil, ruhumuzu, davranış şekillerimizi hatta kişiliğimizi şekillendiriyor kardeşim!

Bir dağın yamacında büyüyen çocukla, denizin kıyısında büyüyen çocuğun aynı hayata bakması mümkün mü? Yokuş aşağı koşarken yüzü koyun yere yamanan bir çocuğun dizindeki yaranın kabuğu bile sabrı öğretir sabrı!

Kireçle badana yapılmış duvarlar iç serinliğini, camına gazete sıvanmış çerçeveler yetinmeyi belletir yıl yıl.

Şimdi sorun kendi kendinize! Ben nereye benziyorum? Veya yaşadığım yer bana ne kadar alışık? Belki de insan, doğup büyüdüğü yeri terk ettiğinde, kendinden de bir şeyleri bırakıyor ardında. Dili değişiyor, yürüyüşü değişiyor, düşünce biçimi bile değişiyor. Ama yine de bazı şeyler değişmiyor. Kimi zaman bir kokuda, bazen bir türkünün ezgisinde, bir köy ekmeğinin diliminde birden dönüyor o eski benlik. İnsan sesiyle de yaşadığı yere benzer/miş.

O zaman anlıyorsun ki, yaşadığımız yere benzerken asıl benzerlik, içimizde taşıdığımız yerlermiş.

 Zaman sessizce eksilirken içimizden. Ahırdan gelen inek böğürtüsü, tavukların gıdaklaması, eşeğin anırması, tarlaya giden yorgun insan sesleri, kapı gıcırtısı. Uf, Ufff! Mekânlar, o sesleri duymayınca yetimleşirmiş birader! Kentlerde de sesler önce alçalıyor, sonra kendi kabuğuna çekilmeye başlıyor. Biz, bizden vazgeçiyoruz kuytu köşelerde. “Kim” olduğumuza dair sorular çoğalıyor içimizde.  Ve bir gurbet türküsü ki, yürek yakıyor. Sağlıcakla

6 Ağustos 2025 Çarşamba

YÜKLERİN HAMALI

Günlerden bir gün, sabahlardan bir sabah. Yeniden yaşamaya başlar, yeniden harcamaya çalışırsınız zamanı.  İyiye, güzele, güzelliğe, hayra dair duyguları çoğaltmaya niyetlenirsiniz kendi içinizde. Çoğaltmaya çalıştıkça yıpranır, biriktikçe önünüzde olumsuzluklar, kahra dair eylemlerde bulursunuz kendinizi.  

Sımsıkı tutulması gereken Allah’ın ipinden ıramış bedenler, akıllar, düşler görürsünüz sokak aralarında. Sözde halka dair iş yapanların adamlık hastalığına bürünmüş halleriyle kapı aralığından insani duruşu unutmuş kalıplarını görür, gözlersiniz. Kelebeğin kanadında yazılanları okumaya odaklanmışken, çöp denizi olmuş insan davranışlarıyla kaygılar biriktirirsiniz hesapsız.  

Diplomasız diplomalılar, ehliyetsiz ehliyetliler, liyakatsiz liyakatliler, hak edişsiz puanlar kelimeler, hatta cümleler biriktirir içinizde. Hak adına umut beslerken, neşe yerine kaygılar nakşedersiniz  güne.

Çünkü insan, bazen en çok inandığı şeyin altında kalır. Ve zaman, en fazla yükü, sessizce sessizlerin sırtına yükler. Büyüyen şehirler, küçülen kalplerin tablosunu asar duvarlara.

Sokaklardan geçen insanlar değildir artık! Kaygılar, kayıplar ve kalıplar yürür hızlıca. Bir sel gibi, her şeyi önüne katarak…

Yalancı bahar gibi insan davranışları. İçi başka, dışı bambaşka. Sıcak görünür, ısıtmaz. Güler yüzle yaklaşır, arkasında hançer taşır. Gönül vermeye niyetin olsa, aklını kaybetme ihtimalin ağır basar. Tıpkı kışın ortasında açan tek bir tomurcuğa kanıp montunu çıkaran çocuk gibi. İnsan da, samimi sandığı bir tebessüme kanar önce. Ama sonra?

O yüz donar, o ses değişir, o dokunuş yerini uzaklığa bırakır. Ve sen, içindeki baharın sadece vitrin süsü olduğunu fark edersin. Bu çağ, kılık değiştirmiş karakterlerin pazaryeri gibi yeğenim! Her durakta başka biri, her mekânda başka bir suret.

Yüzler tanıdık, kalpler yabancı. Cümleler anlamlı, niyetler bulanık. Herkes iyi görünmeye çalışıyor ama kimse iyi olmaya yanaşmıyor. "Ben buyum" diyenlerin bile içinde başkaları yaşıyor cancağızım! Kendi sesine bile yabancılaşmış, başkasının onayına muhtaç akıllar. Bir gözün içinde umut değil, fırsat aranıyor. Bir selamda samimiyet değil, çıkar hesaplanıyor. Ne çok insan var, bir gülüşün ardına öfke gizleyen. Ne çok dost var, omzuna yaslanmayı beklerken sırtını kollaman gereken. Ve ne yazık ki, ne çok kalp var kendi içinde bile yabancı gezen...

Ama yine de, baharı gerçekten içinde taşıyanlar var. Yüzüyle yüreği bir olanlar. Sustuğunda bile güven veren, konuştuğunda yaraya merhem olanlar. İşte onlar için dayanılır bu yalancı mevsimlere. Onlar içindir sabretmeye değer her yanılgı, her hayal kırıklığı. 

Çünkü bir tek gerçek insan, bin sahte tebessümü unutturur. Bir tek hakiki niyet, bin yalan davranışın üstünü örter. Belki de bu yüzden yazmaya, yürümeye, sabretmeye devam ediyoruz. Gerçek bahar, ancak içiyle dışı bir olanların yüreğinde açar çünkü. Zaman harcarken yeniden yaşamayı seçmek;Yıpransak da içimizdeki güzeli büyütmeye devam etmektir. Ve belki en çok da, bütün bu kirin içinde temiz kalabilmektir asıl duruş.

Kimileri günahkâr duruşun bağışıklığında sarhoş ve hedefsiz kurşun gibi kardeşim. Adamlık ve çıkar kör ediyor gözlerini.

Olsun, bizim peyniri kuru ekmeğe yakıştıran bir yanımız hep vardır.  O yakıştırmayla, yorgun bedenlerin, duygu yüklerinin hamalı olmaya meyilliyizdir biz. Günahkâr olmaktan iyidir. Sağlıcakla.

4 Ağustos 2025 Pazartesi

YAZININ KIYMETİ

Bilim adamlarının ifadelerine göre dünya, dört buçuk milyar yıldır dönüp durmaktadır. Geceler gündüzler, aylar yıllar, yazlar kışlar, buzullar, kutuplar çöller. Canlılar, cansızlar, yağmurlar seller, dolular, karlar Ühhü, soğumalar ısınmalar. Depremler, fırtınalar, hortumlar, yangınlar. Ölümler, doğumlar, varoluşlar, yok oluşlar. Dünya “iki kapılı han”! Kim gelmiş, kimler gitmiş. Akıl bile zorlanıyor.

Bu yaz yağışsız, sıcak bir mevsim oldu. Küresel ısınmalar, iklim sözleşmesi söylemleri gırla gitti. Buzullar eriyecek, dünyanın pek çok yerini sular basacak/mış. Yeryüzünde canlıların yaşamını sürdüreceği yerler bile tek tek sayılıyor. Dünya güya hep böyle süregelmiş zaten. Kimi yerler ısınıp yanmanın ardından soğumalar başlıyormuş oldum olası.

Şu janjanlı, havalı duruşumuzun umurunda değil çok şey! Her yönüyle zor, bir o kadar yorucu üstelik belalı bir ortamda rüyalarda gibiyiz biz. Yalan dünya desek de, hiç kimse yalanmış gibi durmuyor kardeş. Kimileri fırsatını bulsa yutacak dünyayı! Detaylar derin, ayrıntı mühim! Gücü eline geçirenlerin gösteri yeri gibi görünse de filmin ikinci bölümü kimileri için acı olacak. Asıl film ölümden sonra. Biz buna hep inandık. İlk bölümde bırak istediği gibi davransın kimileri. Dünyalık para pul, nüfuz, makam ve şöhretin havasını soluyup dursun bazıları. Halkın kapısını, halkın yüzüne kapatanlar hak kapısı yüzlerine kapandığında anlayacaklar belki de çok şeyi. Tek hedefleri kendi haz ve konforlarını artırmak olanların sonu hüsran olacaktır. Bu yüzden huzurluyuz biz. İnancımızdır manevi dünyamızı diri tutan. Varsın janjanlı duruşlarını sürdürsün kimiler.  Büyüklenişleri küçüklüklerinin göstergesidir birader.

Biz doğum ve ölümü tabiatın içinde öğrendik yeğenim. Önümüzden çok sular aktı çok. Varlığı ve yokluğu evin karşısındaki mezarlıkta gerçekleşen defin işlemlerinden sonra ölçülere vurduk hep.  Erdemli duruşlar huzurlu yolculuklara kapı aralıyor cancağızım.

Hava ısınsın, soğusun. Kimi gitsin, kimi kalsın. Filmin ilk sahnesini tamamlayan ikinci sahnesini mutlaka görecek. Öncesi ve sonrası.

Son zamanın yenileri için dünya hızlı dönüyor. Hızın ve hazzın sarhoşluğunda kimiler. Hey gidi hey! Döndükçe tüketiyorlar çok şeyi. Tüketmenin bedelini ağır ödeyecekleri mutlak. Hızın ve hazzın savrulması çok kolay olurmuş. Bu savrulmayla dünyayı ebedi sananlar tuzakların ölümcül kıskacında kahrolacaklardır.

İçi ürperiyor mu kimilerinin bilmem ki. Ürpermediği için midir laylay lom duruşlar. Empati yapmadıkları ya da yapamadıkları için midir kaykılıp üstten bakmalar?

Dünya ısınıp, sonra soğuyacak/mış. Denizaşırı yolların güzergahı bile değişecek /miş. Dünya üzerinde üç dört bölge de yaşam sürerken büyük çoğunluk yok olacak/mış.

İnsanca duruş duruşların en güzelidir yeğenim. Aldanmamak lazım nefsi okşayan işlere. Aldandıkça körelir gözler. Aldandıkça  davranışlarımızın vebali artar üstümüzde. O veballe hakkı da halkı da bulmak güçleşir. Yaptığımız düzgün işlerle içimiz yıkanıp paklanır.

Çoğu insan içinde gizledikleri ve söyleyemedikleriyle yaşam sürmektedir.

Dünya fani; aldanmamak gerek vesselam. Yazının kıymeti de, faniliği bilmekte başlar. Sağlıcakla..

16 Temmuz 2025 Çarşamba

KELEBEK SEVENLER

 

Benim gibi kırsalda yaşayanlar çok iyi bilir.  Neyi? Doğayı, tabiatı, coğrafik yapıları,  yönleri, rüzgârı, hava durumunu, kuşları, böcekleri, sıcağı, soğuğu, velhasıl çok şeyi. Daha küçük yaşta pek çok şey öğretileri arasındadır kır yaşamının. Yaşadıkları bölge içinde ne vakitte, rüzgârın hangi taraftan hangi yöne eseceğini bilir. Ateş yakacaksa ona göre, yabayla secini savuracaksa ona göre vaziyet alır. Basitmiş gibi görünen bu meseleler günlük yaşam içinde önemli mevzulardır.  Nerden çıktı bu konu diye mırıldanabilirsiniz.

Yaban tavşanının arazinin hangi yönünde nasıl bir yapı içinde yatak oluşturacağını bilmeyen av yapamaz. Yaban domuzunun nasıl bir hayvan olduğunu, beslenme şekillerini bilmeyen tarım yapamaz. Gece rüzgârının hangi yönden eseceğini bilmeyen davarına arazide sağlıklı ağıl oluşturamaz.

İnsanın doğasında doğduğu günden itibaren ilerleme düşüncesi vardır. Bu düşünce insanın dolayısıyla toplumun daha iyi durumda olmasını sağlama beklentisidir. Bilgiyi seyret dur. Bilgi, doğa üzerinde egemenlik kurma, isteklerimize hizmet etme aracıdır. Yoksa ilkel insandan bugünkü noktaya ulaşmak mümkün olmazdı.

İnsan ve toplumların iyi zamanları olduğu gibi kötü zamanları olabilir. Değişik sebep ve şartlar iniş ve çıkışlara zemin hazırlayabilir.

Bazen modernleşme söylemleri, arzu ve isteklerimiz bizi maceralara sürükleyebilir.  İçinde yaşadığımız ilçe için bazı sorular soralım.  Tarımı kimler yapmaktadır? Bölgemizde hayvancılık kimlerin elindedir? İnşaat sektöründe kimler çalışmaktadır? Gıda sektöründe üretim ve ticaretin durumu hangi konumdadır?  Yerli halkın yaşam şekli ve pozisyonu ne durumdadır? Bu sorulara gerçekçi cevaplar aradığımızda mesele anlaşılacaktır.

Köylerden kentlere koşarken çağ atladık, modernleşmenin ipinin ucundan tuttuk sandık. Sanayi toplumunun bireyi olma hayaliyle köleleştiğimizin bile farkına varamadık. Renkleri tanıyan sanayide iş bulduğunu sandı ama???..

Yazıya girerken meramım son yıllardaki artan orman yangınlarına parmak basmaktı. Başta değindiğim kadarıyla kırsalda yaşayan insanlar doğada nasıl davranacağını bilirdi. Köy okulları şehirlere taşınınca, kırsalın öğretileri kesintiye uğradı. Kentte yaşamaya alışan nüfus doğada nasıl davranacağını bilemiyor cancağızım! Bilse bile, o alanda sürekli yaşamadığı için “kullan geç” mantığı öne çıkıyor.

Köyleri insansız, dağları hayvansız bırakmamalıydık. Eğrigöz Dağı’nın yaylalarında on binlerce hayvan olmalıydı bu mevsimde. Yaylacık’ın  yaz serinliğinde ormanlar sadece “Yılkı atlarına” kalmamalıydı. Yılkı atlarını özel besiye çeksek bu kadar olmazdı. Meselenin anlaşılması çok basit. Kırsalın besleyiciliği en doğal haliyle üst düzeyde.  Kendi üzerimizde düşünmeden iş yapışlarımızı fark etmek, bu gerçekleri düşününce anlaşılıyor.

Kırsalın insanı yaşadığı alanı çok iyi korur. Hele o alandan ekmek yediği, beslendiği, ekonomik gelir sağladığı için, sahiplenir. Ormanlara kimin girip çıktığı belirsiz. Orman içinde ekonomik değere dönüşebilecek bitkilerde anca yılkı atlarına yarıyor. Yıllardır yöre insanın gezindiği alanlar, kese yollar, kayboldu. Köylerde yaşayan sayılı insana da ormana girmek yasak.

Toplum olarak, kendi varlık ve hakikatlerimiz üzerine durup düşünmemiz gerekir. Köydeki toprağımızı satıp kaç gün yeteceğine bakmak topyekun aldanmaktır. Her birimiz bu ülkenin bireyi olarak sorunları derinleştirmek yerine gerçekçi eylemlerde bulunmamız gerekir. Şehir parklarında  boş dedikodu yapma konforundan(!) vazgeçmenin vaktidir. Konuşulacak çok şey, verilecek yığınla örnek var!   

Kelebekler romantiklerin olsun, karıncalar benim! Sağlıcakla.

14 Temmuz 2025 Pazartesi

VASFIN GÖÇÜ!

 Her gün biraz daha köşesine çekiliyor insan. Tarifsiz sessizliğe bürünmeye meylediyor dil. Huy mu şekil değiştiriyor vakit mi zamana uymuyor tahmini güç bir durum. Negatif pozlardan baskılanmış, sararmaya meyleden fotoğraflar gibi yürekçiğimin duruşu. Kelimelere sığmayacak ağırlıkta duygusal gelgitlerim. Hüzne meyil verdikçe, sonbahar bitkilerinin salınışı gibi içimdeki sesler. Gözyaşlarım ha aktı, ha akacak durumunda. Bu anlar göğsümün en yufka anları. Yanağımdaki yaş en sıcak seyrinde. Sonsuzluğa bırakmaya çalıştığım insanlık ve jet hızında akan zaman.  Hayatla kavgalarım, kaygılarım, şu ana kadar ki en çok da aldanışlarım.

Gönül göklerde uçarken, avuca sığmayan beden. Toprağa basışım,  tatil fotosu paylaşmalarım, sokakta en kasıntılı adım atışlarım. Hey gidi hey! Kargaşa, karmaşa, curcuna, şamata. Dert ettiğim, etmediğim ne varsa duygunun yokuşunda sarıyor yüreğimi. Sardıkça artıyor iç kanamalar. Bacaklardaki derman kesiliyor önce, göz fersizleşiyor gün gün. Boğazda düğümleniyor topak topak hınçlar. Maddi varlıkların, etiketlerin, makam ve mevkilerin, eldeki imkânların, aldatan boşluklarının dehşeti dikiliyor gözlerinin önüne. O dehşetle kapılıyorsun evhamlara.  Pişmanlıklar, ah edişler çakırdikeni gibi yığılsa da üstüne, akılları baştan alan ihtirasların kurbanı olur insan. İnsanın içindeki kör kuyular, fokurdatan amansız ateşler, gereksiz hırslar, doymayışlar, kuruntular, sinsice etrafı dalayan ısırgan oluyor.

“Nasıl bilirsiniz?” dendiğinde cemaatin cılız sesi! Hakkınızı helal eder misiniz? Sorusunda, “helal olsun!” cevabının gürlüğü huzura erdirecek hal midir bilmem ki!

Sürüp gidecek sandığımız günlerin, eskimez sandığımız bedenin, içimizde azgınlaşan kuruntunun hesabını, var olan sonda verileceğini bilmek lazım.  Aldatırken, nasıl aldandığını düşünmeli insan! İçi titremeli içi!  Yalan dolana hapsoluşlar, çamur atışlar, çıkara meyleden davranışlar! Ühhüüü! Yakar insanı yakar!  Anlamayı akıl etmeyenler, insanlık yağmurunun bereketine inat, çevresine ateş üfleyenler, düşmanlıktan medet umanlar; tedavi edilmesi gereken kuru gürültüsünüz.  Sonbahar rüzgârları sert eser. Yerin kovuklarına bile sığmayacak kötülüklerinize son verin yeğenim. “Hayra soluk soluyan, hayırlı insandır” derdi anam. Can yakacak davranış biçimleri sonbahar rüzgârlarının esintisinde gelir kendinizi yakar.

Anam, kimilerine bakıp, “bunun garnı b.k dolu” derdi. Kötülükten beslenenlerin eni sonu ıstıraptır. Kuru gürültü içinde ömürleri gelir geçer. Bir başkasını aldatan kendini aldatır.

Kuşların taze mevsimlere göç için hazırlığı vardır. İnsan da yeni mevsimlere ulaşmak için, her günün sabahında adım atışımızdan, aldığımız nefese, yuttuğumuz lokmaya, ağzımızdan çıkan söze velhasıl duruşumuza bakmak lazım. Hayırla anılanlar olduğu gibi, şerlerinden bahsedilenler vardır. Hangi grupta olmak istersiniz?

Hayat bitse de, duruş ve karakterin güzelliğinden bahsettirmek insanın kendi elinde. Vasıf önemlidir. Vasıf göçerken önemli.  Vasıf huzurun vizesi kardeş.

Türkülerimiz bile açık seçik belirtir her şeyi.  O manada bile dilden dile ulaşır da gerçekler, yine de aymaz kimiler. Hiçbir şey yapmayıp türküleri can kulağıyla dinlese doğru ritmi bulur insan. 

Kul Ahmet’in “seher yeli nazlı yare” sinde “düşmüşem elden ayaktan” dizeleri sonun derinliğini anlatan sözlerdir. Yine  Ruhsati’nin türküsü ne güzel hatırlatıp uyarısını yapar. “çok yaşayan yüze kadar yaşıyor”. Mesele, uygun ve düzgün yaşamakta.yaşamın türküsünü doğru okumakta. Göçler çok yakınımızda. Sağlıcakla

6 Temmuz 2025 Pazar

MEŞGULİYET VE TERCİH!

Hep meşguldük. Neyle? İşle, güçle, geçimle. Hayatın kendisiyle. Ailemizle, çevremizle, köyümüzle, kentimizle velhasıl ülkemizle, insanımızla, insanlığımızla. İnsanlığımızı muhafaza edecek duruşla. Bu yüzden zikzaklarımız olmadı bizim. Bu yüzden mutlu olduk cancağızım. Üzüldüğümüz anlar oldu mu? Elbette. Üzenler oldu mu? Ühhü! Yığınla.

Şu an, geçmişte yaşadıklarımı, kalbimden geçenleri tam olarak adlandırmak zor mu zor. Biz düşüncelerimizi, kimseyi kırmamak adına yüreğimizin kuytu odalarında zapt ederken, sorun çözmek adına bilgiç bilgiç kaykılanların ortalığı karıştırmakta üstlerine yok.  Hatta öyleleri şamatanın tam olarak kendisidir kardeşim!

Sadece sevgiyi, ilgiyi alakayı almaya alışmış kimselerin vermek gibi derdi olmuyor. Zaman içerisinde güçlü küçümseyiciler olup çıkıyor böyleleri. Biz, zamana bitmiş gibi bakıp, alçak gönüllülüğü yüreğimizde tutmaya çalıştıkça hoyratlaşıyor kimileri.  Ha bire içlerindeki kaosu boca etmenin hava ve hevesinde oluyorlar. Böylelerine uçmayı öğretmek, hayatın gayesini özümsetmek zor yeğenim. Terbiyemiz boynu bükük seyrediyor çoğu zaman.

Dün birisi “yüzüne gülve” diyor. Kimin yüzüne? Yanlışın! Yanlışın yüzüne güldükçe daha da arsızlaşmaz mı?   Yüze gülmelerden değil mi şımargınların varlığı? Keserle çivi çakma becerisine sahip olmayanlar teknolojik mikser maşallah. Attıkları her adım misket üten çocuk hevesi ve kurnazlığında.

Biz meşgulken üttü kimileri! Yüzlerine güldükçe,  görünmez tuzakların, çamurların hesabını yaptılar. Yetmedi; şiirimize, sanatımıza, duruşumuza, güçlü sosyal yapımıza dil uzattılar. Gece yarısı telefonlarıyla kudurmuş sözcükler fırlattılar çekinmeden.

Biz hep meşguldük! Neyle?  Toplumun dertleriyle.  Neyle? Üretmenin hevesiyle. Neyle? Sevgiyle. Neyle? Memleket sevdasıyla!

Sizi gidi tıfıllar!  Hastalığınız o kadar açıktaki. Herkes farkındayken siz değilsiniz. Yakan topsunuz olduğunuz yerde. Herkes bulaşmamak için sabrı zorluyor kardeş! Bize de uyarı çekiyorlar an an! “Boş ver uyma, bulaşma!” diye. Siz sabrı bilir misiniz? Yiyip içtikleriniz aklınızı bulandırdıkça düz çizgi kalmaz sizde.

Rahmetli anacığımda çok uyarmıştı çocukluğumuzda. “Filancıya, feşmancıya sakın uyma, uzak dur!” diye. Çirkef olanı bilirdi. Çirkef olanın çirkinliğini bilirdi. Vaktin zayi olmasından korkardı. Anamızın uyarıları bizi mutlu kıldı belki de. Üzülsek de mutluluğumuz eksilmedi. Şükre yaslanmak sırf bu yüzden bile mühim ebbabım!

Bu ülkenin ekmeğini, suyunu içip düzgün yürümemenin hesabını sorar Allah! Yürümeyi öğrenen her insan, yeri geldiğinde uçmayı da öğrenir. Bu topraklara hizmet için kimsenin ittirmesine gerek yok. Kötülükleri içinde besleyip, kendini iyi addedenler, zayıflığınız ortada.

Zayıf olanların düşünce yapısı da arızalıdır. Bir rüya süresi kadar kısa olan şu ömürde gerçek meşguliyetlere, yönelmek huzurun kendisidir.  Bunu bilir söyleriz.

Biz kaybetmeye bile kader deyip tevekkülle karşılarken, kimileri varsın yüz üstü yüzüyor gözüksün. Tüm iyilikleri es geçip insanlığı kalleşçe ortada bırakanlar eni sonu kendi kör kuyularında boğulacaklardır. Attıkları taş kimi zaman baş yarsa da, bizim cennetimiz onların yardığı baştan doğacaktır.

İki kelime,  iyi ve kötü! Mesele tercihte. Sağlıcakla.

10 Haziran 2025 Salı

AKILLA YIKANMAK

 “Sakla samanı gelir zamanı demiş” atalar. Samanın saman olması için geçtiği evreleri düşündüğümüz zaman, önemsiz gibi görünen şeylerin önemini kavrıyor insan. Kelimelerin oluşturduğu cümleler, hatta okuyacağınız bu yazının tamamı bir emeğin, bir çilenin hatta yaşamın yarattığı tecrübenin, gözlemin sonucu olup çıkıyor.

 Topraktan yaratılmış, ana rahminde pişerek dünya gelmiş, hesap gününe inandığını sandığımız biz insanlar geceyle gündüz gibiyiz bazen. Anlaşılması karmaşık, anlatılması o kadar zor ki! 

Ne demiş Müzeyyen Senar; Kapıldım gidiyorum/ Bahtımın rüzgârına/ Ey ufuklar diyorum/ Yolculuk var yarına!

“Yarın” dediğimiz yolculuk nereye bilmeyen var mı?

Evvel Allah biliriz el birlik. İnsanlar nelere kapılmıyor, nelere aldanmıyor ki. Bu aldanışların sonucunun nereye vardığını da görüyor aslında.

İnsan, aklıyla yıkamalı çok şeyi. Hatta duyguyu, düşünceyi, fikri, davranışı, duruşu, attığı adımı, ağzından fırlayan kelimeyi yıkayıp arındırabilmeli.

Ağıtlar büyütecek davranışlar içindeyiz kardeş! Kim ayırtında, kimler farkında? Aklımız, akıllıktan çıktı yeğenim! Bencilliğe, fırsatçılığa küçük çıkarlara çanak tutmaya başladı cancağızım. Kalabalıklar içinde yalnızlıkların tapusu boynumuza asılı kaldı. Yıkım ekipleri aklımızın orta yerinde. Yık ve üt! Kurnazlığı akıl, aldatmayı hüner sanıyoruz be ya! İnsanın yarattığı hile ve kurnazlıklar içinde üşüyüp, üşüyüp gidiyoruz. Sen sanırsın sıtmanın nöbeti. İnsana ait zaman kayıp gidiyor ellerimizden. Hatta kapıp gidiyor ne haber!

Kendimize dair süzgeçten geçirilmesi gereken nelerimiz yok ki! Adam tehditle çıkar sağlamaya, yalan- dolanla karşıdakini yıpratmaya, düşmanlaştırarak zemin tutmaya hevesli. Ühhü! Dahası, say say bitmez. Saydıkça ve sayıları arttıkça sönmeyen yangınları alevlenir yüreğimin. Kayıp zaman sayarım yangın vakitlerini. İçimizde taşıdığımız ölümü unutmanın kaygısızlığı kahreder vakitli vakitsiz. Birini üzmenin, hakkı gasp etmenin, fırsatçılığın cambazlığında huzur arayanların vay haline. Kimileri aklın, aydınlığın, birliğin yasına ve kaygısına düşerken, aklı ve insanlığı yıkılmış olanlar donmuş göllerde buz kesiyorlar.

Bedensel duruşlarıyla iç dünyaları açıkta olanlar, ne kadar aciz ve basitsiniz görebilseniz. Buz kesen halinizle hangi kesere kulp olursunuz merak konusu kardeşim.

Sevinçleri en duru haliyle sunabilmek, aklın gergefinde dokuyup birlik ve beraberliğe dağ gibi koşabilmek insana ve insanlığa hizmet noktasında fedakârca yürüyebilmek kültürel birikim işidir birazda. Avcıların yalanları bitmezmiş. Avcının işi pusu kurmak olunca, yalanlar da avlamaya dairdir. Nerde kaldı hesap günü? Avlamanın hesabıyla nasıl da unutulur gerçekler? Nefsin rüzgârıyla savurur, savrulur akıl. Kiminin kendi içinde fısıldaşan sözcükler savruldukça gün yüzüne çıkar. Bakar bakar üzülürsünüz. Böyleleri kırılıp düşerken bile, hece hece kendi insanlıktan çıkışlarını fark edemezler.

Duygularımın ağır yaralı duruşu ve anlatımdaki dram kendi ateşinde boğulanlara üzülmektendir. İnsanlığı bozan, bozulanlardır aklı yunmamışlar. Vah ki vah!

Aç kulağını, yuğ yuğabildiğince yüreğini. Çünkü tüm duygular yüreğinde toplanır insanın. Bahtın rüzgârında değil, aklın yolunda yürümek için bugünden tedbir şart mı şart!. Sağlıcakla

26 Mayıs 2025 Pazartesi

SİLDİM SİZİ!

Mevsimin bu vaktinde başını hangi yöne çevirsen yeşilin, hatta renklerin çeşidini görüyor, çiçeklerin kokusunu olabildiğince alıyorsun. Gelincik beyazının, kırmızısının hatta siyahının albenisi var kardeşim. Renkler bu mevsimde çekiyor içine kendini. Havanın ferahlatan, huzur veren bir yanı oluyor canım! Polen rahatsızlığı olmayanlar için tam bir huzur vakti. Evlerin bastıran bungunluğundan kurtulmanın bayramı sanki. 

Suyun akış şırıltısına kendilerini kaptırmış çekirdeği çıtlatıp iki dudak arasından suya fırlatan genç ergenler; kitapsız, kayıtsız, kıpırtısız, kaygısız. Hayat onlara güzel!

Piknik yerlerindeki insanların huzur içindeki kaşık şakırtısı, mangal dumanı, çocukların koşturmacısı, yeni yetmelerin motor sesi, ip atlama özgürlüğünü yaşayamamış tazelerin ürkek duruşla ipe ritim tutturuşları. Yürüyüş yolunda göbek pozu gösterisindeki genç kızlar.  Salkımını suya sallayan söğüt ağacı. Oltasını dereye atıp güneşin baş yakan sıcaklığını bile fark etmeyen ayyaş oltacı. Hepsi kendince mutlu, hepsi zamanı yutmaya çalışan birer avcı. Bu kalabalık ve telâşe içinde okuyan insan yok kardeşim! Okumak, otururken yapılacak iş değil. Okumak ciddi iştir çünkü. Ya uyumak? Sayfaları çevirmek emek ister.  Gözün göreceği iş değil. Göz yorulur birader. Ühhüü! Daha nelerden alıkoyar okumak say say bitmez.

Okumak, bu mevsimde hikâyelerin içine sokar insanı. Söz dinlemeyen şiirlerde kelime düzer,  hece ördürür insana. Oturduğun gölgede, alır başını gidersin suyun şırıltısında. Gökyüzünde uçan kuşun hücrelerinde gözyaşı olup kendi yüreğinde kaybolursun.

Olan bitene anlam yüklemekte zorlanan yetmişliğin abdest almaya niyetleniş tavrını oturduğu yerde çorap çıkarışından anlarsın mesela.

Elinde çalıdan süpürge-faraşla yarı ezik dolaşan çevreci çöpçü. Yüreğinde türlü düşünceyi, isyanı, belki de bin bir küfrü dövüştüren çöpçü. İçinde kendince kızmabirader oynuyor kim bilir?

Görselle güçlendirdiği resimle pikniğe giderken fazladan iki poşetle gidin diyen Mustafa Uysal! Uyarın yüreğimizde. Bunu da mı yaptıracaktın diyen, dürtükleyen içimdeki sinsi bir his! Evde yapılamayan dağınıklığı doğada bırak özgürce yapsın insanlar. Gençler banklara isimlerini kazısın bıçakla. Motora ara gazı nasıl verildiğini göstersin. Bebeğinin bezini suya salsın anneler. Ya da öylece bıraksın. Bıraksın da başıboş köpeklere de iş çıksın durduk yere.

Köpek deyince çarpıntılarım arttı bak.  Karanlığı aydınlatan sokak lambasının şavkından aldığım cesaretle saymaya çıkacağım köysüz köpekleri! Hangisi hangi çöpü karıştırıyor merakıyla biraz da.

Yalan değil söylediklerim. Cansız nesnelerin çevresine bir şey katmayacağı iddiasında kimiler. Küçücük taş parçası karıncaya, börtü böceğe korunak oluyor oysa. Taşın yalanı, dolanı da yoktur üstelik. Tepecikli Kamil, taşların bu yönünü ortaya çıkarmaya çalışıyordur kim bilir? Bir vakit demiri yontup bulamadığı sığınağı taşta arıyordur. Usuldan ve sessiz.

Bu sessizlik içinde kitaplar, sokaklar, ağaçlar, doğa, dünya “hayat nedir?” sorularıyla geliyor üstüme. Ben ve benim gibiler bu sorunun gizemini çözmeye, sorgulamaya, sorumluluk duygusunu artırmaya çalışırken, güzellik adına ne varsa kirletmeye çalışan canlılar! Bir yazının içinde yer almayı hak etmeyen canlılar. Kırıp döken, kirleten, üten, yutan, aldatan canlılar! Sildim sizi!

Silsem de, uyarım size. Bir ağaç yaprağı olamasanız da taş olun taş!

 “Hayat nedir?”sorusunu kendine sormayanların hayatı anlamak için gayretleri olur mu? Geldi geçti ömrüm boşa… Sağlıcakla 

18 Mayıs 2025 Pazar

YAŞ TAHTADAN EV OLMAZ!

 

İnsanca sevmekten uzağız biz. Her birimizin neden, niçin kaynaklandığını bile bilmediği hırsın, kinin, nefretin esiri olup çıkıyoruz. Anlamsız rekabetlerin, yüreğimizi kabzeden intikam duygularının, kıskançlıkların esaretinde yollar yürüyoruz.

Bilgiç duruşlarımız, çirkinliğin girdabında sevgiyle dokunmayı unutuyor cancağızım. Tutulması gereken onca güzel iş varken, kin bulutları ortalıkta toz duman. Saldırı üstüne saldırı.  Kötülükten beslenmeyi alışkanlık edinmiş kimileri. Doğruya kapı araladığı sandığı sabırsızlıkla; hırçınlığın, kötülüğün bekçiliğini yapıyor bazıları. İçlerindeki virüsle, toplumsal huzursuzluğa çanak tutacak isyanın ateşinde yandığının farkına varamıyor.

Baharlar, bülbüller, kelebekler, şarkılar, renkler, türküler kayboluyor yüreğinde.

Ruhunun hasta olduğunu göremiyor, kabullenemiyor. İnsanlığı kaybediyor özünde insanlığı!. Merhametsizliğin, kusurlu duyguların engelinde her şeye parmak sokmayı adamlık sanan duruşla kendini yok edişin yollarını yürüyor. Esaretinde kaldığı hayatın dışında iyiliğe dokunmaya niyetlenebilse, kendinden başkalarına sıcak bir bakış sergileyebilse, var olmaktan zevk alacak.  Iıh!... Aynı duruş ve bakışta dura dura huy edinmiş huy! Huy sandığımız alışkanlıklar karakteri sıfırlamış birader.

Rahmetli Anam; sözlerin kime, neden,  niçin dendiğini anlayamadığı zaman, “ne diyo bu be!?” diye çevresindekilere sorardı. Anlamasına anlardı da, sorarak konunun netleşmesini hedefe ulaşmasını sağlardı kimi zaman. Kimi zaman da “uyma sen o deliye” derdi.

Büyük sözü dinlemenin kaygısızlığında büyüdük biz. Şikâyetçi miyim? Değilim ama… Uymaya uymaya azıyor kimi. Laf edilemez adam kılığında pozlara giriyor.  Sabrı zorluyor yeğenim.

Arif ve engin insanlarımız vardır bizim. Hatta söze ve sözcüklere yüklediği anlamla takla attıranlarımız. Kızına söylediğini sanırken, gelinine laf yetiştiren kaynanaları biliriz mesela.

Evirip çevirmeden, hatta eğip bükmeden, fazla da uzatmadan ifade edeceğim kardeş!

Sözüm, bulunduğu ortam da cıvıklık yapmayı iş yapıyorum sanan, soluduğu havadan, içtiği sudan, yararlandığı doğadan mutlu olmayıp çirkinleştiren, nerede nasıl davranacağının ölçüsünü dahi tutturamayan,  bozduğu havayla,  kirlettiği dünyayla, huzuru kaçırmaya çalıştığı diyarda içindeki kötücül virüsü besleyenleredir.  Adamlık pozlarında yaşarken bi kesere kulp olamamış,  olmuşlara salvolar savuran kendini, hatta haddini bilmezleredir.

Torunum var. Allah acısını göstermesin. Beş yaşında. Eş dost soruyor, kaç yaşında? –Beş!

Neden “beş” demişim. Hal bu ki “altı, yedi demeliymişim” itirazları peşi sıra geliyor. Yani çocukça çocuk bir an önce büyümenin merakını yaşıyor. Büyüyen yaşın olgunluğunu üstüne yapıştırmaya çalışıyor.  Toplum içinde kimileri de var ki, yaşı rakamsal olarak değişse de büyüyemiyor. Daha doğru ifadeyle, gelişemiyor yeğenim.

Çocukluğum köyde geçti. Önceleri ev ortamını ocak başında yakılan odunlar ısıtırdı. Sonra sobalar çıktı. Müthiş yenilikti. Attın mı odunu kömürü içine, bacanın çekişi de güçlüyse, papırdayarak yanardı.  İnsanın sırtını bile ısıtırdı. Şimdilerde doğalgazlı kombili ısıtmalar. Soba sıcaklığına alışkın olanlar kombili evlerde battaniye örtüyor üstüne.

İnsanlığın, dostluğun, komşuluğun, birlikte yaşamanın sıcaklığına, samimiyetine, güvenine, vefasına alışmış kuşaklar donanımlı sanılan yeni yetmelere(!) alışması zor. Vefa yok, vicdan yok, duygu yok! Ne kadar büyürse büyüsün boş, boş! Boş olanın yarattığı boşluk da büyük olur. Hatta boş olanın tıngırtısı yüksek olur cancağızım.

Kimilerin bir duruşu vardır ki anamın ifadesiyle “on beşli” sanırsın. Doluluğu rakamların üstündedir. Sıcaklığı yeter insana.  Yaşına rağmen geçirdiği zamanın doluluğuna göre gösterdiği yaş vardır kimilerinin.  Attığı adımı bilen, sabırlı, olgun..

Bir de yaş basamaklarıyla ilgili âşıkların saz eşliğinde dillendirdiği hal ve durumlar vardır.  Üzerinde durmak lazım. Ömür kısa yol uzun. İyiler iyilikleriyle, kötüler kötülükleriyle anılır. Yaş tahtadan ev olmaz. Durdukça gıcırdar. Sağlıcakla.

24 Mart 2025 Pazartesi

SUSARKEN BOĞULMAK!

 

Köy düğünleri başkaydı. Hele bizim köyün düğünleri. Hazırlıklar altı ay öncesinden başlar yakın akrabadan öte, konu, komşu bile işin ucundan tutmak için can atardı. Nohudu, pirinci, yufkası, etliği,  hoşaflığı, keşkeği hazırlamak yalnız başına içinden çıkılacak işler değildi. Komşu elinin değdiği, el birlik iş tutmanın güzelliği hoştu, hoşluktu.  Oğlan evermenin, kız çıkarmanın en tatlı tarafı bu dayanışma, birlikte iş yapma biçimiydi. Yoksa bir başa düğün yufkasının altından kalkmak zordu.  Kaç kadın bezeyi hazırlayacak, kaçı açacak, nöbetleşe kimler saca atacak, hatta yorulanı kimler değiştirecek tam bir planlama işi kardeş. Katkıda bulunmanın, destek olmanın yardımlaşmanın keyfini çıkarırdı insanlar. Bugün bana,  yarın sana.  Bu türden bir araya gelişlerde bir birinden çok şey öğrenir kadınlar. Babamın okuma yazmayı askerde öğrendiği gibi. Hamur daha kolay nasıl karılır, yufka açmanın pratik yöntemleri nelerdir, sacın sıcaklık tavından iş hazırlığına kadar gerçekten çok şeyi öğrenir geliştirir insan. Dokuz akıl bir araya gelince güzel işler çıkar ortaya. Ya şimdi?....komşudan yardım istemeye kalksan,  “kaç para vereceksin?” diye soruyor. Böyle şeyleri görünce Aşağı Pınar’ın akarına basasım geliyor kimilerini(!). “Her şey para değil desem”, işe yarar mı? Yaramıyor artık.

Geçen seneler içinde çok şey kaybettik çok! Herkes birbirini rastgele severdi. Dostça, en samimi tarafından insanca, candan. Paraya bağlanmazdı her bir şey. Sırf bu yüzden özlüyorum eskiyi. Sırf bu yüzden mevzu ediyorum geçmişi.  Düğünden mevzu açmak, yardımlaşmayı örneklemek adına. Konu konuyu açıyor böylece. Hem kendimi meşgul ediyorum hem sizi. Dahası eskiye dair çok şeyi yeniden tazeleyip bugünle kıyaslamanın ortamını yaratıyorum.  Aynı zamanda geçmişi kayda geçirmiş oluyorum kardeşim!

Zamana anlam yüklüyorum.  Yaşayana her şey lazımdır yeğenim. Yaşamayan  duadan öte ne bekler ki! Anılar bile çok işe yarar.  Anıları hatırladıkça bugünün dünden  daha iyi olmasını arzu ediyorum. Neler istiyorum neler!.  İstemek insanın canlı olduğunu gösteriyor. Allah da sevinci, tasayı, sıkıntıyı, felaketleri, güzellikleri biz insanlar için yarattı belki de. Arzulayışlardır bizi diri gösteren. Yoksa taştan ne farkımız olur ki? İyi işlerin, iyi düşüncenin, iyiye gayretin sonu huzurdur. Dünyanın güzelliğine bizim iyiliklerimizi güzel düşüncelerimizi ekleyebildik mi değme keyfine.

Sadece düğünde miydi yardımlaşma? Tarımda, hayvancılıkta. Doğumda, ölümde. Hayatın her alanında yeğenim. İyiye ve mükemmele giden yolda ne yapılması gerekirse. Yardımlaşma  ve dayanışma eylemi insanın gönlünü genişletiyor iç huzuru veriyor cancağızım!. İyiliğin üstünlüğünü el üstünde tutmanın bilincinde kalıyor insan. “Düğün elle, harman yelle” derdi anam. O, öyle dedikçe öğrendik biz, hayatın ve insanlığın ne demek olduğunu.  Öğretmek, farkına vardırmak da ustalık işi bizim oğlan!

Hastalansak işimizde geride kalmaktan korkmazdık. Konu komşu tutar kaldırırdı kardeş. Ya şimdi? Evinde ölüp kalsan üç beş günde anca haberi olur insanların. Birbirimize ilgimiz çıkarlar nispetinde. Negatif şeyleri konuşmak bile daraltılarımı artırıyor. Sussam boğulurum. Yazarak veya konuşarak duygularımı canlı tutmaya, hasarlı yanlarımı onarmaya çalışıyorum işte. Günlük yaşamın ara sayfalarında arka plana ittiğimiz bahar güzelliğindeki değerlerimizi sıraya sokmaya çalışıyorum içerimde.

Kimsede hiçbir kusur aramadan  “kendim ettim kendim buldum/ gül gibi sararıp soldum Eyvah!” türküsünün melodisi eşliğinde yeni hüzünlere yelken çekiyorum. Sağlıcakla.

21 Mart 2025 Cuma

DELİ DELİ

 

Hayat hızla akıyor. Bu akış içinde sözcüklerle müzik yapmanın telaşesine kapılıyorum her ne olacaksa. Şu bir gerçek ki duygu ve ölçü nispetinde delice bir tını yakalamanın peşindeyim herhalde. Düz yazının müziği olur mu? Oluyor yeğenim. Cümlenin yapısı, örgüsü, kelimelerin cümle içindeki bağlantısı, ritmi, duruş ve kalkışları, soluk alıp verişleri, noktası, virgülü, ahenk oluşturuyor. Oluşan ahenkle, bir çırpıda yudumlanan su olup çıkıveriyor. Ya da tam tersi.

Ne yaparsınız ki, insanların okuması azaldıkça ters orantı yaratıyorum. Pazar ekonomisinin tersi bir durum. Benim aykırılığım bu noktada mı başlıyor bilmem ki.

Hayatın aktığını bildiğimse bir gerçek.  Bunu da merdiven çıkarken dizlerimin durumundan, nefesimin zorlanışından, çarpıntılarımın artmasından biliyorum. Bedenim bile durduğu yerde durmuyor. Beden kendi belirlediği yere doğru sürüklüyor. Beden sandığım şey belki de zamandır kim bilir? Müdahaleyle düzelir mi, ne dersiniz?

Bedene ve zamana müdahale etmenin o kadar çok zorluğu var ki! Düşündükçe aklım karışıyor. Okyanusun ortasından bir ses yükseliyor dünya sarsılıyor. Silahlar patlıyor, insanlar ölüyor. Evler yıkılıyor, haneler boşalıyor. Kim neden ve niçin öldüğünü bile anlayamıyor. Göz dikmeler artıyor, madenleri hatta dünyayı pay etmenin ağız şapırtısı dengeleri bozuyor.  Hadi müdahale et. “O oraya gitsin bu buraya gitsin” sözleri ortalıkta sopa gibi sallanıyor. Sopalar sallanırken hadi sözdeki tınıyı yakala, ahengi tuttur. Azmış bir iştahla gündemi işgal ediyor kimileri. Ekonomik göstergeler de bile saatlik değişiklikler gösteriyor.

Yazma eylemi en keyifli, harika sayılabilecek işlerden biri gibi görünürken, cümle içinde yakaladığın ahenkle tınıları kendi içinde oynaştırırken veya en azından bunu hedeflerken, gel de çık işin içinden.

Yazmak için insanın işini gücünü, düşünü bir amaç için düzenlemesi gerekiyor. En azından kendi içinde kendisiyle barışık olabilmeli, yaşadıklarından öte yaşayamadıklarını söyleme cesaretinde bulunabilmeli. İsyanının temelinde bile toplumsal huzuru arzulayan duyguyu besleyen bir yan olmalı diyorsun iç ses olarak. Diyorsun da dünyanın karmaşık ve çalkantılı gidişatı içinde cümlenin iç örgüsünde bile aksaklıklar ortaya çıkıveriyor. Esasen cümle kurmakta zorlanıyor insan.

Zaman kendi çalkantısını yaratırken gereksiz işlerle uğraşan adam kılığında kalmaya, kayıtsız ve kaygısız tiplere özentim artıyor böyle zamanlarda. Boş ve kof işlerin adamı olmak huzurda kalmanın anahtarı gibi görünüyor bazen!

Düşünce bile durmuyor durduğu yerde. Yerinde durmayan düşüncenin güveni, güvenirliği nedir?

Düşüncenin sıkıştığı yerde delicesine yüksek dağlara tırmanmak, yemyeşil vadilerde kıvrılarak yürümek,  karanlık mağaralara saklanmak, dik yamaçlarda boş çığlıklar atmak, geniş düzlüklerde öylesine yürümek fikri doluyor içime. Dolarken fark ediyorum aklımın ve düşümün kaçış yollarını. Bu esnada düşüyorum en boşluklara. Bu sırada bulanıyorum boynumdan aşağı terlere.

Bu düşünce ve düşüncesizlik içinde duygudaki gelgitleri, alçalış ve yükselişleri, kaçınılmaz düşünce hatalarını tahayyül edin.  Bu dalgalanmanın yarattığı kendi içindeki incinişleri alt alta sıralayın. Ühhü, psikoloji ilmi çıkamaz işin içinden be ya! Bense göz karalığında kendince bir deli. Öyleyse, delirmiş adamdan akıllı soru. Hayat bir keşif mi, sessizlik içinde duruş mu? Sağlıcakla

DOĞALLIĞIN GÜZELLİĞİ

 

Yazılarımı takip edenler bilir. “Anam” diye başlayınca yazılar, arkası su gibi geliyor. Hatta bunu sokakta rastlaştıklarımız bile dillendiriyor. Yazdıklarımın, bu yaşa kadar yaşadıklarımızın bizi etkileyen yanlarıyla ilgili sonuçları olduğunu biliyorum. Okuduklarımızın bizi etkilemesi, unutulmaz olmasını sağlaması da fert fert haz almamızı ya da almamamızın baş sebepleri arasında yine yaşadıklarımız vardır.

Yaşam bize neler sundu, neleri götürdü? Mutluluk ve acılar adına ne yaşadıksa, hangi dersleri çıkardıksa,  okuduklarımızı beğenip beğenmememizi yakından etkiler. Benimle aynı dönemi yaşamış hayattan el birlik etkilenmiş olanlar yaşadıklarının ifadesini görünce etkilenip alkış tutuyor. İster yazan tarafında ister okuyan tarafında olalım, yaşadıklarımız duygularımızı belirler. Beğenilerde bununla alakalıdır.

Hayatta önemsenecek olan değer, sevgi ve sağlıktır. Kendinizi yoklayın, sevgi sizi ne kadar kuşatmış,  ne kadar sağlıklısınız. Bedeniniz, gözünüz, kulağınız, iç organlarınız, aklınız hatta düşünme yeteneğiniz ne durumda göz gezdirin. Zenginliğinizi keşfedin. Bu keşif yeter çok şeye.

Bu yazıyı okutturan gözünüzle ilgili onlarca şükre sığının. Burnunuzun işlevini gözden geçirin. Bu bedeni kuşatan sevgi veya sevgisizliği ölçülere vurun.  Sağlık ve sevgi gibi değerlerle kuşatılmış, sarmalanmış bir beden için neden şükre sarılmamız gerektiğini çok daha iyi anlarız.

Yazının bu noktasında topyekûn herkese selam, sevgi ve saygılarımı sunarım. Martın ortasında soğuyan havanın aksine en sıcak, en dostane, en güler yüzlü, en içten merhabalarımı bu yazı vesilesiyle yeniden sunmanın heyecanındayım.

İnsanın pozitif düşünce ve duygularla kendini beslemesi kadar güzel duygu yoktur.  Bir selam sunmanın huzuru bile bana yetip artıyor yeğenim. Sabah evinizden sokağa adım attığınızda başlasın pozitiflik. Ufak tefek sıkıntıların gelip geçici olduğunu düşünün. Trafiğin sıkışıklığından dert yanmaktan öte araçların insana yaşattığı konforu ve hızı düşünün. Bu türden güzelliği hayatın her alanında karşılaştığınız meselelerin geneline her şeyden bağımsız yayın. Havanın sisine pusuna kızdıkç, güneşin varlığını unutur insan. Unuttukça, keskin sirkeli küp gibi boşa köpürür durur insan. Köpürdükçe zamanı sorunlarla boğarsınız. En azından ben böyle düşünüyorum.

İnsanın küçük mutluluklarla büyük sevinçler yaratmasından daha güzel ne olabilir ki! Üzerindeki esvaba bak.  İçine sokulduğun tertemiz çarşafın kokusunu hisset. Karnını doyuran yiyecekleri bulabilmenin sevincini yaşa. Evinde bulunan yatak odasına, oturma odasına, mutfak araç ve gereçlerine şöyle göz at. Kilerinde olan az ya da çok yiyeceklere bak. Var olan evine ve aileni gözünün önüne getir kardeşim!

Bu hayat oyununda neleri yapıp yapmadığını düşünmesini bil. Kendini düşündüğün kadar başkalarını ne kadar düşündüğünü de ölçüye vur. Sığındığınız evinizin kapısından yüzünüze vuran sıcaklığı hayal et. Çevrenizde en içten selamları alıp verdiğiniz insanların varlığına şükret. Yalnızlığınızı ortadan kaldıran, sizin düşündüğünüz gibi sizi de düşünen insanların olduğunu bilmenin huzurunu yaşa. Sokakta çiçek açmış erik ve bademleri uzun uzun seyredin. Güzelliklerini yüreğine doldurmanın düşünde kalın. Karakargaya,  uyanık kumruya bakarken içinizdeki sevgiyi çoğaltın.

Tüm bunlar sağlığın yanı sıra sevgileri çoğaltmaktır.  Hayat sevdikçe güzelleşir.

Dişiniz, başınız, sırtınız hiçbir yeriniz ağrımasın. Kimse canınızı sıkmasın, yakmasın. Siz de içinizde çoğalttığınız sevgiyle,   can yakanlardan olmayın. Size kötüler ve kötülükler dokunmasın. Hayatınızdan güzellikler eksik olmasın. Doğallığınız güzellikler doğursun. Emel Sayın şarkısında ifade edildiği gibi;  bu dünyada sevgi büyük ihtiyaç/ Herkes sevmeye sevilmeye muhtaç. Sağlıcakla..

GÜL SANDIĞIMIZ DİKENLER

 

Aydınlık olmak iyidir. Kara düş ve düşünceler görünmeseler de eni sonu ortaya çıkar. Karanlık bildiğimiz şeyler en muhkem güzelliklerin üstünü örtse de aydınlık karşısında mutlaka görünür, fark edilir zamanla.

Kara düşleriyle sürekli problem üretenler kazanıyor gibi görünürken sonuçta kaybeden tarafında kalırlar.  

Negatif düşünce üretenler, toplum içinde bilgiç tavırlar sergilerken senaryo yazma becerileri de yüksek olur. Toplumsal her güzel işe, engel koyma yetenekleri üst seviyededir. İnandırıcı gerekçeler üretip taraftar toplamak ta da mahir olurlar.

Yıllardır sosyal iş ve projelerin içinde olan biri olarak insan davranışlarını gözleme fırsatım oldu.

Karanlık yüzler proje üretmezler, başlangıçta düşünce beyan etmezler. Taktiksel davranmak karakterleri haline gelmiştir. Güzel işler ortaya konunca, şikâyet etme, sızlanma, eleştirme, söylenme, ispiyonlama gibi kolay ve basit yol ve yöntemleri yol edinirler. Bu yöntemleri de açıktan yapmazlar. Arkadan iş çevirerek… İç dünyalarının ileri derecede hastalıklı yapısını kendileri için marifetmiş gibi görürler.  Karanlık yüzlerin oyunculuğu müthiştir. Aydınlık ve dürüst insanlar onların yanında saf kalır saf! Öyleleri zaten temiz olanlara “salakmış” gibi bakarlar. 

Belki de bu yüzden “bu dünya iyilerin değil, iyi oynayanların yeri” denir. “Arsızın ekmeği bir dilim fazla olur” derken peşin bir kabulleniş de vardır insanlar arasında. Bu kabullenişlere sinir olurum işte. Olurum da,  sinir olmanın beni hasta eden yanında kalırım ne hikmetse.

Dürüstlüğün adı saflıktır çoğu zaman. İnsanlar, şeytanca davrananlara “karaktersizsin” demez diyemez,  “melek” gibi yaşayana “aptalsın” damgasını yüzüne vurur. Bu hep böyle olur nedense. Karanlık yüzlerin şirretinden korkmanın sonucudur bu. Bu sonuç, bu tipleri daha da cesaretlendirir nedense.

İnsanların en kötüsü sinsi olanlardır. Kötüyü bilirsin,  sinsileri ayırt edemezsin. Yanında gibiyken, olmadığını anlayamazsın. İyi gibi görünür, kötülüğünü fark edemezsin. Gözle görülmeyecek derecede mikrobiktir. Anladığın an, yüreğine sığdıramadığın o kadar çok şey olur ki… Sorma gitsin!

Kısa ömrüm içinde, kimleri görmedim ki!  Fark ettiğimiz an, aldanmışlığın saflığında “Allaha havale etmenin” duruluğunda kalmak tercihimiz oldu yine de yeğenim!

Sinsiler, saman altından su yürütürken yanlışı savunma biçim ve yöntemleri uzmanlık seviyesindedir. Bu değerlendirmeleri yapma vaktine gelene kadar hangi aldanışları yaşadığını bile bilemezsin.

Geçen bir dostum akşam vakti arıyor. Bizi sinsice hem de kaç defa adice aldatan biri için “hastaymış” diyor. Ne yapalım? Dünyaya direk kalıp hep aldatmaya devam edecek değil ya!

Dostluğumuzdan faydalanıp zarar verenlere, defterimizden sildiklerimize bir faydamız olmaz kardeş. Kurumuş çiçeğe yağmurun faydası olmayacağı gibi.

Süreli olan dünyanın gerçeği ve nasihati ölümdür. Ama entrikacıların bunu anlayıp görmeleri zor mu zor. İyi ve güzel işlerin kuyusunu kazmanın meşguliyetinde, nereye gittiklerini fark edemezler. Hatta pişmanlık gösterme cesaretinde bile bulunamazlar. Bizde yüreğimizi şarkılara vurur, gönlümüzü duru bırakmanın gayretinde oluruz.  

Yollar seni gide gide usandım/ Ayağıma diken battı gül sandım.

Saflığım aydınlığımdır. Sağlıcakla

17 Mart 2025 Pazartesi

DELİ DELİ

 

Hayat hızla akıyor. Bu akış içinde sözcüklerle müzik yapmanın telaşesine kapılıyorum her ne olacaksa. Şu bir gerçek ki duygu ve ölçü nispetinde delice bir tını yakalamanın peşindeyim herhalde. Düz yazının müziği olur mu? Oluyor yeğenim. Cümlenin yapısı, örgüsü, kelimelerin cümle içindeki bağlantısı, ritmi, duruş ve kalkışları, soluk alıp verişleri, noktası, virgülü, ahenk oluşturuyor. Oluşan ahenkle, bir çırpıda yudumlanan su olup çıkıveriyor. Ya da tam tersi.

Ne yaparsınız ki, insanların okuması azaldıkça ters orantı yaratıyorum. Pazar ekonomisinin tersi bir durum. Benim aykırılığım bu noktada mı başlıyor bilmem ki.

Hayatın aktığını bildiğimse bir gerçek.  Bunu da merdiven çıkarken dizlerimin durumundan, nefesimin zorlanışından, çarpıntılarımın artmasından biliyorum. Bedenim bile durduğu yerde durmuyor. Beden kendi belirlediği yere doğru sürüklüyor. Beden sandığım şey belki de zamandır kim bilir? Müdahaleyle düzelir mi, ne dersiniz?

Bedene ve zamana müdahale etmenin o kadar çok zorluğu var ki! Düşündükçe aklım karışıyor. Okyanusun ortasından bir ses yükseliyor dünya sarsılıyor. Silahlar patlıyor, insanlar ölüyor. Evler yıkılıyor, haneler boşalıyor. Kim neden ve niçin öldüğünü bile anlayamıyor. Göz dikmeler artıyor, madenleri hatta dünyayı pay etmenin ağız şapırtısı dengeleri bozuyor.  Hadi müdahale et. “O oraya gitsin bu buraya gitsin” sözleri ortalıkta sopa gibi sallanıyor. Sopalar sallanırken hadi sözdeki tınıyı yakala, ahengi tuttur. Azmış bir iştahla gündemi işgal ediyor kimileri. Ekonomik göstergeler de bile saatlik değişiklikler gösteriyor.

Yazma eylemi en keyifli, harika sayılabilecek işlerden biri gibi görünürken, cümle içinde yakaladığın ahenkle tınıları kendi içinde oynaştırırken veya en azından bunu hedeflerken, gel de çık işin içinden.

Yazmak için insanın işini gücünü, düşünü bir amaç için düzenlemesi gerekiyor. En azından kendi içinde kendisiyle barışık olabilmeli, yaşadıklarından öte yaşayamadıklarını söyleme cesaretinde bulunabilmeli. İsyanının temelinde bile toplumsal huzuru arzulayan duyguyu besleyen bir yan olmalı diyorsun iç ses olarak. Diyorsun da dünyanın karmaşık ve çalkantılı gidişatı içinde cümlenin iç örgüsünde bile aksaklıklar ortaya çıkıveriyor. Esasen cümle kurmakta zorlanıyor insan.

Zaman kendi çalkantısını yaratırken gereksiz işlerle uğraşan adam kılığında kalmaya, kayıtsız ve kaygısız tiplere özentim artıyor böyle zamanlarda. Boş ve kof işlerin adamı olmak huzurda kalmanın anahtarı gibi görünüyor bazen!

Düşünce bile durmuyor durduğu yerde. Yerinde durmayan düşüncenin güveni, güvenirliği nedir?

Düşüncenin sıkıştığı yerde delicesine yüksek dağlara tırmanmak, yemyeşil vadilerde kıvrılarak yürümek,  karanlık mağaralara saklanmak, dik yamaçlarda boş çığlıklar atmak, geniş düzlüklerde öylesine yürümek fikri doluyor içime. Dolarken fark ediyorum aklımın ve düşümün kaçış yollarını. Bu esnada düşüyorum en boşluklara. Bu sırada bulanıyorum boynumdan aşağı terlere.

Bu düşünce ve düşüncesizlik içinde duygudaki gelgitleri, alçalış ve yükselişleri, kaçınılmaz düşünce hatalarını tahayyül edin.  Bu dalgalanmanın yarattığı kendi içindeki incinişleri alt alta sıralayın. Ühhü, psikoloji ilmi çıkamaz işin içinden be ya! Bense göz karalığında kendince bir deli. Öyleyse, delirmiş adamdan akıllı soru. Hayat bir keşif mi, sessizlik içinde duruş mu? Sağlıcakla

16 Mart 2025 Pazar

NE KARIŞIK, NE KARMAŞIK

 

Yaşıyorum işte! Zamanı en iyi şekilde tamamlamaya çalışıyorum… Sabahları erken uyanıyorum. Herkes yatağındayken ben mahallede en az bir tur atıp, yürüyorum. Önceleri bahçe işlerine yoğunlaşıyordum. Şimdi yazmaya gayret ediyorum. Ne yazdığımı sorarsanız, hayatı, doğayı, insanları, mutlulukları, kimi zaman insanın ve hayatın aksayan yanlarının yanı sıra duygunun yoğunlaştığı yerden başlayarak durum içeren yazılar işte.

İnsanların yorduğu yerden başlayarak dinginlik hissedene kadar. Yazarken çok daha yoğun hissediyorum her şeyi. Üzerine bastığım toprağı, soluduğum havayı içselleştiriyorum. Kimse görmeden, kimsecikler bilmeden çıktığım bu yolculuğu akabinde alenileştiriyorum.

Toprağa çizmeye çalıştığım resimler yormaya başlayınca, yazmak daha kolayına geliyor insanın. Daha açık ifade etmek gerekirse, klavyeyle sayfa arasına kurduğum bahçeleri çoğaltmanın heyecanındayım şimdi. Biraz da kendimi ifade etmenin alışkanlığı haline geldi diyebilirim. Bazen bir çığlık, bazen bir fısıltı. Bazen bir gülümseme, bazen bir gözyaşı. Hayatın karmaşasında kaybolmanın kaygısı yüreğime dolduğunda yazı beni buluyor kardeş. Belki de ben yazıyı buluyorumdur kim bilir? Kelimeler cümleler, paragraflar bir araya gelerek duygularımı inşa etmenin gayretinde oluyorlar. Her yazı bir adım ileri götürüyor. İlerledikçe kendimi, hayatı,  insanları daha kolay anladığımı sanıyorum. En azından öyle olduğunu düşünmeye başlıyorum. İçimde birikmişleri dışarı vurdukça ve yazı halinde döktükçe en azından kendime geliyorum.

Yaşıyorum işte! Yaşadıklarımı yazıyorum bir bir.  Yazdıkça onardığımı sanıyorum onca yarayı. Her bir harf,  her bir kelime türlü çiçeklerden oluşan yaprak misali dökülüyor gönül dilimden.

Tüm dünyayı ısıtan güneşin altında okuyup yazmanın huzurlu ve mutlu anlar yaşattığını görüyor ve biliyorum. Yazdıkça, huzur ve mutluluk doksan metrekare evin içine sığmıyor dünyanın her bir köşesine dağım dağım dağılıyor cancağızım.

En azından yakıp yıkmıyorum. Cahilce ve hunharca, güzellikleri katletmiyorum. Yürekleri serinletecek çeşmeler kuruyorum yol boylarında. Elimde duygu ve düşüncenin şemsiyesiyle kötülüklere barikatlar kuruyorum. Bunu samimiyet ve içtenlikle söylüyorum. Yazdıkça beynime hücum edip ele geçirecek kötülükleri def ediyorum. Düşüncelerimi durulttuğunu, korku ve korktuklarımdan beni uzaklaştırdığını hissediyorum. Hayatımı ve düşüncelerimi yavaşlatan ne varsa silip süpürdüğünü görüyorum. En azından kendimi buna inandırıyorum. Yazarak içimdeki ışığı çoğaltıyorum az mı kardeş.

Yaşıyorum işte. Zamanı en iyi şekilde tamamlamaya çalışıyorum. Hissedişlerimi apaçık ortaya koyuyorum. Maske takmıyorum. Kimseye yaltaklanmıyorum. Aldatmıyorum, Kaf dağlarına konumlanmıyorum.  Mesele zamanı doğru tamamlamak olunca ötesine berisine takılmıyorum. İş saatinin bitmesini beklercesine ama vakti doğru kullanmanın gayretinde titreyen iç duygusuyla yazıyorum.

Yazarken,  huzur ve mutluluğuma kimi zaman ürpertiler eşlik ediyor. Bunu da doğal karşılıyorum. Kayıtsız ve kaygısızlık yanıltır insanı çoğu kez. Ürpertiler  bu yüzden iyidir cancağızım.

Yaşıyorum işte! Her türlü duyguyu içinde barındıran kelimeler eşliğinde. Kelimeler var oldukça sessizliğim çoğalıyor içerimde. Cümleler bir birine eklendikçe koşturmalarım artıyor yüreğimde. Bu yürekle hazırlanıyorum göç bildiğim göçlere. Duruşum ortada, düşüncelerim yanımda, ne karışık ne karmaşık. Apaçık, duru ve yalın. Sağlıcakla