1 Eylül 2025 Pazartesi

KÖR HEVESLER VE GÖZYAŞIM

 Duygunun, vefanın, dostluğun, samimiyetin, edebin, vicdanın terk ettiği yüreğimizde boşlukların kalmaması imkânsız. Boşaldıkça, boşluklar çoğaldıkça doldurmaya meyilli o kadar çok şey var ki! O boşlukların içine gömdüklerimiz nedir, nelerdir ki? Bu soruyu sormuyoruz ya da sorma niyetine dahi girmiyoruz nedense. Fiyakalı telefon ve içlerde sadece kör bir heves kardeşim. Kör hevesler yeter artar çok şeye.

İçimizdeki “insaf” denen terazi yok oldu ilk önce. Kendi acımızı kendimize hissettiren duyularımız kayboldu. İlhan Şeşen’in “ Ne oldu bize?’ şarkısını dinlediğimiz günlerden çok gerilere düştük hissiyatta. Kendi acısını hissetmeyenin başkasının acısından haberi olur mu? İnsan olmanın belki de en yüce biçimi başkalarının acısını duyma hali.

Bir başkasının gözyaşı için gözlerimizin dolması, kalbimizin ince ince sızlaması kelimelerle tarif edilemeyecek kadar kıymetli duygusal değerdir.  Bu değer, empati yapmaktan öte duygusal ortaklıktır. “Senin acın benim acım” diyebilme yürekliliğidir. İnsani hissedişle ağlayabilmektir yeğenim!

Duyarlılığı körelen insan, et ve kemikten öte nedir ki? İletişimin şekil değiştirdiği, hızlandığı dünya ölçeğinde ölümleri göre göre, felaketleri seyrede seyrede kanıksadık.  Orman yangınlarını göre göre her gün olan “bir şeymiş” gibi dikkatimizden uzaklaştırdık. Bu kanıksama hali ahlaki çöküntülerin habercisi değil de nedir cancağızım.

Dedemin savaş hikâyeleri anamın ve dahi çok insanın “gara gıylısının” ıslanmasına yeter artardı. Çünkü vicdan dediğimiz şey gözyaşıyla ortaya dökülürdü. Ya şimdi?

Dünyanın soğuyan yüzünün sıcak noktasıdır vicdan. İnsani yanımızın en güçlü göstergesidir. Ete ve kemiğe derin anlamlar yükleyen duygu denizidir. İnsana güç katan, güç veren hak ve hukuk yanımızdır.

Birlikte susup, birlikte ağlayacak kadar yakınken bu hale geldik nihayet. Bir bir eksildik, duygu duygu çoğalacakken. Bize dokunmayan acıyı “bizden bilmemek” yıkımdır güzel kardeşim. Vicdan olunca şefkat filizlenir. Şefkat üşüyen kalplerin ısınmasına sebeptir.

İnsanlar vahşice öldürülürken hatta açlıktan ölmelerine seyirci kalınırken sadece “kınama” aldatmacası hortladı dünyada. İnsanlar ölürken insanlık öldürülüyor n/aber.

İnancımız gereği, merhametsizlerin cehennemini biliriz bilmesine de, bardak taştı bardak! Taşan bardakların sadece “ayıplı” durumunu konuşuyor dünya. Etten kan pompasını yürek yapan şey ve ona sinen merhametse, dünyayı bozan şey nedir kardeşim?

Bozan ve bozguncular görülse de, öncesinde vicdanları körelttikleri için suskunluk güncelliğini koruyor. Sessizlik uzadıkça ölümlerin tanıklığında kalıyoruz sadece. İnsan olmak başkaları için ağlayabilmeyi gerektirir.

Bazen ataların sözlerine bile bozuluyorum. “Beni sokmayan yılan bin yaşasın.”  Yaşasın mı? İnadına sormak geliyor içimden. Yaşasın mı? Beni sokmasın seni soksun. Ötekini berikini soksun.   Sırayla gidiyor iş. Gördünüz mü atasözündeki yanlışlığı. Sana dokunmuyorsa boş ver gitsin aldırma hatta umursama diyor atanın sözü. Bu yanlışlığa itirazımız olmayacak mı?

Başkaları için ağlamak zayıflık değil gücün belirtisidir tam olarak.  Vicdanlar tükenip merhamet azaldıkça hak hukuk adalet kavramı kaybolur.

İçimde duygu adına biriken ne varsa anlatmak için kelimelerim o kadar yetersiz, o kadar kifayetsiz ki.  Sorma gitsin.

“Bir tepeden bir tepeye oyun olur mu” diyen türkülerin şenliğinde insani doyum yaşamaya çalışırken dünyanın bir ucundan bir ucuna oyunu geçtik, ölüm serpiyor kan içiciler. Bense ifade edebildiğimin acizliğindeyim. Sağlıcakla.

10 Ağustos 2025 Pazar

GURBET TÜRKÜSÜ

 İnsan yaşadığı yere benzer/miş. O yüzden, yaşadığım yer bana, ben yaşadığım yere ait özellikler taşır/mışız. Dildeki telaffuz bile yaşanılan yer hakkında keskin emareler veriyor kardeş. İki kelam edince ‘şıp’ diye bölgesi hakkında hüküm verebilirsiniz. Hatta kişinin siması bile coğrafyanın izlerini taşıyor. Yüz çizgisine sinmiş sertlik, gülüşüne karışmış yoksulluk, göz pınarında biriken çaresizlik… Kimi zaman da toprakla yoğrulmuş sabır.

Ben, bu toprakların çocuğuyum.

Taşlı patikalarında ayakkabısı delinmiş, ayazında el, ayak kulakları üşümüş, güneşinde alnı terlemiş bir köy çocuğu. Kimi zaman cıvıl cıvıl kuşların ötüştüğü, bacasından dumanlar göğe uzadığı, avlusunda kuzuların meleştiği papatya kokulu, çimen boyalı topraklar. Ya da tam tersi! Şimdiler de daha çok terk edilmiş avluların, yıkık bahçe duvarlarının, suskun çeşmelerin köyleri.

Her taşıyla konuşmuşluğum vardır köyümün.  Her sokağında hikâyelerini bildiğim, yalnızlığa boyun eğmiş haneler.  Gölgesinde domates tuzladığım, kabuğunu yercesine ikiye şaklanmış kavunları kazıdığım ve her birine ad taktığım ağaçlar.

İnsan yaşadığı yere benzer/miş dedik ya, benim de konuşmam toprağın dili gibi duygu yüklüdür. Düşüncelerim uzun bir yaz akşamı gibi ağır ağır salınır. Üstüne bastığım toprak konuşur seninle. Ağaçların esen yelle salınışında içerin serinler. Yörenin kuşlarından öte, kaplumbağanın samimiyeti, karıncanın enerjisi siner üstüne.   Belki de bu yüzden şehirde sıkışıp kalırım çoğu zaman.

Biri hızlı konuşunca içim gerilir. Kalabalık yerlere girdiğimde, yüzler tanıdık değilse, ayaklarım geri geri gider.

Oysa köyde, insan selam verirken bile yüreğini koyar söze. Burada ise insanlar selamı bile eksik veriyor yeğenim. Ya da görmezlikten gelip, geçiyor usulca. Şehirde yürürken binalara çarpıyorum sanki. Her köşe, tenimi tırmalıyor nedense. Hele son yıllarda geldiğimiz noktada betonların arasında kaybolmuş yüzler, kimliksiz adımlar, sahte telaşlar. Uf uf! İçimi acıtıyor desem hiç yalan değil. Her şey hızlı, her şey yüzeysel. Ne ağlamaya vakit var, ne gülmeye doya doya. Ne selam var içinde hal hatır barındıran, ne de bir gülüş var içi dolu olan.

Ömrümün bu deminde kendime baktıkça, yaşadığım yeri sorguluyorum gün gün.

Yer mi kusurlu ben mi soruları çoğaldıkça, durumum ağıt yakılacak düzeye geliyor. Ben mi kalıba girmeye sığmıyorum ya da yontulan değerlerimin farkında mı değilim?

Biz, doğduğumuz toprağı sadece haritada bir yer sanır olduk. Oysa o toprak, yalnızca bedenimizi değil, ruhumuzu, davranış şekillerimizi hatta kişiliğimizi şekillendiriyor kardeşim!

Bir dağın yamacında büyüyen çocukla, denizin kıyısında büyüyen çocuğun aynı hayata bakması mümkün mü? Yokuş aşağı koşarken yüzü koyun yere yamanan bir çocuğun dizindeki yaranın kabuğu bile sabrı öğretir sabrı!

Kireçle badana yapılmış duvarlar iç serinliğini, camına gazete sıvanmış çerçeveler yetinmeyi belletir yıl yıl.

Şimdi sorun kendi kendinize! Ben nereye benziyorum? Veya yaşadığım yer bana ne kadar alışık? Belki de insan, doğup büyüdüğü yeri terk ettiğinde, kendinden de bir şeyleri bırakıyor ardında. Dili değişiyor, yürüyüşü değişiyor, düşünce biçimi bile değişiyor. Ama yine de bazı şeyler değişmiyor. Kimi zaman bir kokuda, bazen bir türkünün ezgisinde, bir köy ekmeğinin diliminde birden dönüyor o eski benlik. İnsan sesiyle de yaşadığı yere benzer/miş.

O zaman anlıyorsun ki, yaşadığımız yere benzerken asıl benzerlik, içimizde taşıdığımız yerlermiş.

 Zaman sessizce eksilirken içimizden. Ahırdan gelen inek böğürtüsü, tavukların gıdaklaması, eşeğin anırması, tarlaya giden yorgun insan sesleri, kapı gıcırtısı. Uf, Ufff! Mekânlar, o sesleri duymayınca yetimleşirmiş birader! Kentlerde de sesler önce alçalıyor, sonra kendi kabuğuna çekilmeye başlıyor. Biz, bizden vazgeçiyoruz kuytu köşelerde. “Kim” olduğumuza dair sorular çoğalıyor içimizde.  Ve bir gurbet türküsü ki, yürek yakıyor. Sağlıcakla

6 Ağustos 2025 Çarşamba

YÜKLERİN HAMALI

Günlerden bir gün, sabahlardan bir sabah. Yeniden yaşamaya başlar, yeniden harcamaya çalışırsınız zamanı.  İyiye, güzele, güzelliğe, hayra dair duyguları çoğaltmaya niyetlenirsiniz kendi içinizde. Çoğaltmaya çalıştıkça yıpranır, biriktikçe önünüzde olumsuzluklar, kahra dair eylemlerde bulursunuz kendinizi.  

Sımsıkı tutulması gereken Allah’ın ipinden ıramış bedenler, akıllar, düşler görürsünüz sokak aralarında. Sözde halka dair iş yapanların adamlık hastalığına bürünmüş halleriyle kapı aralığından insani duruşu unutmuş kalıplarını görür, gözlersiniz. Kelebeğin kanadında yazılanları okumaya odaklanmışken, çöp denizi olmuş insan davranışlarıyla kaygılar biriktirirsiniz hesapsız.  

Diplomasız diplomalılar, ehliyetsiz ehliyetliler, liyakatsiz liyakatliler, hak edişsiz puanlar kelimeler, hatta cümleler biriktirir içinizde. Hak adına umut beslerken, neşe yerine kaygılar nakşedersiniz  güne.

Çünkü insan, bazen en çok inandığı şeyin altında kalır. Ve zaman, en fazla yükü, sessizce sessizlerin sırtına yükler. Büyüyen şehirler, küçülen kalplerin tablosunu asar duvarlara.

Sokaklardan geçen insanlar değildir artık! Kaygılar, kayıplar ve kalıplar yürür hızlıca. Bir sel gibi, her şeyi önüne katarak…

Yalancı bahar gibi insan davranışları. İçi başka, dışı bambaşka. Sıcak görünür, ısıtmaz. Güler yüzle yaklaşır, arkasında hançer taşır. Gönül vermeye niyetin olsa, aklını kaybetme ihtimalin ağır basar. Tıpkı kışın ortasında açan tek bir tomurcuğa kanıp montunu çıkaran çocuk gibi. İnsan da, samimi sandığı bir tebessüme kanar önce. Ama sonra?

O yüz donar, o ses değişir, o dokunuş yerini uzaklığa bırakır. Ve sen, içindeki baharın sadece vitrin süsü olduğunu fark edersin. Bu çağ, kılık değiştirmiş karakterlerin pazaryeri gibi yeğenim! Her durakta başka biri, her mekânda başka bir suret.

Yüzler tanıdık, kalpler yabancı. Cümleler anlamlı, niyetler bulanık. Herkes iyi görünmeye çalışıyor ama kimse iyi olmaya yanaşmıyor. "Ben buyum" diyenlerin bile içinde başkaları yaşıyor cancağızım! Kendi sesine bile yabancılaşmış, başkasının onayına muhtaç akıllar. Bir gözün içinde umut değil, fırsat aranıyor. Bir selamda samimiyet değil, çıkar hesaplanıyor. Ne çok insan var, bir gülüşün ardına öfke gizleyen. Ne çok dost var, omzuna yaslanmayı beklerken sırtını kollaman gereken. Ve ne yazık ki, ne çok kalp var kendi içinde bile yabancı gezen...

Ama yine de, baharı gerçekten içinde taşıyanlar var. Yüzüyle yüreği bir olanlar. Sustuğunda bile güven veren, konuştuğunda yaraya merhem olanlar. İşte onlar için dayanılır bu yalancı mevsimlere. Onlar içindir sabretmeye değer her yanılgı, her hayal kırıklığı. 

Çünkü bir tek gerçek insan, bin sahte tebessümü unutturur. Bir tek hakiki niyet, bin yalan davranışın üstünü örter. Belki de bu yüzden yazmaya, yürümeye, sabretmeye devam ediyoruz. Gerçek bahar, ancak içiyle dışı bir olanların yüreğinde açar çünkü. Zaman harcarken yeniden yaşamayı seçmek;Yıpransak da içimizdeki güzeli büyütmeye devam etmektir. Ve belki en çok da, bütün bu kirin içinde temiz kalabilmektir asıl duruş.

Kimileri günahkâr duruşun bağışıklığında sarhoş ve hedefsiz kurşun gibi kardeşim. Adamlık ve çıkar kör ediyor gözlerini.

Olsun, bizim peyniri kuru ekmeğe yakıştıran bir yanımız hep vardır.  O yakıştırmayla, yorgun bedenlerin, duygu yüklerinin hamalı olmaya meyilliyizdir biz. Günahkâr olmaktan iyidir. Sağlıcakla.

4 Ağustos 2025 Pazartesi

YAZININ KIYMETİ

Bilim adamlarının ifadelerine göre dünya, dört buçuk milyar yıldır dönüp durmaktadır. Geceler gündüzler, aylar yıllar, yazlar kışlar, buzullar, kutuplar çöller. Canlılar, cansızlar, yağmurlar seller, dolular, karlar Ühhü, soğumalar ısınmalar. Depremler, fırtınalar, hortumlar, yangınlar. Ölümler, doğumlar, varoluşlar, yok oluşlar. Dünya “iki kapılı han”! Kim gelmiş, kimler gitmiş. Akıl bile zorlanıyor.

Bu yaz yağışsız, sıcak bir mevsim oldu. Küresel ısınmalar, iklim sözleşmesi söylemleri gırla gitti. Buzullar eriyecek, dünyanın pek çok yerini sular basacak/mış. Yeryüzünde canlıların yaşamını sürdüreceği yerler bile tek tek sayılıyor. Dünya güya hep böyle süregelmiş zaten. Kimi yerler ısınıp yanmanın ardından soğumalar başlıyormuş oldum olası.

Şu janjanlı, havalı duruşumuzun umurunda değil çok şey! Her yönüyle zor, bir o kadar yorucu üstelik belalı bir ortamda rüyalarda gibiyiz biz. Yalan dünya desek de, hiç kimse yalanmış gibi durmuyor kardeş. Kimileri fırsatını bulsa yutacak dünyayı! Detaylar derin, ayrıntı mühim! Gücü eline geçirenlerin gösteri yeri gibi görünse de filmin ikinci bölümü kimileri için acı olacak. Asıl film ölümden sonra. Biz buna hep inandık. İlk bölümde bırak istediği gibi davransın kimileri. Dünyalık para pul, nüfuz, makam ve şöhretin havasını soluyup dursun bazıları. Halkın kapısını, halkın yüzüne kapatanlar hak kapısı yüzlerine kapandığında anlayacaklar belki de çok şeyi. Tek hedefleri kendi haz ve konforlarını artırmak olanların sonu hüsran olacaktır. Bu yüzden huzurluyuz biz. İnancımızdır manevi dünyamızı diri tutan. Varsın janjanlı duruşlarını sürdürsün kimiler.  Büyüklenişleri küçüklüklerinin göstergesidir birader.

Biz doğum ve ölümü tabiatın içinde öğrendik yeğenim. Önümüzden çok sular aktı çok. Varlığı ve yokluğu evin karşısındaki mezarlıkta gerçekleşen defin işlemlerinden sonra ölçülere vurduk hep.  Erdemli duruşlar huzurlu yolculuklara kapı aralıyor cancağızım.

Hava ısınsın, soğusun. Kimi gitsin, kimi kalsın. Filmin ilk sahnesini tamamlayan ikinci sahnesini mutlaka görecek. Öncesi ve sonrası.

Son zamanın yenileri için dünya hızlı dönüyor. Hızın ve hazzın sarhoşluğunda kimiler. Hey gidi hey! Döndükçe tüketiyorlar çok şeyi. Tüketmenin bedelini ağır ödeyecekleri mutlak. Hızın ve hazzın savrulması çok kolay olurmuş. Bu savrulmayla dünyayı ebedi sananlar tuzakların ölümcül kıskacında kahrolacaklardır.

İçi ürperiyor mu kimilerinin bilmem ki. Ürpermediği için midir laylay lom duruşlar. Empati yapmadıkları ya da yapamadıkları için midir kaykılıp üstten bakmalar?

Dünya ısınıp, sonra soğuyacak/mış. Denizaşırı yolların güzergahı bile değişecek /miş. Dünya üzerinde üç dört bölge de yaşam sürerken büyük çoğunluk yok olacak/mış.

İnsanca duruş duruşların en güzelidir yeğenim. Aldanmamak lazım nefsi okşayan işlere. Aldandıkça körelir gözler. Aldandıkça  davranışlarımızın vebali artar üstümüzde. O veballe hakkı da halkı da bulmak güçleşir. Yaptığımız düzgün işlerle içimiz yıkanıp paklanır.

Çoğu insan içinde gizledikleri ve söyleyemedikleriyle yaşam sürmektedir.

Dünya fani; aldanmamak gerek vesselam. Yazının kıymeti de, faniliği bilmekte başlar. Sağlıcakla..

16 Temmuz 2025 Çarşamba

KELEBEK SEVENLER

 

Benim gibi kırsalda yaşayanlar çok iyi bilir.  Neyi? Doğayı, tabiatı, coğrafik yapıları,  yönleri, rüzgârı, hava durumunu, kuşları, böcekleri, sıcağı, soğuğu, velhasıl çok şeyi. Daha küçük yaşta pek çok şey öğretileri arasındadır kır yaşamının. Yaşadıkları bölge içinde ne vakitte, rüzgârın hangi taraftan hangi yöne eseceğini bilir. Ateş yakacaksa ona göre, yabayla secini savuracaksa ona göre vaziyet alır. Basitmiş gibi görünen bu meseleler günlük yaşam içinde önemli mevzulardır.  Nerden çıktı bu konu diye mırıldanabilirsiniz.

Yaban tavşanının arazinin hangi yönünde nasıl bir yapı içinde yatak oluşturacağını bilmeyen av yapamaz. Yaban domuzunun nasıl bir hayvan olduğunu, beslenme şekillerini bilmeyen tarım yapamaz. Gece rüzgârının hangi yönden eseceğini bilmeyen davarına arazide sağlıklı ağıl oluşturamaz.

İnsanın doğasında doğduğu günden itibaren ilerleme düşüncesi vardır. Bu düşünce insanın dolayısıyla toplumun daha iyi durumda olmasını sağlama beklentisidir. Bilgiyi seyret dur. Bilgi, doğa üzerinde egemenlik kurma, isteklerimize hizmet etme aracıdır. Yoksa ilkel insandan bugünkü noktaya ulaşmak mümkün olmazdı.

İnsan ve toplumların iyi zamanları olduğu gibi kötü zamanları olabilir. Değişik sebep ve şartlar iniş ve çıkışlara zemin hazırlayabilir.

Bazen modernleşme söylemleri, arzu ve isteklerimiz bizi maceralara sürükleyebilir.  İçinde yaşadığımız ilçe için bazı sorular soralım.  Tarımı kimler yapmaktadır? Bölgemizde hayvancılık kimlerin elindedir? İnşaat sektöründe kimler çalışmaktadır? Gıda sektöründe üretim ve ticaretin durumu hangi konumdadır?  Yerli halkın yaşam şekli ve pozisyonu ne durumdadır? Bu sorulara gerçekçi cevaplar aradığımızda mesele anlaşılacaktır.

Köylerden kentlere koşarken çağ atladık, modernleşmenin ipinin ucundan tuttuk sandık. Sanayi toplumunun bireyi olma hayaliyle köleleştiğimizin bile farkına varamadık. Renkleri tanıyan sanayide iş bulduğunu sandı ama???..

Yazıya girerken meramım son yıllardaki artan orman yangınlarına parmak basmaktı. Başta değindiğim kadarıyla kırsalda yaşayan insanlar doğada nasıl davranacağını bilirdi. Köy okulları şehirlere taşınınca, kırsalın öğretileri kesintiye uğradı. Kentte yaşamaya alışan nüfus doğada nasıl davranacağını bilemiyor cancağızım! Bilse bile, o alanda sürekli yaşamadığı için “kullan geç” mantığı öne çıkıyor.

Köyleri insansız, dağları hayvansız bırakmamalıydık. Eğrigöz Dağı’nın yaylalarında on binlerce hayvan olmalıydı bu mevsimde. Yaylacık’ın  yaz serinliğinde ormanlar sadece “Yılkı atlarına” kalmamalıydı. Yılkı atlarını özel besiye çeksek bu kadar olmazdı. Meselenin anlaşılması çok basit. Kırsalın besleyiciliği en doğal haliyle üst düzeyde.  Kendi üzerimizde düşünmeden iş yapışlarımızı fark etmek, bu gerçekleri düşününce anlaşılıyor.

Kırsalın insanı yaşadığı alanı çok iyi korur. Hele o alandan ekmek yediği, beslendiği, ekonomik gelir sağladığı için, sahiplenir. Ormanlara kimin girip çıktığı belirsiz. Orman içinde ekonomik değere dönüşebilecek bitkilerde anca yılkı atlarına yarıyor. Yıllardır yöre insanın gezindiği alanlar, kese yollar, kayboldu. Köylerde yaşayan sayılı insana da ormana girmek yasak.

Toplum olarak, kendi varlık ve hakikatlerimiz üzerine durup düşünmemiz gerekir. Köydeki toprağımızı satıp kaç gün yeteceğine bakmak topyekun aldanmaktır. Her birimiz bu ülkenin bireyi olarak sorunları derinleştirmek yerine gerçekçi eylemlerde bulunmamız gerekir. Şehir parklarında  boş dedikodu yapma konforundan(!) vazgeçmenin vaktidir. Konuşulacak çok şey, verilecek yığınla örnek var!   

Kelebekler romantiklerin olsun, karıncalar benim! Sağlıcakla.

14 Temmuz 2025 Pazartesi

VASFIN GÖÇÜ!

 Her gün biraz daha köşesine çekiliyor insan. Tarifsiz sessizliğe bürünmeye meylediyor dil. Huy mu şekil değiştiriyor vakit mi zamana uymuyor tahmini güç bir durum. Negatif pozlardan baskılanmış, sararmaya meyleden fotoğraflar gibi yürekçiğimin duruşu. Kelimelere sığmayacak ağırlıkta duygusal gelgitlerim. Hüzne meyil verdikçe, sonbahar bitkilerinin salınışı gibi içimdeki sesler. Gözyaşlarım ha aktı, ha akacak durumunda. Bu anlar göğsümün en yufka anları. Yanağımdaki yaş en sıcak seyrinde. Sonsuzluğa bırakmaya çalıştığım insanlık ve jet hızında akan zaman.  Hayatla kavgalarım, kaygılarım, şu ana kadar ki en çok da aldanışlarım.

Gönül göklerde uçarken, avuca sığmayan beden. Toprağa basışım,  tatil fotosu paylaşmalarım, sokakta en kasıntılı adım atışlarım. Hey gidi hey! Kargaşa, karmaşa, curcuna, şamata. Dert ettiğim, etmediğim ne varsa duygunun yokuşunda sarıyor yüreğimi. Sardıkça artıyor iç kanamalar. Bacaklardaki derman kesiliyor önce, göz fersizleşiyor gün gün. Boğazda düğümleniyor topak topak hınçlar. Maddi varlıkların, etiketlerin, makam ve mevkilerin, eldeki imkânların, aldatan boşluklarının dehşeti dikiliyor gözlerinin önüne. O dehşetle kapılıyorsun evhamlara.  Pişmanlıklar, ah edişler çakırdikeni gibi yığılsa da üstüne, akılları baştan alan ihtirasların kurbanı olur insan. İnsanın içindeki kör kuyular, fokurdatan amansız ateşler, gereksiz hırslar, doymayışlar, kuruntular, sinsice etrafı dalayan ısırgan oluyor.

“Nasıl bilirsiniz?” dendiğinde cemaatin cılız sesi! Hakkınızı helal eder misiniz? Sorusunda, “helal olsun!” cevabının gürlüğü huzura erdirecek hal midir bilmem ki!

Sürüp gidecek sandığımız günlerin, eskimez sandığımız bedenin, içimizde azgınlaşan kuruntunun hesabını, var olan sonda verileceğini bilmek lazım.  Aldatırken, nasıl aldandığını düşünmeli insan! İçi titremeli içi!  Yalan dolana hapsoluşlar, çamur atışlar, çıkara meyleden davranışlar! Ühhüüü! Yakar insanı yakar!  Anlamayı akıl etmeyenler, insanlık yağmurunun bereketine inat, çevresine ateş üfleyenler, düşmanlıktan medet umanlar; tedavi edilmesi gereken kuru gürültüsünüz.  Sonbahar rüzgârları sert eser. Yerin kovuklarına bile sığmayacak kötülüklerinize son verin yeğenim. “Hayra soluk soluyan, hayırlı insandır” derdi anam. Can yakacak davranış biçimleri sonbahar rüzgârlarının esintisinde gelir kendinizi yakar.

Anam, kimilerine bakıp, “bunun garnı b.k dolu” derdi. Kötülükten beslenenlerin eni sonu ıstıraptır. Kuru gürültü içinde ömürleri gelir geçer. Bir başkasını aldatan kendini aldatır.

Kuşların taze mevsimlere göç için hazırlığı vardır. İnsan da yeni mevsimlere ulaşmak için, her günün sabahında adım atışımızdan, aldığımız nefese, yuttuğumuz lokmaya, ağzımızdan çıkan söze velhasıl duruşumuza bakmak lazım. Hayırla anılanlar olduğu gibi, şerlerinden bahsedilenler vardır. Hangi grupta olmak istersiniz?

Hayat bitse de, duruş ve karakterin güzelliğinden bahsettirmek insanın kendi elinde. Vasıf önemlidir. Vasıf göçerken önemli.  Vasıf huzurun vizesi kardeş.

Türkülerimiz bile açık seçik belirtir her şeyi.  O manada bile dilden dile ulaşır da gerçekler, yine de aymaz kimiler. Hiçbir şey yapmayıp türküleri can kulağıyla dinlese doğru ritmi bulur insan. 

Kul Ahmet’in “seher yeli nazlı yare” sinde “düşmüşem elden ayaktan” dizeleri sonun derinliğini anlatan sözlerdir. Yine  Ruhsati’nin türküsü ne güzel hatırlatıp uyarısını yapar. “çok yaşayan yüze kadar yaşıyor”. Mesele, uygun ve düzgün yaşamakta.yaşamın türküsünü doğru okumakta. Göçler çok yakınımızda. Sağlıcakla

6 Temmuz 2025 Pazar

MEŞGULİYET VE TERCİH!

Hep meşguldük. Neyle? İşle, güçle, geçimle. Hayatın kendisiyle. Ailemizle, çevremizle, köyümüzle, kentimizle velhasıl ülkemizle, insanımızla, insanlığımızla. İnsanlığımızı muhafaza edecek duruşla. Bu yüzden zikzaklarımız olmadı bizim. Bu yüzden mutlu olduk cancağızım. Üzüldüğümüz anlar oldu mu? Elbette. Üzenler oldu mu? Ühhü! Yığınla.

Şu an, geçmişte yaşadıklarımı, kalbimden geçenleri tam olarak adlandırmak zor mu zor. Biz düşüncelerimizi, kimseyi kırmamak adına yüreğimizin kuytu odalarında zapt ederken, sorun çözmek adına bilgiç bilgiç kaykılanların ortalığı karıştırmakta üstlerine yok.  Hatta öyleleri şamatanın tam olarak kendisidir kardeşim!

Sadece sevgiyi, ilgiyi alakayı almaya alışmış kimselerin vermek gibi derdi olmuyor. Zaman içerisinde güçlü küçümseyiciler olup çıkıyor böyleleri. Biz, zamana bitmiş gibi bakıp, alçak gönüllülüğü yüreğimizde tutmaya çalıştıkça hoyratlaşıyor kimileri.  Ha bire içlerindeki kaosu boca etmenin hava ve hevesinde oluyorlar. Böylelerine uçmayı öğretmek, hayatın gayesini özümsetmek zor yeğenim. Terbiyemiz boynu bükük seyrediyor çoğu zaman.

Dün birisi “yüzüne gülve” diyor. Kimin yüzüne? Yanlışın! Yanlışın yüzüne güldükçe daha da arsızlaşmaz mı?   Yüze gülmelerden değil mi şımargınların varlığı? Keserle çivi çakma becerisine sahip olmayanlar teknolojik mikser maşallah. Attıkları her adım misket üten çocuk hevesi ve kurnazlığında.

Biz meşgulken üttü kimileri! Yüzlerine güldükçe,  görünmez tuzakların, çamurların hesabını yaptılar. Yetmedi; şiirimize, sanatımıza, duruşumuza, güçlü sosyal yapımıza dil uzattılar. Gece yarısı telefonlarıyla kudurmuş sözcükler fırlattılar çekinmeden.

Biz hep meşguldük! Neyle?  Toplumun dertleriyle.  Neyle? Üretmenin hevesiyle. Neyle? Sevgiyle. Neyle? Memleket sevdasıyla!

Sizi gidi tıfıllar!  Hastalığınız o kadar açıktaki. Herkes farkındayken siz değilsiniz. Yakan topsunuz olduğunuz yerde. Herkes bulaşmamak için sabrı zorluyor kardeş! Bize de uyarı çekiyorlar an an! “Boş ver uyma, bulaşma!” diye. Siz sabrı bilir misiniz? Yiyip içtikleriniz aklınızı bulandırdıkça düz çizgi kalmaz sizde.

Rahmetli anacığımda çok uyarmıştı çocukluğumuzda. “Filancıya, feşmancıya sakın uyma, uzak dur!” diye. Çirkef olanı bilirdi. Çirkef olanın çirkinliğini bilirdi. Vaktin zayi olmasından korkardı. Anamızın uyarıları bizi mutlu kıldı belki de. Üzülsek de mutluluğumuz eksilmedi. Şükre yaslanmak sırf bu yüzden bile mühim ebbabım!

Bu ülkenin ekmeğini, suyunu içip düzgün yürümemenin hesabını sorar Allah! Yürümeyi öğrenen her insan, yeri geldiğinde uçmayı da öğrenir. Bu topraklara hizmet için kimsenin ittirmesine gerek yok. Kötülükleri içinde besleyip, kendini iyi addedenler, zayıflığınız ortada.

Zayıf olanların düşünce yapısı da arızalıdır. Bir rüya süresi kadar kısa olan şu ömürde gerçek meşguliyetlere, yönelmek huzurun kendisidir.  Bunu bilir söyleriz.

Biz kaybetmeye bile kader deyip tevekkülle karşılarken, kimileri varsın yüz üstü yüzüyor gözüksün. Tüm iyilikleri es geçip insanlığı kalleşçe ortada bırakanlar eni sonu kendi kör kuyularında boğulacaklardır. Attıkları taş kimi zaman baş yarsa da, bizim cennetimiz onların yardığı baştan doğacaktır.

İki kelime,  iyi ve kötü! Mesele tercihte. Sağlıcakla.